Kullanıcı Oyu: 3 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Faruk Nafiz'in yukarıda zikrettiğimiz seyahat dönüşünde kaleme aldığı bir başka şiiri de öğretmen olarak Ankara'dan Kayseri'ye giderken edindiği ilk Anadolu izlenimlerine dayandırılan ve özellikle sa­mimî bir "memleket edebiyatı" yaratma düşüncesinden doğduğu ileri sürülen "Han Duvarları" adlı meş­hur manzumesidir. Ancak şiirde söz konusu edilen yolculuğun başlangıç noktasıyla takip edilen güzer­gâh ve konaklama yerlerini veren mısralar bile bu manzumenin, şairin Ankara'dan Kayseri'ye giderken edindiği ilk Anadolu intibalarıyla alâkalı olmadığını göstermektedir:

Gidiyordum, gurbeti gönlümde duya duya, / Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.

Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı.../ Arkada zincirlenen yüksek Toros dağları
..
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu, / Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu.

Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık, / Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.

Arabamız tutarken Erciyeş'in yolunu: / "Hancı, dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu"
Bu mısralardan da anlaşılacağı üzere yolculuğa Toros dağlarının eteğindeki Ulukışla'dan başla­yan şair, Niğde ve incesu üzerinden Kayseri'ye ulaşmaktadır. Eğer herhangi bir sebeple önce Ulukış­la'ya gitmemişse, Ankara'dan Kayseri'ye yapacağı bir yolculuk için böyle bir güzergâhı takip etmesi pek de mantıklı olmasa gerektir. Öte yandan bu manzumenin, Faruk Nafiz'in Kayseri Lisesine öğret­men olarak gönderilişinden yaklaşık üç sene sonra yazılması ve üstelik söz konusu yolculuğun zaman itibariyle çok daha uzun sürmesi icap eden Ankara-Ulukışla arasındaki ilk etabı hakkında herhangi bir gözlem yahut izlenime yer verilmemiş olması da ayrı bir göstergedir. O hâlde evvelâ bu manzumenin, şairin Ankara-Kayseri arasındaki ilk yolculuğuyla değil, yukarıda değindiğimiz gibi 1925 yılında Güney Doğu illerine yaptığı geziyle alâkalı izlenimlerini aksettirdiğini ifade etmek gerekir. Bununla beraber şairin Anadolu coğrafyasının vahşiliği ile Anadolu insanının içinde bulunduğu perişan hâli dokunaklı bir üslûpla tasvir edebilmek için sadece kendi "samimî" izlenimleriyle yetinmeyip başka yazarların intihala­rından faydalandığını da söylemeliyiz. Zira Cevdet Kudret, Faruk Nafiz'in, bu şiirde dış âleme ait izle­nimlerini dile getirirken Fevzi Lütfi'nin "Anadolu Hanları" yazısıyla Refik Halid'in "Anadolu'da Bahar" ve "Anadolu'yu Gördüm" adlı yazılarından büyük ölçüde etkilendiğini, her üç yazıdan aldığı parçalarla "Han Duvarlarının bazı bölümlerini karşılaştırarak ortaya koymaktadır . Bu etkiyi somut bir şekilde görebilmek için yazarın sadece Fevzi Lütfi'nin "Anadolu Hanları" adlı yazısıyla Faruk Nafiz'in "Han Duvarları" şiirinden aldığı ve her ikisinde de hanların tasvir edildiği birer bölümü aynen nakletmek ye­terli olacaktır:
"İsli bir çıra ile yarı aydınlanan ve pis kokan bir odanın alçak tavanı altında gurbet acısının ve elemli gecelerin en koyusuna rast gelinir. Odanın bütün duvarları yılların ağır hüzünlerini üstünde birik­tirmiştir. Dumanlarla esmerleşmiş o duvar, bütün karışık hislerin söylendiği, kazıldığı ve kâh isle yazıl­dığı yerlerdir. Oradan bin bir acılı geçmiş, memleketinden ayrı düşmüş ve sevgililerinden ayrı kalmıştır. Acılarını oraya döker. Hasretin, gurbetin ağır ve tahammülsüz olduğunu kendinden sonraki yolcular bilsin diye oraya işaret eder. ... Bunlar bazen bir beyit, bazen koca koca satırlar ve bazen uzun türkü­lerdir. ... insan bu sefil ve rahatsız odalarda evvelâ hiç uyuyamayacak gibi olur. Biraz düşünür. Duvar­daki satırları tekrar okur..." (Anadolu Hanları)
Şişesi is bağlamış bir lâmbanın ışığı / Her yüze çiziyordu bir hüzün kırışığı,
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı, / Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı:
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler, / Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken / Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı, / Bu dört mısra değildi, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilerle uğraşırken baş başa / Rastladım duvarda bir şair arkadaşa:
On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan / Baba ocağından yâr kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından / Huduttan hududa atılmışım ben. (Han Duvarları)
Bu parçalar arasındaki bir başka bağlantı da Fevzi Lütfî'nin "Anadolu Hanları"nda izlediği anlatım sırasının "Han Duvarlarında aynen takip edilmiş olmasıdır ki buna benzer bağlantıların daha pek çok noktadan Ruşen Eşrefin 1919'da "Anadolu Yollan" genel başlığı altında yayımladığı yazı serisiyle de kurulabilmesi hayli ilginçtir. Zira bu yazıların birinde geçen "Şişesi isli bir ufak lâmbanın ışığı..." ifade­siyle Faruk Nafiz'in yukarıda gördüğümüz "Şişesi is bağlamış bir lâmbanın ışığı" dizesi arasındaki aynîlik herhalde tesadüfî olmasa gerektir. Ayrıca Ruşen Eşrefin yolculuk intibalarını en çarpıcı şekilde dile getirdiği yazıların, "Ulukışla burasıydı. İçinde hâlâ evvel zaman yaşayan Anadolu, benim için asıl buradan başladı." cümlesinden de anlaşılacağı üzere, bu seyahatin özellikle Ulukışla ile Sivas arasın­daki bölümüne tahsis edildiği göz önüne alınırsa, Ulukışla'dan başlayıp Kayseri'de sona eren "Han Duvarlarındaki yolculuğun da "Anadolu Yolları"yla aynı güzergâhı takip edişi daha bir anlam kazan­maktadır. Kaldı ki Ruşen Eşrefin "Ulukışla-Sivas" adlı yazısında yer alan ve sadece yolu tasvir eden küçük bir bölümle, Faruk Nafiz'in "Han Duvarları"da yol tasvirlerine ayrılan mısraları karşılaştırdığımız­da, aralarında nasıl bir bağ olduğu daha açık bir şekilde görülecektir
"Anadolu yolları, sabır ve tevekkül yolları... İnsanı susturan, düşündüren, içlendiren, o uçsuz bu­caksız yollar... Uzak ve levent dağların içine sıkışmış engin bakımsız ovalar ortasında kıvrıla kıvrıla, boş ufukları boş ufuklara bağlayan yollar... Bu yollar insana şimdiki zamanı ve şimdiki hayatı, gelecek zamanın hayatını tasvir ediyormuş gibi bir hayal, bir hasret hâline koyup özletiyor..." (Ulukışla-Sivas)

Bu ıslıkla uzayan, dönen, kıvrılan yollar,   / Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar,

Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi, / Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.

Ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar, / Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
(Han Duvarları)
Bütün bu hususlarla birlikte bizzat şairin "Han Duvarları'nı dört günde yazdım. Türk Yurdu'nda çıktı. Birisi görecek diye âdeta utanıyordum. Ama bu şiir kısa zamanda meşhur oldu!" sözleri de dikkate alınırsa, hem coğrafya hem de sosyal yaşam itibariyle tamamen perişan bir manzarayı tasvir eden "Han Duvarlarının hakikaten samimî bir "memleket edebiyatı" anlayışından doğduğunu düşünmek hayli güçleşir. Zira baştan sona yoğun bir gurbet duygusunun işlendiği bu şiirde Anadolu coğrafyası ve insanı, gerçekten ürkütücü bir manzara içinde tasvir edilmektedir. Gök sarıdır, toprak sandır çıplak ağaçlar sarıdır. Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık vardır. Bitip tükenmek bilmeyen düzlüklerde ise ne bir eve ne bir evin hayaline tesadüf edilir. Bu coğrafya, bütünüyle "uzayan, dönen, kıvrılan", ara sıra yılan gibi başını kaldırıp boşluğu dinleyen ve insanda sadece ölüm duygusu uyandıra nihayetsiz yolların tahakkümü altındadır. Şair üç günlük yolculuğu boyunca yollarda tek bir Anadolu insanına tesadüf etmez. Geceleri viran hanlarda karşılaştığı yolcular da bağrındaki yaraya derman aramak için yollara düşmüş gariplerdir. Birbirlerine haydut ve kurt masalları anlatan bu insanların yüzlerinde yolları hatırlatan derin çizgiler mevcuttur. Bununla beraber manzumenin aralarına ayrı bir şiir hâlinde serpiştirilen ve âdeta "Han Duvarlarının özü diyebileceğimiz üç kıt'alık koşmada da bir başka felâketin öyküsü dile getirilir. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış adlı hayalî bir şaire izafe edilen bu koşma, şairin yol boyunca konakladığı hanların duvarlarına üç ayrı dörtlük hâlinde yazılmıştır. Bu koşmanın yazarı olan Şeyhoğlu, birbirini takip eden savaşlar sebebiyle on yıldır ayrı düştüğü "baba ocağına" döndüğünde yârini ellerin aldığını öğrenmiş ve bu yüzden "rüzgârın önündeki bir kuru yaprak misali" kendisini tekrar yollara vurmuştur. Fakat yakalandığı verem hastalığından kurtulamamış ve akşamle­yin sağ olarak indiği hanın birinden ertesi sabah ölüsü çıkmıştır.
Millî Eğitim Bakanlığının desteğiyle 1926 yılından itibaren Hayat mecmuasını çıkarmaya başlayan ve bu itibarla "memleketçi" şiirlerine de hız kazandıran Faruk Nafiz, derginin ilk sayısındaki "Çoban Çeşmesi" adlı şiirinde, Ferhat ile Şirin'in aşkından doğmuş, Kerem ile Aslı ve Leyla ile Mecnun gibi efsanevî aşkların tutuşturduğu gönüllere su vermek için asırlardır Anadolu dağlarında çağlamış, ancak eski sevdaların tarihe karışmasıyla kendi hâline terk edilmiş hayalî bir çeşme tasvir etmekte ve esasen halk kültürüyle halk şairlerini simgeleyen bu çeşmenin çoktandır beyhude çağladığını dile getirmekte­dir. "Sefillerin Ölümü"nde ise şehirdeki sosyal hayatı şiirine konu edinen şair, kırık dökük bir evde can veren yoksul bir adamdan güneşin bile yüz çevirdiğini söyleyerek sosyal hayatın bütünüyle çıkar ilişki­sine dayandığından şikâyet etmektedir. Faruk Nafiz, buraya kadar değinmeye çalıştığımız şiirlerinde tamamen ihmal edilmiş perişan bir Anadolu ve Anadolu insanı tasvir ettiği hâlde, her nedense "Sanat" manzumesinde sanki farklı bir coğrafyadan bahsediyormuş gibi bambaşka bir manzara çizmektedir;
Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek, /   Bizim diyarımız da bin bir baharı saklar!
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek, / İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar.
Sen kubbesinde ince bir mozaik arar da   / Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini,
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda, / Bize heyecan verir bir parça yeşil çini...
Sen raksına dalarken için titrer derinden / Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin,
Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden / Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.
Fırtınayı andıran orkestra sesleri / Bir ürperiş getirir senin sinirlerine,
Istırap çekenlerin acıklı nefesleri   / Bizde geçer en hazin bir musiki yerine!
Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun / Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini,
Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun / Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini...
Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken / Yazılmamış bir destan gibi Anadolu'muz.
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken / Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz!
Şairin tamamen monolog şeklinde tertiplediği bu şiir, sanki o ana kadar daima Anadolu ve Ana­dolu insanını yüceltmiş bir kalem tarafından, bu değerleri küçümseyenlere karşı hatları oldukça keskin bir savunma psikolojisiyle yazılmış izlenimi vermektedir ki şiirin samimiyetini büyük ölçüde zedeleyen bu keskinlik, batı medeniyetine ait bütün sanatsal değerlerin karşısına sadece Anadolu'yu çıkarmak şeklinde tezahür etmektedir. Beş kıt'a boyunca muhtelif sanat şubelerini karşılaştıran şair, son dörtlük­te bütün bunları kapsayacak bir ifade ile Anadolu'dan başka sanat tanımadığını dile getirmektedir. Üstelik batılı değerlere kendisi gibi bakmayan sanatkârlarla da yollarını ayırmakta ve kendi sanatı için kesin bir istikamet çizmektedir. Zira "yazılmamış bir destan" gibi karşısında duran Anadolu, bundan böyle onun şiirinin ana malzemesi olacak ve artık bütün güzel ve üstün taraflarıyla yazılmış bir destan hâline gelecektir. Hâlbuki bu şiirin üstünden henüz bir ay geçmeden aynı vadide yazdığı "Garipler"adlı şiirinde "Ölene sözüm yok, yaşayan mustariptir" diyen şair, "göğsü henüz belirmiş tezelerden tutun da ak saçlı ihtiyarlama kadar bütün Anadolu insanının ıstırap içinde yaşadığını dile getirir. Ardından da sevgilisi bir çobana vardı diye kıskanç bir âşığın kendisini öldürdüğünü anlatan bir aşk cinayetini işler. "Dün Bir Kadın Ağladı" şiirinde düşmüş bir kadının hikâyesini kendi ağzından dinleyen şair, "Piç"te toplumun kanayan bir başka yarasına parmak basarak bu dünyaya babasız gelen çocukların dramını "Anana kahpe derler, sana kahpenin piçi!" dizesiyle çarpıcı bir şekilde dile getirir. "Şehir"de aç kalaba­lıkların yaşam mücadelesini, "Yolcu ile Arabacı'da ise Anadolu gurbetinin bitmez tükenmez çorak yol­larında sevgilisine duyduğu hasreti, bu uğursuz yollarda ömrünü sürükleyen arabacının ıstırabıyla birlikte terennüm eder. "Kız Hüseyni Vurdular"da tıpkı "Ali" şiirinde olduğu gibi yine bir aşk cinayetini konu edinen şair, her güzelden nasibini alan Kız Hüseyin lâkaplı bir çapkının, genç efeler tarafından "kahpece" vurularak köyün bütün kadın ve kızlarını dul bıraktığından bahseder! "Memleket Türküleri" hem muhteva hem de şekil itibariyle biraz "Sanat" manzumesine benzer. Şair, yine "Arkadaş" diye hitap ettiği muhatabına kendi yurdunu içinden tanıması gerektiğini, zira Anadolu'da "el gibi dolaşanla­rın" bu coğrafyada "çölden başka bir şey göremeyeceğini" söyler ki bu şiiri yazdığı sıralarda "Yolcu ile Arabacı'nın üzerinden henüz iki ay bile geçmemiştir! "Hayat adlı şiirinde ise bir başka arkadaşına
Ağzında şarkılıktan çıkmış iniltilerle / Dağ taş deme Arkadaş, gün batmadan ilerle!
diye hitap eden şair, toplumsal yaşam şartlarının kokuşmuşluğunu
Yara açsın kayalar ayaklarında varsın, / Varsın, omuz başların kamçılardan kızarsın,
Hayda, sarıl yollara... Ardına bakma, hayda! / Sen yük altında haykır, yatsın eller sarayda! mısralarıyla nispeten ironik bir üslûpla tenkit eder. Bununla beraber ardına bakmaksızın yoluna devam et­mesi hâlinde kan akan her yerini bir gün "sırma saçların" saracağını, kırbaç izlerini de gül dudakların öpeceğini telkin ederek arkadaşını yüreklendirir. Fakat "Bugün Yoldan Geçenler" şiirinde yine aynı temayı işleyen şair, üstü başı perişan bir köylüyü görünce
Göynüm karardı bu sürünen yığından / Görünüyor bir başka yeri her yırtığından!
diye istikrah eden "sırma saçlı" sevgilisine, bu sefer
 Ko, sürtedursun kendi elemleriyle, / Bu kadar giyinilir ancak alın teriyle.
diyerek, sanki bir önceki şiirde arkadaşına söylediği sözleri çoktan unutmuş izlenimi verir. "Onlar"da yine bir gece yakından tanıdığı "adları ağza alınmayan örselenmiş fidanların" dramatik yaşam öyküle­rine dikkat çeker! "Harç"ta köylerdeki toprak ağaları gibi şehirlerde de yeni türemeye başlayan arsa ve apartman ağalarının "bir karışlık toprağı bir milyona" almalarını, "harcına gözyaşları karışmış ve nere­deyse gökyüzünü delip yeryüzünün belini çökertecek yüksek kaleler" kurmalarını ve üstelik bu kaleler­de Anadolu'nun yoksul insanına yer olmadığını düşünerek ümitsizliğe düşer...
Örneğini çok daha artırma imkânına sahip olduğumuz bütün bu insan manzaralarının, başka bir yerden değil de şairin "Yaşanmamış bir destan gibi" yücelttiği Anadolu'dan olması hayli ilginçtir!... Do­layısıyla onun sanatı ve sanat anlayışı hakkında "Memleket edebiyatı yapmak Faruk Nafiz için o yıllar­da üzerinden geçen fırtınalarla sarsılmış, fakirleşmiş, mustarip Anadolu'nun bu hâlinden istifade eden bir gösteriş yapmaktan ve her türlü siyasî maksatlarla yabancı ideolojilerden uzak, samimî bir hareket-r-" şeklinde yapılan değerlendirmeler, dönemin şartları içinde makul sayılsa bile Anadolu ve Anadolu sanına daima müptezel bir aşk yahut ıstırap penceresinden bakan bu anlayışın sadece "samimî bir memleket edebiyatı" fikrinden doğduğunu düşünmek bugün itibariyle pek de doğru olmasa gerektir, Ancak meseleye o sıralar Hayat mecmuasını yöneten Faruk Nafiz'le karşılıklı ilişkiler açısından yaklaşınca "memleket edebiyatı" anlayışını ve bu anlayış çerçevesinde yazılan eserleri "Ayşe Fatma ede-at'" diye istiskal edip Türk edebiyatına yeni ve samimî bir istikamet kazandırmak isteyen "Yedi Memleketçiler"in dahi onun şiirlerine niçin aynı istiskal nazarıyla bakmadıklarını anlamak biraz daha kolayla-: Zira bu grubun çıkardığı Meşale dergisinde Faruk Nafiz'in hece vezniyle yazdığı şiirleri inceleyen Şar Nabi, "Biz, Yedi Meşale'nin mukaddimesinde Ayşe-Fatma edebiyatı namıyla, Ayşe veya Fatma u? sayıklayarak millî şiir yazıyoruz zanneden adi mukallitlere tariz etmiştik. Yoksa Anadolu şüphesiz mukaddes bir mevzudur. Ancak o mevzua temas edenler iptizale düşmemelidirler. Bu sahada da şaheserler yazılabileceğini bize gösteren yine Faruk Nafiz'dir. 'Ayşe Sana' şiiri Anadolu kadınını nasıl ince bir görüşle yaşatıyor." demektedir. Fakat diğer hususlar bir yana burada sözü edilen şiirde, köyün çobanına duyduğu gizli aşk yüzünden sararıp solan Ayşe'ye, durmadan
Ayşe, kaç çobandan, tehlikelidir, / Kendini ateşe atan delidir.
Kuşlara emniyet etmemelidir / Buluştuğunuz yer ormansa, Ayşe!
gibi sıradan dörtlüklerle sıradan öğütler veren şairin, üstelik bir başka şiirindeki "Güzelleşir gözümde kadın kahpeleştikçe!" ve benzeri dizeleri kulağımızda çınlarken "Anadolu kadınını ince bir görüşle yaşatmaya" muvaffak olduğunu söylemek her hâlde biraz maksadı aşmaktadır. Faruk Nafiz'in "Çoban Çeşmesi" adlı eseri için bir değerlendirme yazan Enis Behiç de özellikle şairin "Yılbaşında" ve yukarı da değindiğimiz "Oğluma" adlı şiirleri için "Şair bugünkü içtimaî teşkilâta ve sermayenin burjuva müraliğinin haksız hükümlerine karşı ihtilâlci bir ruh ile coşuyor. Hele
Bulutları delsen de yükselen dik başınla / Sonunda bir dişiye mal edersin varını diyerek erkek aczini ne toplu ve kati gösteriyor." ifadelerini kullanmaktadır. Oysa "Yılbaşında" adlı şiirinde, gece vakti sevdiğini ziyaretten dönerken her sokak başında soğuktan uyuşmuş sefil ve derbeder birtakım insanlara tesadüf eden şairin, bütün bunları
Ben de dedim başım boş, gönülden rahat olsam,/ Böyle senin kapında her gece kat kat olsam mısralarını söyleyebilmek için dile getirdiğini Enis Behiç'in bilmemesi mümkün değildir! Yine aynı kitabı değerlendirirken "Faruk Anadolu'ya gittikten sonra asıl muhitini buldu, asıl hedefini gördü, asıl mevzu­unu seçti. Artık arkadaşlarından ayrılarak başka bir yolda, yalnız, metin, cesur ve coşkun yürümeğe koyuldu." ifadesini kullanan Mehmed Halid, yazısının devamında "Çoban Çeşmesi'nde Faruk Nafiz'i her şeyden evvel ye'sin şairi olarak tanıyoruz." demek suretiyle en azından bir önceki ifadesinin sıhha­tine gölge düşürmektedir. Nahid Sırrı'nın ise "Faruk, zaman ikinci derecedeki kıymet ve şöhretleri gü­neş karşısında kalmış buz parçaları gibi eritmeye başlayınca büsbütün yükselecek, devrine en hâkim­lerden biri kalacaktır. Bu kanaati bana veren müteaddit sebeplerden biri de istiklâl harplerinin ilham ettiği hesapsız nesir ve nazımlar içinde en kuvvetli manzumeyi onun kaleminin yazmış olmasıdır. Bu manzume Çankaya şiiridir." demek suretiyle, şairin "Suda Halkalar" adlı eserini başka bir açıdan de­ğerlendirdiğine şahit oluruz. Ayrıca 1927-1928 yıllarında kaleme alınan bütün bu yazıların Millî Eğitim Bakanlığının desteğiyle bizzat Faruk Nafiz'in çıkardığı Hayat mecmuasında yayımlanmış olduğunu da gözden ırak tutmamak gerekir...
Diğer yandan şairin Bir Ömür Böyle Geçti adlı eserini "Bir zamanlar aşk ve sevda şiirlerinden bir şey anlamıyoruz, memlekete, vatana ait yazmalı dediler. Faruk Nafiz doğrudur zannetti. Bu tavsiye edilen vadide, bazen güzel duyulmuş şiirler, ara sıra da bir şey yazmış olmak için manzumeler ortaya koydu. Ali'den Fatma'dan bahsetti. Bir vakitler hakiki şair cemiyetin derdini terennüm eder dediler. Faruk bunu da doğru zannetti. Ve yine muvaffak şiir abideleri yaratmakla beraber, 'sefiller, açlar, nur topu ihtilâller, apartmanlar' gibi kelimelerden kuvvetli bir nazım kudretiyle çabucak yapılmış, boyalı ve içi boş abideler vücuda getirdi. Şiirde mutlaka bir telâkkiye bağlanmak için şiiri basit tariflerle anlatmak gibi hatalara düştü." cümleleriyle eleştiren Ömer Bedreddin, bir bakıma onun "memleket edebiyatı" anlayışını da sorgulamaktadır. Ayrıca Faruk Nafiz'in lehinde olmasına rağmen "onun hususî hayatını bilenlerin tam bir şahsiyet zıddiyeti bulacaklarını, zira alelade cemiyet telâkkilerine karşı lakayt, içtimaî bahislerin yapıldığı topluluklarda sessiz ve alâkasız kaldığı hâlde şiirlerinde başka türlü göründüğünü" ifade eden bir başka yazının bizzat kendisinin çıkardığı Hayat mecmuasında yer aldığını da belirtelim.
Faruk Nafiz, Hayat mecmuasında yayımladığı "İnme" adlı son şiirinden sonra bu dergiden ayrılıp Türk Yurdu mecmuasına geçmişse de sanki hayattan kopmuşçasına garip bir suskunluk devresine girmiş ve diğer şiirleriyle birlikte buraya kadar üzerinde durmaya çalıştığımız "memleketçi" şiirlerinin kaynağı da hızla kuruyuvermiştir. Zira çok arzu etmesine rağmen o tarihlerde Millî Eğitim Bakanlığınca Avrupa'ya gönderilmemiş olan şair, "mebus maaşına faik bir meblâğa" yükselttiği maddî kazancının yanı sıra Anadolu'ya geçtiği andan itibaren içinde besleyip büyüttüğü mebusluk hayalini de muhteme­len yine bu tarihlerde yitirmeye başlamıştır. Nihayet inkılâba yaptığı hizmetlere karşılık milletvekilliğini kendisi için âdeta kazanılmış bir hak olarak gören şair, 1931 seçimlerinin ardından Ankara'yla birlikte Türk Yurdu'nu da terk edip İstanbul’a dönmek zorunluluğunu hissetmiştir. Fakat bu arada henüz Anka­ra'dayken hükümet tarafından kendisine sipariş edilen Akın, Öz Yurt ve Kahraman adlı piyeslerini son bir gayretle tamamlamış ve gelecek intihabı daha bir güvenle beklemeye başlamıştır. Ancak 1935 seçimlerinden de eli boş dönünce herhalde bütün ümitlerini kaybetmiş olmalı ki neredeyse beş yıldır devam eden suskunluğunu bozarak "memleketçi" şiirlerinin yerine bu sefer "iğneleyici" şiirler yazmaya başlamıştır.
Sonuç yerine artık sözü şaire bırakalım ve hiç değilse buraya kadar değinmeye çalıştığımız bütün hususları
Bir zamanlar bulamazken kümesimin yemini
Bir gün buğday ambarına girmek için ant ettim,
O zamanlar beğenmezken ozan Mehmed Emin'i
Sazımı da, yazımı da bugün ona benzettim!
mısralarıyla sadece bir kıt'ada özetleyecek kadar kudretli olduğunu teslim edelim
Kaynak: "Faruk Nafiz Çamlıbel'in Memleketçi Şiirlerinde Anadolu ve Anadolu İnsanı", Journal of Turkish Studies, Volume: 30/111, Harvard University: 2006, s. 71-88; "ANATOLIA and ANATOLIAN PEOPLE İN THE POEMS OF FARUK NAFİZ", Journal of Turkish Studies, Volume: 30/III, Harvard University: 2006, s. 89-107.
 YARD. DOÇ.DR. NURİ SAĞLAM

SON EKLENENLER

Üye Girişi