Kuva-yı Milliye
Millî istiklâl dâvasına atılmış olan Türk milletini bu dâva devam ettiği müddetçe, bu istiklâle inanan ve onu tahakkuk ettirmek için hesapsız fedakârlığı göze olan bir ruh haleti sarsıyordu. Bu ruh haletine "Kuva-yı Milliye Ruhu" diyoruz.
Bu ruh, millî mücadele devrinde bütün memlekete ve millete aynı kesafette hâkimdi. O, memleketin her yerinde ve her köşesinde her vesile ile tezahür ediyordu.
Bu ruhun büyük tezahür sahnesi Birinci Büyük Millet Meclisi idi.
Türk milletine bu ruh binlerce seneden beri dünyanın her köşesinden geliyordu. Bu mazi en mükemmel üniversitelerden daha ziyade bu milleti yetiştirmiştir. Müstakil devlet fikri Türk milleti için babadan oğla kanla geçen fıtrî bir mirastır. Eğer bu mazi olmasaydı İ918'in mağlûp Türk'ü 1922'nin muzaffer Türk'ü olamazdı.
Kuva-yı Milliye ruhunu Birinci Büyük Millet Meclisi zabıtlarının basılışlarında bile görmek mümkündür. Kâğıt yoktur. Fakat ne zararı var? Büyük Meclisin büyük müzakereleri gelecek nesiller için millî bir vedia olarak saklanmalıdır. İstida kâğıtlarına, mektup kâğıtlarına, kese kâğıtlarına basmakla Türk milletinin bu ölüm dirim günlerinde, ölümü yenmek için tedbir arayan insanların konuşmalarındaki kıymet azalır mı? Söylenilmiş bir tek cümle, bir tek kelime bile tespit edilmelidir ve edilmiştir.
Kuva-yı Millîye ruhunu Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplandığı binada bulabilirsiniz. Mütevazı milletvekilleri bu mütevazı, yan karanlık ve dar evde, tarihin en ağır bir felâketini Önleyerek zulüm ve istibdat ve tahakküm fikrine, esaret ve zillet hissine muhteşem bir şekilde karşı koydular.
Birçok akşamlar petrol lâmbaları dahi bulunmayarak, mum ışığı altında sabahlara kadar süren ateşli, asabi ve zengin müzakerelerde Türk milletinin tarihine yeni bir şeref sayfası bu küçük binanın içinde yazıldı.
1921 yılında Matbuat Umum Müdürü olan babam şu hâdiseyi daima anlatırdı:
O sene Ankara'ya gelen bir yabancı muharrir, galiba bir İngiliz, gazetesine çekilmek üzere şu şekilde bir telgraf yazıyor ve telgrafhaneye yolluyor:
"Ankara, dağlar arasında bir bataklıktır. Bu bataklığın içinde bir yığın kurbağa başlarını havaya kaldırmış, durmadan ötüp durmakta ve dünyaya meydan okumaktadır."
Harice giden bütün telgraf ve mektuplar Matbuat Umum Müdürünün sansüründen geçerdi. Bu telgrafı da babama getiriyorlar; alıyor ve şöyle değiştiriyor:
"Ankara, Anadolu'nun ortasında çorak, bakımsız ve kerpiç evli küçük, bir şehirdir. Bu şehirde bir avuç kahraman, medenî Avrupa'nın zulüm ve istibdadına karşı isyan ederek millî istiklâllerini korumağa çalışmaktadırlar."
İngiliz gazetecinin "bir yığın kurbağa" diye alay etmeğe cür'et ettiği bu kahramanlar, bir sene sonra ordularını Akdeniz'e doğru yıldırım hızıyla koşturdukları zaman yabancı gazeteler, Türk Başkumandanı ordulara, "İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri." Acaba ikinci hedef neresidir? Avrupa'nın Türkler tarafından istilâsı mı başlıyor? endişesiyle haftalar geçirdiler.
(Samet Ağaoğlu, Kuva-yı Milliye Ruhu, 1944)