Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

SELİM İLERİ İLE SÖYLEŞİ

Bir yaz günü. Fakülte birinci sınıfı bitirmiş, tatil için memlekete gelmişim. Şehrin tek kitapçısında gördüğüm an kapağına vurulduğum "Her Gece Bodrum" elimde. Adını duyduğum ama okumadığım bir yazarın kitabı. Yeni baskısı... Bir arkadaşımın evinin bahçesindeyiz. Güvercin uçuruyor arkadaşım. Benimle konuşmak, sohbet etmek istiyor ama ben kitaba dalıp gitmişim. Vazgeçip bütün ilgisini kuşla­rına veriyor. Sırtım duvara dayalı, toprak zeminde, gölgede, kanat şakırtıları arasında kayboluyorum "Her Gece Bodrum"un içinde. Bitirir bitirmez koşturuyorum kitapçıya. "Bir Denizin Eteklerinde"yi de görmüştüm çünkü. Bir tokat da o kitaptan yiyorum. Yine çarpılıyorum. Yeni bir yazar "keşfetmenin" o doyulmaz hazzı. Ankara'ya döndüğümde diğer kitaplarıyla devam ediyorum serüvenime. Cehennem Kraliçesi, Ölüm İlişkileri, Dostlukların Son Günü... Sonra "Pastırma Yazı ve Cumartesi Yalnızlığı"nın ardına düşüyorum. Piyasada yok. Pastırma Yazı'nı kütüphanede bulup okuyorum. Cumartesi Yalnızlı­ğına ulaşabilmem için "Eski Defterde Solmuş Çiçekler"i beklemem gerekiyor.

Ve Ağrı'dayım, ilk görev yeri. Kitap yok, kitapçı yok. Abone olduğum dergilerle sürdürüyorum edebiyat dünyasıyla olan bağımı. Dergilerden birinden öğreniyorum "Yalancı Şafak"ın çıktığını. Postaneye gidip Ankara'ya telefon yazdırıyorum. Birkaç saat bekledikten sonra kız arkadaşımla konuşuyorum, Selim İleri'nin yeni kitabının çıktığını söylüyorum. Bir hafta sonra postayla geliyor Yalancı Şafak Ankara'dan.

"Son Yaz Akşamı", bir doğum günü armağanı olarak yer alıyor kitaplığımda. Saz Caz Düğün Varyete'yi yazar dostum Kenan Kalecikli'den, birlikte askerlik yaparken atışlarda girdiğimiz bir iddia sonu­cu kazanıyorum...

Yıllar sonra, 2003 yılının yaz sonu, Selim İleri Ankara'ya geliyor söyleşi için. Tanışıyoruz. Okurlar, kitaplarını okudukları yazarlarla tanışınca genellikle hayal kırıklığına uğrarlar. Belleklerinde iz bırakmış kişiyle aynı değildir karşılarındaki. Benim için öyle olmadı. Selim İleri'yle yıllardır tanışıyor, konuşuyor-muşum gibi duyumsamıştım o gün. "Cumartesi Yalnızlığının yeni baskısının arka kapağında "O bildi­ğiniz cumartesi yalnızı." yazdığı gibi, o, "bildiğim Selim İleri"ydi...

Nihayet, yağmurlu bir nisan İstanbul'u... Yazar arkadaşım Şaban Özüdoğru ile Selim ileri'nin evindeyiz. Sıcak bir gülümseme karşılıyor bizi kapıda...

Sohbete başlıyoruz. Ömrünü edebiyata, okumaya, yazmaya vermiş bir yazarın sesi kuşatıyor bizi...

Son romanınız "Yarın Yapayalnız" ile edebiyat gündeminde yerinizi aldınız. Bu romanda nihayet kalıcı bir karakter yarattığınızı söylüyorsunuz. Onca roman yazmış bir yazar olarak gel­diğiniz bu noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öteki romanlarda da belki birtakım karaktere yakın kişilikler, kimlikler vardı ama sanki kendim, kendimin dışında bir şeyle yarışmak istedim. Hepimizin böyle zaman zaman okuyup bitirdikten sonra da hayatımızda yeri kalan birtakım roman karakterleri vardır. Mesela bizim edebiyatımızda, Yakup Kadri'nin bazı roman kahramanları, Kiralık Konak'taki Naim Efendi aklıma geliyor. Ben onu yıllarca yaşadım; Naim Efendi'nin o sıkıntısını, acısını. Ya da Reşat Nuri Bey'in Yaprak Dökümü'ndeki Ali Rıza Bey'i... Batı romanına bakarsak Gustave Flaubert'in Madam Bovary'si ya da Tolstoy'un Anna Karenina'sı gibi. Kendi kitaplarımda bu tarz belirgin bir şekilde, kitap sona erdikten sonra, insanda o çapta iz bırakan kahraman olmadığını hissetmişimdir. Bu da beni üzmüştür. Ama bu kez galiba bir ölçüde bunun daha üstüne çıkabilelim diye düşünüyorum. Roman bittikten sonra da okurda o karakterin izi kalacak, o karakteri sevecek ya da sevmeyecek; onu kestirmek pek mümkün değil, tabii okurdan okura değişecek... Çok da sevimli bir karakter değil romanın başkişisi Handan Sarp. Ama bir iz h ^ kaçak duygusunu taşıyorum. O yüzden de bu kitap mutsuz etmiyor beni.

Pek çok kitabınızda yazdınız ama dergimizin okurları arasında sizi tanımayanlar olabilir düşüncesiyle (Çünkü okurlarımız arasında binlerce öğrencimiz de var.) tekrar sormak istiyoruz: Yazmaya nasıl başladınız?

Ben çok başarısız bir öğrenciydim. Bütün eğitim hayatım boyunca, ilkokulda da çok başarısızdım Yalnız bir kere -dördüncü sınıftaydım zannediyorum- bir pekiyi aldım, o da şimdiki adıyla kompozisyon dersiydi. Konu sonbahar gibi bir şeydi, şimdi tam hatırlamıyorum. O zamana kadar yazar olma perisi yoktu ama böyle bir şekilde, diğer derslerden başarısız olup da ondan pekiyi almak bana bir kıvanç duygusu getirdi. Galiba onun etkisiyle daha o zamandan beri birtakım yazarlık tecrübesi yapmaya başladım. Orta okula geçtiğim yıllarda, Galatasaray'da hazırlık sınıfında okurken bizim çağdaş edebi­yatımızın öncüleri sayılabilecek olan Halide Edip, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Hüseyin Rahmi gibi ro­mancılarımızı çok iyi okudum yani onların hemen hemen bütün eserlerini. Zannediyorum bu okumalar beni yazı yazmaya itti. İki türlü yazarlık olduğunu düşünüyorum: Birisi, yaşamdan yola çıkarak yazı yazanlar, diğeri eserlerden... Ben daha çok eserlerden yola çıkarak onlardan edindiğim heveslerle yazı yazmaya başlamış birisi sayıyorum kendimi. Ortaokul süresince hep yazdım. Yani öykü yazdım, ro­man yazdım. Lise çağımda da bunları dergilere gönderdim ama bunların hiçbirisi yayımlanmadı; uzun bir süre yayımlatma mücadelesiyle geçti.

Bu okuma süresi içerisinde sizi yönlendiren oldu mu, şunları oku gibi?

Olmadı. Kendi seçtiğim yolda kendi başıma gittim. Evimiz, kitap okunan bir evdi ama yine de bu an­lamda bir yönlendirme, bir kılavuzluk söz konusu değildi fakat lisede iki tane önemli edebiyat öğretmenim oldu. (Galatasaray'dan ayrılmış, Atatürk Erkek Lisesine geçmiştim.) Bunlardan birisi Bakiye Ramazanoğlu adlı bir öğretmendi. Ötekisi hem öğretmen hem de önemli bir edebiyat adamı olan Rauf Mutluay'dı. Aynı zamanda Fransızca hocamız da Vedat Günyol'du. Bu üç kişinin bir yönlendirmesi oldu tabii. Bütün klasik sayılabilecek yazarlarımızı okumuştum fakat çağdaş edebiyatımızın daha yakın dönemini pek fazla bilmi­yordum. Sabahattin Ali'yi, Sait Faik'i, Kenan Hulusi'yi, -ne bileyim- Tanpınar'ı, Peyami Safa'yı, bütün bu yazarları hocalarımın yönlendirmesiyle okudum. O anlamda yönlendirme daha çok lise çağlarında oldu. Batı edebiyatında da pek öyle bir yönlendirme söz konusu değil. Sadece Galatasaray'dayken Fransız ede­biyatı dolayısıyla belli birtakım yazarları okumuştum. Rus klasikleri Dostoyevski, Tolstoy, bütün bu sonra­dan çok seveceğim yazarları, İngiliz romancılarını daha sonraki dönemlerde okuma imkânım oldu.

Siz de yazı hayatına hikâyeyle başlayıp sonra romana geçen yazarlardan birisiniz. Niçin hikâyeden sonra roman?

Aslında tam öyle değil. Ben hep roman yazmak istiyordum. Ortaokulda iken dört beş roman yaz­dım. Onlara roman denebilir mi bilmiyorum ama roman yazdım. Bu tür kitaplar, bu taslaklar yayımlan­madı. Gazetelere götürdüm. O zamanlar daha tefrika geleneği sona ermemişti. Benim çok sevdiğim bir şeydir gazetede roman tefrikası. Yazık ki bugün artık yok...

Edhem BARAN-Şaban ÖZÜDOĞRU

 

İLGİLİ İÇERİK

KARALAMA DEFTERİ - SÖYLEŞİ ÖRNEĞİ

Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Söyleşi

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi