Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

MAKALE ORNEKLERİ-2

ATATÜRK

Atatürk'ün en büyük özelliği yaratıcılığıdır. Atatürk her şeyden önce bir eylem adamıdır. Atatürk'ü doğru olarak anlayabilmek için önce insandaki yaratıcılığın ne olduğunu, ne olmadı­ğını anlamak gerekir. Onun için bu yaratıcılık konusu üzerinde biraz durmak istiyorum.

İnsanların yaratıcılığını başlıca üç döneme ayırabiliriz. Düşünce dönemi, duygu dönemi, eylem dönemi. Yalnız düşünen, yalnız inceleyen, yalnız açıklayan adam, duyan işleyen adam de­mek değildir. İşte kafası, aklı, mantığı ile konusunu işleyen insan bu dönemde kalabileceği gibi, duygu, istem dönemine geçmiş değildir. Ne zaman bu insan düşündüklerini, istediklerini yapma, yaratma alanına sokarsa işte o zaman iş adamı, yapıcı adam, yaratıcı adam olur. Yurt yönetme, yurt kalkındırma, yurt ilerletme işinde de böyledir. Bütün işleri düşünmek, anlamak, sevmek, is­temek, yapmak demek değildir. Eylem dediğimiz, bu düşünceleri, istekleri yerine getirmekle, ba­şarmakla belirir. Birinci dönemin adamı düşünce adamı, ikincinin adamı duygu adamı, üçüncününki yaratıcıdır. Birinci; ikinci dönem olmadıkça da üçüncü olamıyor. Ancak, birinci de, ikin­ci de, üçüncüsüz kalabiliyor.

Besbelli ki Atatürk üçüncü dönem kişiliğini taşıyan bir insandır. O, bir kafa adamı, bir gö­nül adamı olmakla birlikte hem de bir eylem adamıdır. Çünkü Atatürk yalnız düşünmekle, yal­nız duymakla kalmamış, bütün düşüncelerini, duygularını eylem alanına götürebilmiştir.

Düşüncelerini eylem alanına kadar sürmek de yetmez. Bu alanda başarı elde etmek de ge­rek. Bunun için yalnız çalışmak da yetmez. Bu çalışmanın işin varlığına göre, fizik, biyoloji, sos­yoloji kanunlarına uygun olması da gerektir. Böyle olmazsa bütün çalışmalar boşa gider. Öyley­se yaratıcılığın son koşulu verim elde etmek, başarmaktır. Bu başarı eylemlerin doğruluğu, iyili­ği, güzelliği ile belirir.

Yapıcı, yaratıcı bir insan olan Atatürk'ün zekâsındaki özellikler herhangi insan zekâsında görülebilecek olan normal özellikler değildir. Bunlar normal üstüdür. Atatürk, olayları olduğu gibi, bütün çıplaklıkları ile gören, bu olayların oluşlarına dikkat eden, az konuşan, insanların ya­ratıcılığına inanan bir insandı. Tarih boyunca gelmiş geçmiş olan bütün büyük yapıcılarda, yara­tıcılarda görülen bu özellikler onda tam olarak vardır.

Atatürk'ün zekâsının özellikleri arasında en çok göze çarpanı açıklık, kesinliktir. Atatürk olmakta olanları olduğu gibi, bütün açıklığı, bütün kesinliği ile görürdü. Bu gerçeklerin sınırla­rını çok kesin olarak çizmek isterdi. O, büyük yapıcılar, büyük kurucular gibi oluşları sıkı bir de­netim altında bulundururdu. Onun zekâsının özelliklerinden biri de olamazları, olumsuzları an­lamak, onları zorlamamaktı.

Atatürk bütün yapıcılık, yaratıcılık işlerinde zaman etkeninin büyük etken olduğunu çok iyi bilirdi. Onun için kararlarını yıldırım hızı ile eylemleştirmesini bilen bu insan gerekince durma­sını, beklemesini de bilirdi. İşte bu gerçek anlayışı iledir ki Atatürk bütün giriştiği yurt, devlet, kültür, uygarlık işlerinde olabilecekleri oldurmuş, olamayacakları da zorlamaya kalkışmamıştır.

Hiçbir insan zekâsı, Türklük gerçeğini onun kadar yakından, onun kadar içinden tanımış değildir. Hiçbir gönül Türk sevgisini bu kadar büyük olarak taşımamıştır. Hiçbir varlık Türk hal­kı ile onun kadar kaynaşmamıştır.

Atatürk düşünce adamları gibi Türk'ün ne olduğunu düşünmekte, gönül adamları gibi Türk'ü sevmekte kalmamış, Türk'ü kurtarmış, diriltmiş, tanıtmıştır. Onun için Atatürk ölmü­yor, Türkleri, bütün insanların kafasında diriliyor. Her dirilişte de bir kat gençleşiyor.

Atatürk'ün milliyet anlayışı, milliyeti "din birliği, dil birliği" ya da "kültür birliği" diye tanımlamak isteyen Gökalp’ın anlayışından farklıdır. Atatürk'ün doğru bulduğumuz milliyet anlayışını iyice anlayabilmek için konuşma dilinde sık sık geçen, ancak anlamları birbirine ka­rıştırılan kültür, gelenek, görenek terimlerini kesin olarak ayırmak gerekir. Kültür din, dil, sa­nat gibi kolektif duyunç ile ilintili olan değerlerdir. Bunlar toplumsal tipten toplumsal tipe değişirler. Gelenekler ise bu değerler arasında hiç değişmeyenlerdir.

Atatürk, milliyeti bir vicdan duyunç işi, bir bilinçaltı işi, değişmeyen gelenekler birliği olarak anlıyor; dini, dili ne olursa olsun kendini Türk duyan, Türk bilen, Türk yaşayan insanın Türk olduğuna inanıyordu. Çünkü yeryüzünde dini ayrı olmakla birlikte duyuncu, gelenekleri bir olduğu için bir tek ulus olarak yaşayan uluslar olduğunu görüyordu. Ayrı ırklardan, ayrı dil­lerden, ayrı kültürlerden meydana gelen Fransızlar, Belçikalılar, İsveçliler gibi. Dini Musevi ol­duğu gibi dini Ortodoks olduğu hâlde dilleri, sanatları, din, sanat, dil gelenekleri Türk olan Romanya'daki Gagavuz Türkleri gibi.

Atatürk'ün medeniyet anlayışı toplum bilimin anlayışına göre uygarlık ile kültür arasında tabiat ayrılığı vardır. Kültür din, dil, sanat gibi, bilinçaltı değerlerin tümüdür. Kültür ulusların öz malıdır. Ulustan ulusa değişir, uygarlığın bilinçaltı, vicdanla, duyunçla hiçbir ilintisi yoktur. Uygarlık da bir tümdür. Onun için uygarlık üzerinde hiçbir indirme, azaltma yapılamaz. Bugün­kü dünyayı yöneten uygarlık Batı uygarlığıdır. Biz Türklerin bu uygarlığı kayıtsız şartsız be­nimsemesi gerekir. Bu anlayışla Türklüğümüzden hiçbir şey kaybetmemek koşuluyla hemen batılılaşmak zorundayız. İlk peygamberlerden son devrimcilere kadar insanlık tarihi, zamanla­rı üzerinde büyük etkiler yapan büyük adamlarla doludur. Ancak, hiçbir büyük adam ulusunun alın yazısını Atatürk kadar değiştirmesini bilememiştir. Tarihin başladığı günden beri Türkler birçok büyük adamlar, bilginler, bilgeler, komutanlar, savaşkanlar yetiştirmiştir. Bunlardan hiç­biri Türk ulusunun can atılımına yaşama isteğine Ata'nın inandığı kadar inanmamıştır. Hiçbir yol gösterici, hiçbir önder, hiçbir devrimci, toplum göreneklerini onun kadar sarsmadı. Hiçbir ulusçu ulusun yaratıcısı olan ulus geleneklerine onun kadar sarılmadı.

Doğanın bütün varlıkları gibi büyük adamlar da tesadüf eseri olarak var olmazlar. Onları yetiştiren bir çevre vardır. Bu çevre ulus çevresidir. Atatürk'ü yetiştiren çevre de Türk ulusu­nun çevresidir. Atatürk de içinde olmak üzere bütün Türkler sonsuzluk şarabını işte bu tüken­mez kaynaktan, ulus kaynağından içmişlerdir. Kevser şarabını kana kana içmesini bildikleri içindir ki sonsuzluk sırrına ulaşmışlardır.

İsmayıl Hakkı BALTACIOĞLU (hzl. Prof. Dr. Cahit Kavcar, Ferhan Oğuzkan, Türk Dili III)

 

 İLGİLİ İÇERİK

11.SINIF MAKALE SLAYTI

MAKALE ÖRNEKLERİ

MAKALE ÖZELLİKLERİ

MAKALE - TÜRK TARİHİ

KÜLTÜR VE DİL - MAKALE

MAKALE-TÜRK DİLİ ZENGİN BİR DİL MİDİR?


Kuva-yı Milliye

Millî istiklâl dâvasına atılmış olan Türk milletini bu dâva devam ettiği müddet­çe, bu istiklâle inanan ve onu tahakkuk ettirmek için hesapsız fedakârlığı göze olan bir ruh haleti sarsıyordu. Bu ruh haletine "Kuva-yı Milliye Ruhu" diyoruz.

Bu ruh, millî mücadele devrinde bütün memlekete ve millete aynı kesafette hâkimdi. O, memleketin her yerinde ve her köşesinde her vesile ile tezahür edi­yordu.

Bu ruhun büyük tezahür sahnesi Birinci Büyük Millet Meclisi idi.

Türk milletine bu ruh binlerce seneden beri dünyanın her köşesinden geliyor­du. Bu mazi en mükemmel üniversitelerden daha ziyade bu milleti yetiştirmiştir. Müstakil devlet fikri Türk milleti için babadan oğla kanla geçen fıtrî bir miras­tır. Eğer bu mazi olmasaydı İ918'in mağlûp Türk'ü 1922'nin muzaffer Türk'ü ola­mazdı.

Kuva-yı Milliye ruhunu Birinci Büyük Millet Meclisi zabıtlarının basılışların­da bile görmek mümkündür. Kâğıt yoktur. Fakat ne zararı var? Büyük Meclisin büyük müzakereleri gelecek nesiller için millî bir vedia olarak saklanmalıdır. İs­tida kâğıtlarına, mektup kâğıtlarına, kese kâğıtlarına basmakla Türk milletinin bu ölüm dirim günlerinde, ölümü yenmek için tedbir arayan insanların konuş­malarındaki kıymet azalır mı? Söylenilmiş bir tek cümle, bir tek kelime bile tespit edilmelidir ve edilmiştir.

Kuva-yı Millîye ruhunu Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplandığı bi­nada bulabilirsiniz. Mütevazı milletvekilleri bu mütevazı, yan karanlık ve dar ev­de, tarihin en ağır bir felâketini Önleyerek zulüm ve istibdat ve tahakküm fikrine, esaret ve zillet hissine muhteşem bir şekilde karşı koydular.

Birçok akşamlar petrol lâmbaları dahi bulunmayarak, mum ışığı altında sa­bahlara kadar süren ateşli, asabi ve zengin müzakerelerde Türk milletinin tarihi­ne yeni bir şeref sayfası bu küçük binanın içinde yazıldı.

1921 yılında Matbuat Umum Müdürü olan babam şu hâdiseyi daima anlatırdı:

O sene Ankara'ya gelen bir yabancı muharrir, galiba bir İngiliz, gazetesine çe­kilmek üzere şu şekilde bir telgraf yazıyor ve telgrafhaneye yolluyor:

"Ankara, dağlar arasında bir bataklıktır. Bu bataklığın içinde bir yığın kurba­ğa başlarını havaya kaldırmış, durmadan ötüp durmakta ve dünyaya meydan oku­maktadır."

Harice giden bütün telgraf ve mektuplar Matbuat Umum Müdürünün sansü­ründen geçerdi. Bu telgrafı da babama getiriyorlar; alıyor ve şöyle değiştiriyor:

"Ankara, Anadolu'nun ortasında çorak, bakımsız ve kerpiç evli küçük, bir şe­hirdir. Bu şehirde bir avuç kahraman, medenî Avrupa'nın zulüm ve istibdadına karşı isyan ederek millî istiklâllerini korumağa çalışmaktadırlar."

İngiliz gazetecinin "bir yığın kurbağa" diye alay etmeğe cür'et ettiği bu kahra­manlar, bir sene sonra ordularını Akdeniz'e doğru yıldırım hızıyla koşturdukları zaman yabancı gazeteler, Türk Başkumandanı ordulara, "İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri." Acaba ikinci hedef neresidir? Avrupa'nın Türkler tarafından istilâsı mı başlıyor? endişesiyle haftalar geçirdiler.

(Samet Ağaoğlu, Kuva-yı Milliye Ruhu, 1944)

 

 

İLGİLİ İÇERİK

11.SINIF MAKALE SLAYTI

MAKALE ÖRNEKLERİ

MAKALE ÖZELLİKLERİ

MAKALE - TÜRK TARİHİ

KÜLTÜR VE DİL - MAKALE

MAKALE-TÜRK DİLİ ZENGİN BİR DİL MİDİR?


TÜRKÇEYİ DOĞRU KONUŞMAK

Türkçeyi iki ayrı yolda kullanmaktayız: Yazarak, Konuşarak.

Yazıda, yazım (imlâ) kurallarına uymaktayız. Ya konuşmada? Duygu ve düşünceleri­mizi söz ile anlatma eyleminde, yazımda olduğu gibi, uymamız gereken kurallar var mıdır?

Kitap diyor ki:

"1928 yılında kabul edilen Latin asıllı Türk alfabesi, Türk diline, o güne kadar uygu­lananların hepsinden daha uygun düşmektedir. Türk dilinin yazımı, her biri, aynı değer taşıyan 29 ses işaretine dayanır. Özellikle daha önceki alfabelerde bulunmayan 8 ayrı ünlünün kabul edilişi, Türk dili yazımının başlıca düğümlerini çözmüştür. Şöyle ki, bir ünsüz sekiz ünlünün her biri ile başlatılınca, 168 türlü ses meydana gelmektedir."

Burada duralım. Bu kez de başka bir kitaba başvuralım. Tahsin Banguoğlu, Türkçe-nin Grameri'nde şöyle diyor: "Yeni Türk yazısı bugünkü haliyle yazı lehçemizin sesle­rini karşılamaya yeterlidir. Bu yazıda her ses için ayrı bir harf ve her harf için yalnız

bir ses esasları gözetilmiştir." Aynı sayfanın baş tarafında ise, şunları söylüyor: "Yazı aslında çok basit, konuşmayı aksettirmek için pek yetersiz bir işaretler sistemidir. Sözü ancak kabataslak tespit etmeye yarar. Yazı seslerin çeşitlerini, kelimenin vurgusunu, cümlenin ezgisini göstermez. Biz okurken bunları hayalimizden tamamlarız." Aynı ki­tabın karşı sayfasında da şunları okuyoruz: "Alfabe ses çeşitlerinin ayrı veya işaretli harflerle gösterilmesi yazıyı güçleştirir, pratik olmaz. Bunun için okurken ses çeşitlerini belirtme işi söyleyişe bırakılmıştır."

Çelişkiler üzerinde oyalanmadan, kendimizce önemli saydığımız şu noktaya parmak basmak istiyoruz. Gördük ki alfabemizi oluşturan 29 ses işaretinden (harften) bir çırpı­da 168 ses çeşidi meydana geliyor. Bunca sesi yazımda (imlâda) belirtme olanağı bulun­madığı iddiası ile, sesçil yazım da bir yana itilerek konuşmada gelişi güzellik yeğlenmiştir. Peki, söyleyişin doğrusu yanlışı, güzeli çirkini hangisidir? diye sormaya kalktığımızda, karşılık hazırdır: İstanbul söyleyişi. Bu kez de zihninize şu sorunun çen­geli takılacaktır. Evet, ama İstanbul dediğin bir koca kent; Türkiye haritasının hemen her santimetre karesinden kopup gelen insanların kaynaştığı bir il, İstanbul söyleyişi, İs­tanbul'un neresinde hangi İstanbul'umun sarayında, konağında, apartmanında ve de ağzında gizlemiştir?

Yazım diline gösterilen özenin konuşma dilinden esirgenmiş olması da bağışlanacak bir savsaklama gibi görünmemektedir. Bunun sonuçlan, bakınız, neler oluyor:

a) Bugünkü haliyle, Türkçe sözlüğümüz, konuşmada, Türkçeyi ancak kulaktan öğ­renmişlere yardımcı olabiliyor. Bir yabancı, sözcükleri doğru telâfuza, doğru vurgula­maya meraklı biri, sözlüğümüzden hiçbir yardım görememektedir.

b) Uygarlık dili niteliğini kazanan bütün diller, sesçil yazımla sözcüklerini işlemişler, değerlendirmişler ve pekiştirmişlerdir. Böylece, öğrenim ve etki alanlarını genişletmiş­ler, söyleyişte birliğe ulaşmışlardır. Bunların sonucu olarak da, anlatma ve anlaşma olanaklarını artırmışlardır. Böylece, diksiyon diye bir konu çıkmış ortaya. Doğru ve gü­zel konuşmanın kurallarını öğretmekle yükümlü diksiyon, dillerini önemseyen, benim­seyen, seven ve sayan bütün uygar toplumların en gözde eğitim ve öğretim konusu ve sorunu olagelmiştir.

Biz bunlann hiçbirini yapmadık, yapamadık, yapmamaktayız. Söz söyleme, konuşma sanatı diye bir sanatın var olduğunu bilmekte isek de, bunun gerçekte ne olduğunu, açık konuşalım, gereğince bilmemekteyiz.

Dilimizin sesçil yazım sorunu çözümleninceye dek elimizi ve dilimizi bağlayıp otur­mayalım. Tezelden, öğretmen okullan ile eğitim enstitülerine diksiyon dersini koyalım.

Gelişi güzel, yalan, yanlış, çirkin ve yetersiz konuşma alışkanlığına son vermek amacı ve özlemi ile hemen işe koyulalım.

Hık mıktan, kem kümden kurtulup ışıklı sözün aydınlığında birbirimizle anlaşmak, birbirimizi anlamak istiyorsak, en kısa yolun, doğru ve güzel konuşmadan geçtiğini bi­lelim. Güzel konuşmak, güzel düşünmeyi gerekli kılacağı için, bu arada onu da öğren­miş oluruz.

**

 

İLGİLİ İÇERİK

11.SINIF MAKALE SLAYTI

MAKALE ÖRNEKLERİ

MAKALE ÖZELLİKLERİ

MAKALE - TÜRK TARİHİ

KÜLTÜR VE DİL - MAKALE

MAKALE-TÜRK DİLİ ZENGİN BİR DİL MİDİR?


DÜŞÜNME TEMBELLİĞİ

Düşünmek ve tembellik!.. İnsanların özelliklerini, amaçlarım belirleyen en önemli iki temel kavram. Madalyonun karşıt iki yüzünden biri olan düşünmek, "zihinden geçir­mek, bir sonuca varabilmek için inceleme, karşılaştırma, aradaki ilgilerden yararlan­ma, zihniyle doğruyu, eğriyi arayıp bulma, ilgili ve titiz davranma, değerlendirme" biçiminde; tembellik de, "iş yapmak istememe, üşenme" biçiminde açıklanmaktadır. Başarının nedeni düşünebilmek, başarısızlığın nedeni de tembelliktir; fakat düşünme tembelliği başarısızlıktan öte yıkımdır da... .

Düşünen kişi, düşünme yetkisini elinde bulundurabilen kişidir. Başkalarının düşündü­ğü, söylediği, istediği gibi değil; kendi akıl gücüne dayanarak, kendi bilgilerinden, yete­neklerinden, becerilerinden, isteklerinden yararlanarak; kendi seçtiği amacı gerçekleştirmek için çalışan; eninde, sonunda başarıya ulaşan kişi, düşünebilen kişidir. Düşünen kişi etki altında kalmaz: Doğruyu, gerçeği arar, bulur; bunu söylemekten, bu­nu yapmaktan asla geri kalamaz; bu yüzden etkileyen kişidir. Kopye etmez; kendi akü süzgecinden geçirmeden, çeşitli bilgilerle karşılaştırmadan, inceleme, araştırma yapma­dan, doğrusunu öğrenmeden bir şeyi benimsemez; ilginç ve özgün kişiliğiyle, yaptıkla­rıyla daima kopye edilir. Zekâ kıvraklığı, onu düşünceli ve duyarlı yapar; varlığının ve sorumluluğunun bilincindedir. Nedenine inanmadığım kesinlikle yapmaz; fakat inandığını da yapmaktan asla geri kalmaz. Taşıdığı sorumluluk, onun başarılı olmasını sağ­lar. Araç olmaz; ama araç olarak yararlanmakta da başarılıdır. Eğer basit çıkarlardan da kurtulabilirse, gerçekten en soylu kişiler düşünebilen kişilerdir. İnsanlığın bugünkü uygarlık aşamasına gelebilmesi, bir yerde onların eseridir. Yöneten kişi özelliği de göz­den uzak tutulmamalıdır; yönetilmezler; fakat yönetirler.

Düşünme tembeli olan kişiler böyle midirler? Onlar en başta duyarsızdırlar: Doğru­ya, gerçeğe, güzele, iyiye karşı duyarsızdırlar. Tıpkı düşünen kişinin yarattığı robot gi­bi. Robot, kendisine buyrulanı eksiksiz ve aynen yapar; onun beyni, yeteneği, gücü kendisini yönetenin elindedir. Duyarsızlık, anlama ve kavrama yeteneğinden yoksun oluş, düşünme tembelini yönetilen, güdümlü insan durumuna düşürür. Başkalarının isteklerini böylesine yerine getirebilen kişi, kendi işini kendi yeteneğiyle yerine getirmede etkisizdir. Duyarsızlık onu hiç duymamış gibi davranmaya, aldırmazlığa, ilgisizliğe, is­teksizliğe götürür. Kendi işlerinde başarısız oluşlarının nedeni budur.

Duyarsızlıkları, zekâ kıvraklığından yoksun oluşlarından ileri gelir. Çabuk, kolay, hemen kavrayabilme, sezebilme, anlayabilme anlamına gelen zekâ kıvraklığından yok­sunluk "vurdumduymazlık", "ağır" sözleriyle tanımlanır. Gerçeğe, doğruya, güzele karşı sağır; fakat yıkmaya, yok etmeye karşı ise duyarlı olması, kendi akıl gücüyle hare­ket edememesinden, güdümlü insan olmasındandır.

Düşünme tembeli, sorumluluk duygusu da taşımaz. Böyleleri kendilerini hiçbir şey­den, görevlerinden, ödevlerinden sorumlu saymazlar. Kendilerini yetiştirmekten, ara­maktan, incelemekten, gerçeği bulmaktan sorumlu saymazlar kendilerim. Eğer tek kitaplık insan iseler, yapamayacakları kötülük yoktur; kendi dizginleri kendi kafaların­da, kendi ellerinde olmayan böylesi düşünme tembelleri, geliştiremedikleri kişiliklerini kabul ettirmek düşkünlüğündedirler. Güzeli, doğruyu gerçeği arayıp bulmakta, insan olmada başarısız; fakat buyrulanı yapmakta çok başarılıdırlar.

Çağımızda düşünen insanla düşünme tembeli insan arasındaki çelişki çok belirginleş­miştir. Düşünen kişi yapar, yaptırır; bu yüzden başarır, başarılıdır. Düşünme tembeli ise zeki de olsa, işletemediği zekâsıyla duyarsız, sorumsuz olduğundan kendi kendine yapamaz; ancak buyrulanı yapar; böylelerinin gerisinde daima bir yaptıran vardır


KÜTAHYA ÇİNİLERİ

Çiniciliğin Kütahya'ya hangi tarihte geldiğini kesin olarak belirten metinlerden mahrum bulunuyoruz... Evliya Çelebi, kita­bının «Kütahya Şehri» bölümünde «... Kâse ve filicam (fincan) ve maşraba ve gözeleri (cezve) ve çanak ve tabaklan bir diyara mahsus değildir.» demekle Kütahya'daki bu Türk sanatına işaret etmektedir.

Evliya Çelebi, bize Kütahya çinileri hakkında açık bilgi vermemektedir. Ancak on yedinci asır başlangıcında, İznik' tekiler kadar mükemmel olmamakla beraber Kütahya'da çini yapılmak­ta olduğunu biliyoruz.

Gerek Kütahya, gerek İznik çinilerinin İslâm medeniyetiyle ilgili olduklarına ve bu medeniyetle yurdumuza geldiklerine asla şüphe yoktur. İslâm medeniyetiyle yurdumuza giren çiniciliğe Selçuklar çeşni, vermişler; Türkler de gerek renk, gerek şekil iti­bariyle çiniciliği, sanatın en yüksek zirvesine çıkarmışlardır. Bu suretle İran . Arap sanatı olan çinicilik, Türk'ün eşsiz sanat zev­ki ve İstidadı sayesinde çok kısa bir zaman içinde bir Türk sanatı halini almıştır.

Kütahya çinisinin özelliği, bilhassa renklerdeki ahenk, taze­lik ve metanettir. Fıstık yeşili, koyu mor, ebegömeci rengi, ko­balt mavisi, yeşil zeytin rengi, siyah, firuze mavisi, menekşe ren­gi, koyu al, gök mavisi en fazla kullanılan ve muvaffak olan renklerdir. Bu renkler çok defa beyaz, mor ve bazan da siyah zemin üzerine kullanılır. Desen itibariyle en fazla sürümü olan gül, sümbül, nilüfer, lâle, karanfil, kır çiçekleri; testi, kandil, ka­yık gibi eşya; geyik, kuş gibi hayvanlardır...

Kütahya camilerinden Ulu ve Yeşil camilerde güzel çiniler vardır. Son zamanlarda kurulan Kütahya müzesindeki çiniler, Türk'ün sanat kudretini belirten ölmez eserlerdir.

Sadrettin KARANAKÇI

 

İLGİLİ İÇERİK

11.SINIF MAKALE SLAYTI

MAKALE ÖRNEKLERİ

MAKALE ÖZELLİKLERİ

MAKALE - TÜRK TARİHİ

KÜLTÜR VE DİL - MAKALE

MAKALE-TÜRK DİLİ ZENGİN BİR DİL MİDİR?


Atatürkçü Düşüncede Eğitim Sistemi ve Boyutları

GİRİŞ

Eğitim sisteminin birbirini tamamlayıcı olarak düşünülmesi gereken iki önemli işlevi vardır. Birinci işlev, milletin kültürünü oluşturan sağlam ve kalıcı değerleri genç kuşaklara aktararak, milletin sürekliliğini sağlamaktır. İkinci işlev, toplumun davranışlarında istenilen bazı değişiklikleri gerçekleştirmek; toplumun gelişmesini, ilerlemesini, çağdaşlaşmasını sağlamaktır. Eğitim, bu işlevlerin ikisini birden yerine getirmekle yükümlüdür. Bunlardan birincisi gerçekleşmezse toplumda kopukluk olur, milletin sürekliliği tehlikeye düşer. İkinci işlev gerçekleşmezse, toplum geri kalır, çağın gelişmelerine ayak uyduramaz, varlığı tehlikeye düşer (1).

İşte bu durumu çok iyi bilen Atatürk’e göre, “en önemli, en esaslı nokta eğitim meselesidir.” Çünkü “eğitim bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum hâlinde yaşatır, ya da bir milleti esarete ve sefalete terk eder” (2).

Atatürk, o güne kadar izlenen eğitime ilişkin yaklaşımların milletin gerilemesinde en önemli etken olduğu kanısındadır. Bütünüyle bilimsel yaklaşımlara kapısını kapatmış bir geleneksel eğitim sistemi, Atatürk’ün ifadesiyle “çağın gereklerine ve toplumun ihtiyaçlarına cevap vermek”ten uzak bulunmaktadır. Çünkü yaratıcılığı engelleyici nitelikte eğitim ve öğretim yöntemlerine sahip olan geleneksel eğitim, ezberciliğe dayanmaktadır. Bu ise, yapıcı ve yaratıcı yeni nesillerin yetişmesini sağlayamamaktadır.

Atatürk, “yalnız çizilmiş eski yollarda şöyle veya böyle yürümenin nasıl olacağının tartışılmasını değil, ileri sürdüğü şartları kapsayan yeni bir eğitim yolunun bulunup millete göstermek ve o yolda yeni nesillere rehberlik yapmak gerektiğini” (3) vurgulamıştır. O, koyduğu ilkelerin korunmasını, yaptığı inkılâpların devam ettirilmesini, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet yaşatılmasını sağlayacak bir eğitim sistemi kurmaya çalışmıştır.

Atatürk, bir yandan, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması için askerî alanda büyük çaba harcarken, bir yandan da çağdaş eğitim sistemleri üzerinde araştırmalara girmiştir. O, çok iyi biliyordu ki, “kültür, eğitim ve iktisat zaferleri ile tamamlanmadıkça askerî zaferler tek başına millî kurtuluşu sağlamaya yetmeyecektir” (4). Bunun için, Atatürk, Çankaya Köşkü’nü akademik tartışmaların yapıldığı bir merkez hâline getirmiş; eğitim alanında yapılan yenilikleri izlemiş, bu konudaki çalışmaları bizzat yönetmiş, programları düzeltmiş, ders kitabı yazmış, tahta başına geçmiş Türk milletine başöğretmenlik yapmıştır.

Atatürk, oluşturmak istediği eğitim sisteminde, ilköğretimin genel ve zorunlu olmasını, ülkede eğitim birliğinin sağlanmasını, ortaöğretimin iyi araç-gereçle özleştirip kolaylaştırılmasını, teknik öğrenimin ilk ve orta derecelerden, en yüksek derecelerine kadar memlekette gerçekleştirilmesini, yükseköğretimin çağımızın gereklerine uygun olmasını amaç edinmiştir. Bu amacın gerçekleşmesi için de, Türkiye’nin eğitim politikasının her derecesinin tam bir netlik ve hiçbir tereddüde yer vermeyen açıklık ile ifade edilmesinin ve uygulanmasının lazım olduğunu vurgulamıştır.

Atatürkçü düşüncenin öngördüğü eğitim sistemini analiz ederken, üç temel öğe olan öğretmen, program ve öğrenci boyutlarına sürekli vurgu yapıldığı görülmektedir.

ÖĞRETMEN

Eğitim sistemini başarılı kılan temel faktörlerden birincisi öğretmendir. Çünkü eğitim sistemini plânlayan, uygulayan, izleyen ve değerlendiren öğretmendir. Eğitim sisteminde öğretmenin önemli bir konuma sahip olduğunu çok iyi bilen Atatürk, öğretmenlik mesleğine layık olduğu büyük değeri vermiştir. Atatürk’e göre, “memleketi ilim, irfan, ekonomi ve bayındırlık sahalarında yükseltmek, milletimizin her hususta çok verimli olan kabiliyetlerini geliştirme, gelecek nesillere sağlam, değişmez ve olumlu bir karakter vermek lazımdır. Bu kutsal amaçları elde etmek için mücadeleye katılanların arasında öğretmenler en önemli ve en hassas yeri almaktadır” (5).

Öğretmenlere, “Öğretmenler! Yeni nesil Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcileri sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserinizin kıymeti, sizin beceriniz ve fedakârlığınız derecesiyle orantılı olacaktır. Sizin başarınız Cumhuriyet’in başarısı olacaktır” (6) diye hitap eden Başöğretmen Atatürk’ün eğitime ilişkin düşüncelerinin ve eğitimden beklentilerinin gerçekleştirilmesinde dayandığı ve güvendiği kuvvet Türk öğretmeni olmuştur.

Atatürk, 14 Ekim 1925 günü İzmir Erkek Öğretmen Okulu’nu ziyareti sırasında yaptığı konuşmada, öğretmenlik mesleğinin önemini şöyle vurgulamıştır: “Milletleri kurtaran yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden eğitimciden yoksun bir millet, henüz millet adını almak kabiliyetini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir, millet denemez. Bir kitle millet olabilmek için mutlaka eğitimcilere, öğretmenlere muhtaçtır” (7).

Öğretmenin Görev ve Sorumluluğu

Atatürk’ün öğretmenlere verdiği görev ve sorumluluk büyüktür. Büyük Zafer kutlamak için, Bursa’ya gelen öğretmenlere 27 Ekim 1922 günü yaptığı konuşmada şunları vurgulamıştır:

“Memleketimizi ve toplumumuzu gerçek hedefe, mutluluğa eriştirmek için, iki orduya ihtiyaç vardır. Biri, vatanın hayatını kurtaran asker ordusu; diğeri milletin istikbalini yoğuran kültür ordusu. Bir millet kültür ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin sürekli netice vermesi, ancak kültür ordusunun varlığına bağlıdır. Bu ikinci ordu olmadan, birinci ordunun verimli sonuçları kaybolur. Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız ortam hazırladı. Gerçek zaferi, siz kazanacak, yaşatacaksınız ve mutlaka başarıya ulaşacaksınız. Ben ve sarsılmaz inançla bütün arkadaşlarım sizi izleyeceğiz ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız.” (8).

Öğretmenin Sosyal Statüsü

Atatürk, öğretmenlik mesleğine çok önemli bir boyut daha getirmiştir. O da, öğretmenlik mesleğinin özveri gerektirdiğidir. Gerçekten ektiğini en geç biçen çiftçi öğretmendir. Öğretmenin ürünleri, çok geç ve güç yetişir ama bir kez yetiştiğinde niteliği öğretmenin niteliği ile özdeşleşir. Öğrenciler, gençler öğretmenlerinin yalnız bilgisinden değil, onun tüm kişiliğinden -tutumlarından, davranışlarından, ilgilerinden, ihtiyaçlarından, değerlerinden ve benzeri özelliklerinden- etkilenir. O halde, öğretmenleri Atatürk’ün deyimi ile “insan toplumunun en özverili ve muhterem unsurları” (9) saymak gerekmektedir.

Atatürk’ün öğretmenlere ilişkin bu iltifatlar, sadece ifadelerde kalmamış uygulamada da görülmüştür. Dolmabahçe’de yapılan bir toplantıda Atatürk’ün oturması için çok göz alıcı ve muhteşem bir koltuk konulmuş ve Atatürk’ün yanındakiler Atatürk’e bu koltuğa oturmasını ısrar edince, aldıkları cevap Türk eğitimcileri için bir övünç kaynağı olmuştur. “O koltuk profesörlere aittir” (10) demiştir.

Atatürk’e göre, “Okullarda eğitim görevinin güvenilir ellere verilmesi, memleket evlatlarının o görevi kendine hem meslek hem de bir ülkü sayacak erdemli ve muhterem öğretmenler tarafından yetiştirilmesini sağlamak için öğretmenlik, diğer serbest ve yüksek meslekler gibi değişerek gelişmeye ve her halükârda geçim rahatlığı sağlamaya elverişli bir meslek hâline getirilmelidir. (11)

PROGRAM

Atatürk’e göre “hükümetin en verimli ve en önemli vazifesi millî eğitim ile ilgili işlerdir. Bu işlerde başarılı olabilmek için öyle bir program takip etmeye mecburuz ki, o program milletimizin bugünkü haliyle sosyal, hayatî ihtiyacıyla, çevre şartlarıyla ve çağın gerekleriyle tamamen uygu, uyumlu olsun. Bunun için, büyük ve fakat hayali ve karmaşık düşüncelerden tamamen sıyrılarak gerçeği etkili bir bakışla görmek ve el ile temas etmek lazımdır. Teşebbüs edilecek şeyin neden ibaret olduğu ancak bu şekilde kendiliğinden ortaya çıkar” (12).

Eğitim Programlarının Nitelikleri

1. Hedefler: Atatürk, cumhuriyet eğitiminin hedefleri için iki temel ilkeye dikkatleri çekmiş; bunların önemini ve nasıl gerçekleştirileceğini şu ifadelerle ortaya koymuştur. “Millî eğitim işlerinde kesinlikle zafere ulaşmak lâzımdır. Bir milletin gerçek kurtuluşu, ancak bu şekilde olur. Bu zaferin sağlanması için: Bunlardan birincisi, eğitimin sosyal hayatın ihtiyaçlarına cevap vermesi; diğeri ise, çağın gereklerine uygun olmasıdır” (13).

2. Bilimsellik: Atatürk, eğitim sisteminin; eğitim programlarının bilimsel olmasının önemi üzerinde durmuştur. Ona göre, “Çağın ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek bir eğitim sistemi, bilimsel yöntemlere ağırlık vermelidir. Okullarımızda, temel ve uygulamalı bilimlere, araştırmaya önem verilmelidir. Eğitim programları, bilim alanındaki en yeni gelişmeleri göz önünde tutmalıdır” (14).

Atatürk, uygarlık yolunda başarı ile ilerlemenin sırrını, aklın ve bilimin yol göstericiliğinde görmüştür. “Dünyada her şey için; medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan çıkmaktır” (15).

3. Gelişmelere Açık Olma: Atatürk, eğitim sisteminin temelini oluşturan eğitim programlarının gelişmelere açık olmasını önemle belirtmiştir. “İlim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır. Bin ikibin, binlerce yıl önceki bilim ve fen ile ilgili kaide ve kuralları şu kadar bin yıl sonra olduğu gibi uygulamaya kalkışmak, şüphesiz bilim ve tekniğin içinde bulunmak değildir” (16).

4. Uygulamaya Yönelik Olma: Atatürk, uygulamalı eğitimi eğitim sisteminin temeli olarak görmüştür. O’na göre, “Bir yandan bilgisizliği ortadan kaldırmaya uğraşırken, bir yandan da memleket evladını toplumsal ve ekonomik hayatta aktif şekilde etkili ve verimli kılabilmek için zorunlu olan ilk bilgileri uygulamalı bir biçimde vermek metodu eğitimimizin temelini oluşturmalıdır” (17).

Atatürk, uygulamalı eğitimin yıllarca ihmal edildiğini ve bunun sonuçlarını da dile getirmiştir. “Geçmişte devletin eğitim işlerini yürütenler, sanat ve ticaret gereksizmiş gibi düşünmüşlerdir. Ülkenin yoksul, harap; halkın bilgisiz kalması bu yüzdendir. Oysa eğitim programının temelini, yaşamamız için gerekli şeyleri süratle, kolayca yapmayı öğretmek teşkil etmelidir” (18). Bu durumun gerçekleşmesi için, Atatürk’ün önerileri son derece önemlidir. Yaparak öğrenmeye dayanan ve yaygın bir eğitim-öğretim için yurdun önemli merkezlerinde yeni kitaplıklar, çeşitli bitkileri ve hayvanları içine alan bahçeler, konservatuvarlar, işyerleri, müzeler, galeriler, sergi salonları kurmak gerekli olduğu için ilçe merkezlerine kadar bütün yurdun basımevleriyle donatılması gerekmektedir.

Atatürk, uygulamalı eğitimin hedeflerini, niçin gerekli olduğunu ve hangi eğitim kademesinden itibaren başlaması gerektiğini de şöyle ifade etmiştir. “Toplumsal hayatta bizzat faal ve faydalı, verimli elemanlar yetiştirmek lâzımdır. Bu da ilk ve ortaöğretimin uygulamalı bir şekilde olmasıyla mümkün olur. Ancak bu sayede, toplumlar iş adamlarına, sanatkârlarına sahip olur. Elbette millî dehamızı geliştirmek, hislerimizi layık olduğu dereceye çıkarmak için, yüksek meslek sahipleri de yetiştirmeliyiz” (19). Öte yandan, Atatürk, uygulamalı eğitimin, özellikle, ilk ve ortaöğretimde, nasıl verilmesi gerektiğini ayrıca vurgulamıştır. “İlk ve ortaöğrenim mutlaka insanoğlu ve medeniyetin gerektirdiği ilim ve fenni versin Fakat o kadar pratik bir şekilde versin ki, çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkûm olmadığına emin olsun” (20).

Eğitimin uygulamalı şekilde yapılmasında en önemli faktör, eğitim sürecinden birinci derece sorumlu olan, öğretmenler ve eğitimcilerdir. Bunun böyle olduğunu çok iyi bilen Atatürk, öğretmen ve eğitimcilerin öğretim sürecinde gerçekleştirecekleri etkinliklerin nasıl olması gerektiğini ve bunun sonuçlarına dikkatleri çekmiştir. “Her profesör ve öğretmenin aşılayacağı fikirler, ideal gayelere hizmet edecek şekilde olmalıdır. Kitapların cansız teorileri ile karşı karşıya gelen genç beyinler, öğrendikleriyle memleketin gerçek durumu ve çıkarları arasında ilişki kuramıyorlar. Yazarların ve teorisyenlerin tek taraflı dinleyicisi durumunda kalan Türkiye’nin çocukları hayata atıldıkları zaman bu ilişkisizlik ve uyumsuzluk yüzünden tenkitçi, karamsar, millî şuur ve düzene uyumsuz kitleler meydana getirirler” (21).

5. Üretkenliğe Yönelik Olma: Atatürk’ün eğitim sisteminin temeline koyduğu ilkelerden biri de üretime yönelik olmadır. O, eğitimin hayatla ilişkili olmasını ve eğitimin ekonomik hayatı etkilemesini istemiştir. Atatürk’e göre, “eğitim ve öğretimde izlenecek yol, bilgiyi günlük yaşamda başarılı olmayı sağlayacak, uygulamalı ve kullanılması mümkün bir araç hâline getirmektir.” Bu, gerçekleştiği takdirde “kültürlü insanlar sorunlarını, öğrendiği, uygulayacağı ve geliştireceği bilgi ve teknoloji ile çözmeye çalışmalıdır. Faaliyetleri sonunda ortaya bir ürün koymalıdır. Bu da hayal olan cansız teorilerle değil, gerçekle ilgili, gerçeği açıklayan teorilerle mümkündür” (22).

6. Uygulanacak Yöntemler ve nitelikleri: Atatürk, o güne kadar izlenen eğitim-öğretim yöntemlerinin, milletimizin gerileme tarihinde en önemli etken olduğu kanısındadır. Atatürk’e göre, “eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem, bilgiyi insan için bir süs, bir baskı aracı yahut medenî bir zevkten çok, maddî hayatta başarılı olmayı sağlayan pratik ve kullanılabilir bir araç durumuna getirmektir” (23). Bu sözler hem geleneksel eğitimin bir eleştirisi, hem de eğitimle ilgili yeni düzenlemelerde hayattan ve hayatın ihtiyaçlarından kopuk bir yola girme ihtimallerine karşı bir ikazdır.

7. Disiplin: Atatürk’e göre, “hayatın her çalışma safhasında olduğu gibi özellikle öğretim hayatında sıkı disiplin başarının esasıdır. Müdürler ve öğretim kadroları disiplin sağlamaya, öğrenciler ise disipline uymaya mecburdur.” Bu, korku ve fizikî etkileme şeklinde bir disiplin anlayışı değildir. Öğrencilerin, öğrendiklerini isteyen, benimseyen, duyan ve kurallara uyan bir anlayıştır. Atatürk, bu konuya şöyle açıklık getirmektedir. “Koru ile verilen eğitim, makbul bir eğitim değildir. Böyle bir eğitime güvenilmez” (24).

Atatürk, eğitim sisteminde eski dönemlerin dayağa dayanan düzen ve disiplin anlayışı yerine, sevgiye dayanan bir düzen ve disiplin anlayışının yerleştirilmesinden yanadır.

ÖĞRENCİ

Türk milleti, Atatürk’ün önderliğinden bağımsızlık mücadelesine girişirken ve Cumhuriyeti kurarken gençliğin, bundan sonra hangi ilkelere, amaçlara, hangi eğitim felsefesi ve dünya görüşüne göre yetiştirilmesi gerektiğinin ivedilikle belirlenmesi çok önem taşıyordu. Eğitim sürecinde yetiştirilecek bireylere hangi niteliklerin kazandırılacağı, Atatürk’ün birçok ifadelerinde açıkça vurgulanmaktadır. Atatürk’e göre, “millî eğitimin gayesi, yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, daha çok memlekete ahlâklı, cumhuriyetçi, inkılâpçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakteri sahibi genç yetiştirmektir” (25).

Ancak, Atatürk’e göre öncelikli bir nitelik vardır ki, o nitelik gerçekten son derece önemlidir. Atatürk, bu niteliği 1 Mart 1922 günü TBMM açış konuşmasında şöyle dile getirmiştir. “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ver her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine, millî geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir” (26).

Atatürk, gençlerin cumhuriyetin düşüncede, bilimde, fende ve bedence güçlü, yüksek karakterli koruyucuları olarak yetiştirilmesini istemiştir. Bu isteğini, 25 Ağustos 1924 günü Öğretmenler Birliği Kurultayı’nda söyle vurgulamıştır. “Cumhuriyet, fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli, yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir” (27).

Yine aynı Kurultay’da, “memleket evlâdı, her öğretim kademesinde ekonomik hayatta yapıcı, etkili ve başarılı olacak şekilde donatılmalıdır” ifadelerine yer vermiştir. Bu ifadelerle, özellikle, ortaöğretimde genel bilgi verme yanında, sanat ve meslek sahibi elemanları yetiştirmek ve millî kültür geliştirmek gerektiğini ortaya koymuştur.

Atatürk’ün eğitim sürecinde önem verdiği bir temel konu da demokratik eğitim ortamıdır. Atatürk’e göre, “çocuklar, serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye teşvik edilmelidir. Böylece, hem hatalarını düzeltmeye imkân bulunur, hem de ileride yalancı ve riyakâr olmalarının önüne geçilmiş olur. Kısacası, çocuklarımızı artık, düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız” (28).

SONUÇ

Atatürk’ün eğitim ve öğretim konusunda ileri sürdüğü görüşler, bir bütün olarak ele alınırsa, görülür ki, diğer eğitim reformcuları gibi şu iki işi yapmaktadır. Birincisi, geleneksel eğitim sistemini yetersiz bulmakta, eleştirmekte ve bunun değiştirilmesini istemektedir. İkincisi ise, bunun yerine konmasını istediği yeni eğitim sisteminin ana ilkelerini saptamaktadır.

Atatürkçü düşünce, eğitim sisteminde fikri, irfanı ve vicdanı hür nesiller yetiştirmek için, lâiklik ilkesini benimsemiştir. Öte yandan, eğitimin bilimsel anlayışla yapılabilmesi, lâiklik ilkesinin uygulanmasıyla mümkündür.

Atatürkçü Eğitim Sistemi’nde programların kesin ve açık olması çok önemli olmakla birlikte, etkili ve verimli olabilmesi onların yeterli, anlayışlı ve fedakâr öğretmenlerle, eğitim kurumlarımızda çok büyük dikkat ve gayretle uygulanmasına bağlıdır.

Aslında önemli olan, ulusal eğitimin Atatürkçü ilkelerini saptamak değil, ilkelerin ulusal eğitimimizde ne ölçüde uygulama olanağı bulabildiğidir. O halde, 21. yüzyıla girerken, Türk Eğitim Sistemi başarılı olmak için yapısını, hedeflerini ve uygulayacağı programları saptarken, Türkiye Cumhuriyeti’nin dinamik ideallerini, Atatürkçülüğün devlet, fikir ve ekonomik hayatta öngördüğü ilkeleri ve esasları, birbirini kollayacak, destekleyecek ve bütünleyecek biçimde göz önünde bulundurmalıdır.

(*) Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölüm Başkanı

(1) H. Ali Koçer, “Atatürkçülük” Atatürkçü Düşünce Sistemi II. Kitap, Ankara 1983, s. 680.

(2) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri C. II. Türk İnkılâp Enstitüsü, Ankara, 1959, s. 198.

(3) Atatürkçülük, Millî Eğitim Basımevi, Ankara, 1984, s. 295.

(4) Turhan Feyzioğlu, “Atatürk ve Millî Eğitim”, Atatürkçü Düşünce, Türk Tarihi Kurumu Basımevi, Ankara, 1992, s. 675.

(5) Atatürkçülük, s.290.

(6) a.g.e. s.305.

(7) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s.232.

(8) a.g.e. s.32.

(9) Leyla Küçükahmet, Öğretmen Yetiştirme, G.Ü. İletişim Fakültesi Matbaası, Ankara, 1995, s.93.

(10)Galip Karagözoğlu, “Atatürk İnkılâplarının Yerleşmesinde ve Gerçekleşmesinde Eğitimin Rolü ve Yeri”, Atatürkçülük, Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 1983, s.39.

(11) Ensar Aslan, Atatürkçü Düşünce Sisteminde Türk Eğitimi, D.Ü. Atatürk Araştırmaları Merkezi Yayınları No:3, Diyarbakır, 1989, s.39.

(12) Atatürkçülük, s.295.

(13) a.g.e. s.293.

(14) Feyzioğlu. a.g.e. s.689.

(15) Atatürkçülük, s.290.

(16) Aslan, a.g.e. s.46.

(17) Nurettin Fidan, Münire Erden, Eğitime Giriş, Alkım Yayınevi,Ankara, 1997, s.124.

(18) Yahya Akyüz, “Atatürk ve Eğitim”, Atatürkçü Düşüncede El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi,Ankara, 1995, s.193.

(19) Aslan, a.g.e. s.63.

(20) Atatürkçülük, s.298.

(21) a.g.e. s.305.

(22) Atatürkçülük, s.131.

(23) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s.230.

(24) Aslan, a.g.e. s.43.

(25) Atatürkçülük, s.299.

(26) a..g.e. s.296.

(27) a..g.e. s.305.

(28) Akyüz, a..g.e. s.194.

MİLLİ EĞİTİM DERGİSİ SAYI 149, OCAK ŞUBAT MART 2001

 

İLGİLİ İÇERİK

11.SINIF MAKALE SLAYTI

MAKALE ÖRNEKLERİ

MAKALE ÖZELLİKLERİ

MAKALE - TÜRK TARİHİ

KÜLTÜR VE DİL - MAKALE

MAKALE-TÜRK DİLİ ZENGİN BİR DİL MİDİR?


MAKALE PARAGRAFLARI

1.

Halk şairlerinin sözlü kültür içinde 'tip'leşmesi, Türk halkbilimi çalışmalarında dile getirilmiş bir konu değildir. Dursun Yıldırım'ın Bektaşi tipi üzerinde dururken ta­nımladığı fıkra tiplerinden ödünçlediğimiz 'tip' terimi, sözlü gelenek içinde bireysel kimliklerinden sıyrılarak, belli bir tarzın yaratıcısı olarak ünlenen halk sanatçıları için kullanılabilir. Nitekim halk anlatılarına yönelik 'prototip' yaklaşımları da 'tip'in varlığını doğrulamaktadır. Türk halk şiiri geleneği içinde, şuh bir eda ile kadın gü­zelliğini anlatmak Karacaoğlan tipi, sünni otorite karşısında alevi duyarlılığını dile getirmek Pir Sultan Abdal tipi ve haksız­lık karşısında silaha sarılmak Köroğlu ti­pi ile özdeşleştirilmiştir. Dolayısıyla da sözlü gelenek ortamının yaratma, naklet­me, ezberleme ve hatırlama süreçlerinde 'sahipsiz kalan' şiirler, içeriklerine göre bu tiplerden birine mal edilmektedir."

2.

Milletlerin kültürleri -sırasıyla- 'sözlü', 'ya­zılı' ve 'elektronik' ortamlarda oluşmaya devam eder. Bir millete ait yazılı edebiyat ürünleri 'ferdî'(bireysel) özellikler taşır ve doğrudan veya dolaylı olarak o milletin 'sözlü' kültüründen beslenir. Bu yazıda, 'folklor'un ve özellikle de Halk Edebiya­tı'nın -ferdî veya anonim- temsilcileri ve bunların ürünleriyle bir 'edebiyat gelene­ği' ortaya koyup koyamadığı, ayrıca bu edebiyatın zaman içerisinde bir 'değişim' ve 'dönüşüm' yaşayıp yaşamadığı gibi hususlar değerlendirilmeye çalışılacaktır.

3.

Tarihi romanlar tezli eserlerdir. Ayrıca ta­rihi roman türü ciddi bir sanat dalıdır. Ay­nı zamanda bir eğitim vasıtasıdır. Türk Devletinin her anında bir sanatçıyı cez-bedecek çok çeşitli anekdotlar gizlidir. Kültürün oluşmasında ve devamlılığında sanatçıların rolü de inkar edilemeyecek kadar büyüktür. Tarihi roman iki bakım­dan önem taşır. Birincisi, tarihi şahsiyetin hem sanatkâr için hem de toplum için her zaman ilgi çekici olmasıdır. Tarihi şahsi­yetler, hükümdarlar, çağdaş karakterler kadar merak uyandırıcıdırlar. Sanatkâr, eserini meydana getirmek için onlarda is­tediği kadar malzeme bulabilir, tarihten aldığı bir şahsiyeti işleyebilir. İkincisi, ta­rihi şahsiyetlerin evrensel olmalarıdır. Onlar, zamanın ve mekanın ötesinden bütün insanlara seslenirler, hitap ederler. Geçmişte yaşamış ve isim bırakmış lider şahsiyetler her zaman günceldirler. Sa­nat, bu güncelliği yakalamanın en tesirli yollarından biridir. Bundan başka, ro­manların incelenmesinden çıkaracağı­mız sonuç, tarihi romanın Türk edebiya­tında didaktiklikten başlayan, sanata doğru gelişen bir çizgi takip etmiş olma­sıdır.

İLGİLİ İÇERİK

11.SINIF MAKALE SLAYTI

MAKALE ÖRNEKLERİ

MAKALE ÖZELLİKLERİ

MAKALE - TÜRK TARİHİ

KÜLTÜR VE DİL - MAKALE

MAKALE-TÜRK DİLİ ZENGİN BİR DİL MİDİR?