Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ŞİİR VE DÜNYA ÖLÇÜSÜ I

Şiirin güzel sanatlar içinde garip bir talihi vardır. Örgüsünü veren malzeme-yani lisan- itibariyle hemen herkes için olan bu sanat, gene bu yüzden hudutları en dar olan bir sanattır.

Bir resim, bir heykel, ortadan biraz üstün bir zekâ için, ilk bakışta yakalanan, lezzetine az çok erilen bir şeydir. Mimari eserleri de böyledir. Her cinsten, her milletten insan, yetişme şartları derece­sinde onunla ilk karşılaşışında zevk alır, beğenir, sever yahut reddeder.

Anlaşılması için hususi bir bilgiye az çok muhtaç olan musiki bile, hiç olmazsa bir medeniyetin zevk çerçevesi içinde, dinlenme kabiliyetinden başka bir vasıtaya muhtaç olmadan tadılır. Bu sanatla­rın her biri, milliyetlerin, hudutların üstünde, bütün insanlık için müsavi olan hususi dilleri kullanan sa­natlardır. Hatta işi bu kadar karıştırmadan söyleyebiliriz; görmek ve duymak onları tatmak için kâfidir.

Şiirden gayri söz sanatları da az çok böyledir. Yazıldıkları dilden gayrı dillere tercümeleri müm­kündür. Bir Balzac veya Zola Türkçede, Çincede, Çekçede tercümenin iyiliği nispetinde artan bir zevk­le daima okunabilir. Yazarın hususi tarafları kaybolsa bile, bu eserlerde üslubu yapan muhteva orta­dadır. Vak'a, psikolojik değişmeler, dramatik vaziyetler, sosyal şartlarla insanın karşılaşması, kader fikri, şu ve bu, kaybolmaz. Daha ziyade halk dilinin hususiliklerine ve cemiyetin bünyesine bağlı olan komedyada, ister Aristophane, ister Moleire olsun, tercümesi kabil olmayan şeylerin yanı başında ese­rin asıl örgüsü gene elde kalır. Dilin neş'esini, cemiyetin dikkatini yapan nükteler bile daima karşılığı bulunabilen, bazı fedakârlıklarla tabii şeylerdir.

Yalnız şiirdir ki yazıldığı lisanın malıdır. O lisanda okunmak şartıyla güzelliklerine sahiptir, vardır. Çünkü şiir dilin özüdür, kokusudur, lezzetidir, musiki kabiliyetidir yahut bunlardan doğan hususi bir şekildir. Hepsinin birden doğurduğu hususi ve canlı şekil ki, hatta aynı dilde bile başka bir suretle tek­rar edildi mi kendisi olmaktan çıkar. Çünkü mısra dediğimiz şey, denizköpüğü gibi, göğün maviliği gibi, kendi hazinelerinde seyredildikçe mevcut ve güzel olan şeylerdir. Denizköpüğünü dalgaların ucundan toplamağa kalkınız, avucunuzda birkaç damla tuzlu su kalır. Fakat dalgaların üstünde, o çalkantıların mucizesi, tacı ve süsü oldukça size Afrodit'i düşündürür, su perilerinin çıplak oyunlarını hatırlatır, kâi­natınızı bir yığın hayalle doldurur. Evet, ne göklerin maviliği, ne denizköpüğü yakalanır; fakat oldukları yerde Kadirullahı ve aşk mabudesini doğururlar.

Şiir, yazıldığı dilin içindedir. Tercümesi ile sevilen şair hemen hemen yoktur. Yahut şiiri için değil, düşüncesi için sevilir. Meğerki çok büyük bir istidadın, bir nevi dehanın eline geçsin. Hayyam'ın İngilizcede Fitzgerald'ı, Türkçede Yahya Kemal'i bulması gibi mesut bir tesadüf olsun. Fakat bu cins tercü­melere de tercüme demek pek kabil olmaz. Verlaine ve Mallarme'nin Almancaya Stephan George tarafından, Valery'nin gene aynı dile Rilke tarafından yapılan tercümeleri cinsinden eserler, Rönesans devrinde şahsi eser addedilirdi. Böyle az çok eşit dehaların birbirini bulması bir tarafa bırakılırsa, bir şiirin kendi şekli dışına nakli imkânsızdır. Meğerki şiir gittikten sonra elde kalanı, yani his küllerini, ha­yal islerini ve düşünce benzerlerini, kısacası Valery'nin tabiriyle bayram ve şehrayin artıklarını sevelim.

Şiir, hikâyedeki Melami dervişine benzer. Ateşe atılınca derviş sır olur, yalnız tacı ile hırkası kalır.

Onun içindir ki, şairlerin kendi zamanlarında vatanlarının dışına çıkan şöhret kazanmaları, dün­yaca tanınmaları, daima resim, mimari, musiki, roman ve tiyatro gibi eser yaratanlardan güçtür. Bir roman tek bir tercüme ile on beş günde sahibini tanıtır. Beynelmilel sanat pazarında birkaç senelik bir didinme, iki üç sergi veya müsabaka bir ressamı, bir heykeltıraşı, bir mimarı milletlerarası bir şöhret yapar. Fakat bir şairin bu şöhreti kazanması imkânsızdır.

Bazı şairler yaşadıkları devirlerde kendi dillerinin hudutlarını aşmışsa, bunun kerameti yazdıkları dilin tanınmasıdır. Mesela asrımızda Rilke, Valery, T. S. Eliot için olduğu gibi, iyi yetişmiş her Avrupalı Fransızca, İngilizce ve Almancadan hiç olmazsa ikisini bildiği için bu şöhretlerin tesisi kabil olabilmiştir. Valery'nin İngilizce yazılmış bir kitabı vardı. Rilke Fransızca-çok hususi şive ve edası olan- Şiiler ya­zardı. Eliot, kendisi her iki dili bilir. Her üçünün vatandaşları ise, tabii aydın ve onun üstündeki seçkin tabaka, bu dillerin bütün güzelliklerine sahiptiler. Onun içindir ki, bu şairlerin eserleri her tarafta bütün lezzetlerine varılarak okunuyordu.

Gerçeği şu ki, entelektüel Avrupa daha 16. hatta 17. asırlardan beri bir tek aile gibi yaşamağa alıştığı içi, şiirde kolayca dünya ölçüsünde şöhret kurabiliyor. Geçen asrın başında Byron, Goethe ve Hugo'nun şöhretlerinin sebebi budur.

Eskiden bizde de böyle idi. Müslüman Şark entelektüel ve sanatkarları, bir aile olarak yaşardı. Arapça, Farsça, bizim lehçede ve Çağataycada Türkçe, sanat ve fikir dünyasının temeli idiler. Ben Musul'da, bir medresede Fuzuli Divanı ile Cezmi okutularak Türkçe öğretildiğini gördüm. Onun için eski medeniyetin müşterek malı olan şöhretlerimiz vardı.

Bu düşüncelerden sonra şiirin münhasıran milli bir sanat olduğunu tekrara bilmem lüzum var mı? Belki bir bakıma tek milli sanat şiirdir. Öbürlerinin hepsinde, milli karakterin hakiki şahsiyeti yaptığı muhakkak olmakla beraber, milletlerarası bir taraf vardır. O kadar ki, onların milletlerarası pazarı, mü­cadele yeri bile vardır. Bütün 19. asır boyunca ve bugün bile Paris, bir nevi sanat merkezi olarak tanı­nır. Bütün musiki zaferleri oradan yayıldı, bütün resim ve heykel şöhretleri orada kuruldu. Birçok mille­tin romancıları hakiki şöhretlerini Fransızcaya tercümeden sonra tattılar.

Buna mukabil yaşadığı memleketin dışında şöhretini yapan tek şair yoktur. Hiçbir millet, büyük bir Şairini başka bir milletin yardımıyla tanımamıştır. Şiirde şöhret yerinde teşekkül eder.

Şiir bir iç kale sanatıdır. Çünkü dil, vasıta olarak değil, malzeme ve nesiç olarak kullanıldığı za­man milletin iç kalesidir. Böyle alınınca, bir milletin insanının, tarihinin, kültürünün ta kendisidir; köpü­ğüdür, çiçeğidir, tacıdır. Onunla yapılan sanat, bir iç kale sanatı olur. Zaferlerini yavaş yavaş oradan yapar. Şairin Roma'sı kartallarını zamanla surlarının dışına çıkarır.

Ahmet Hamdi TANPINAR, Edebiyat Üzerine Makaleler, s.40

SON EKLENENLER

Üye Girişi