Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Medya Konuşmaları XXVIII: Türkiye'de ve Dünyada Medyanın Son

14.12.2006

Ömer Madra: Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölüm Başkanı Prof. Bülent Çaplı ile Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Hakan Tuncel’in birlikte yapacakları bir sohbete yer veriyoruz bu kez. Türkiye’de medyanın genel durumu, mülkiyet, çapraz mülkiyet ve bunların hukuki düzenlemeleri konuları ile basın ve medya özgürlüğü arasındaki ilişki üzerinde bir sohbet olacak.

 

Hakan Tuncel: Prof. Bülent Çaplı ile birlikte Türkiye’de medyanın sorunları konusunda bir sohbet gerçekleştireceğiz. Türkiye’de medya nereden nereye geldi?

 

Bülent Çaplı: Medyanın bugün içinde bulunduğu koşulları ve geleceğe ilişkin olarak da nerelere gidebileceğini konuşabilmemiz için geçmişe, bir 10-15 yıl kadar geçmişe dönüp, o günden bugüne kadar neler oldu ona bakmak gerekiyor. Sadece Türkiye de değil, Avrupa düzleminde de bakmak lazım, çünkü Avrupa’da 1990’larda yaşanan gelişmeler Kıta Avrupası’nı, İngiltere’yi çok ciddi biçimde etkiledi, sonra da onun rüzgârları bize geldi ve hâlâ etkilemeye devam ediyor.

 

HT: Aslında Türkiye’deki durumu anlamak için Avrupa’dan başlamak gerekiyor, 80’lerde Avrupa’da medya alanında neler oldu, neler bitti? Sonraki dönemde Türkiye’de yaşananlar biraz onunla bağlantılı. Dolayısıyla Avrupa’yı konuşarak, Avrupa’da medyanın nereden nereye geldiğini konuşarak Türkiye’deki medyanın durumunu belki daha iyi anlayabiliriz.

 

BÇ: Geçmişe dönüp kesit aldığımızda, 1980 yılında, hem Türkiye’de hem Avrupa’da, İngiltere de dahil olmak üzere, medya nasıldı? ‘Medya’ diye bir kavram da yoktu aslında, bu daha sonradan ortaya çıkan bir kavram. Temel özelliği neydi 1980’lerdeki radyo televizyon sektörünün.

 

HT: Bir kere, özel radyo televizyon yayıncıları henüz yoktu. İngiltere’de ITV uygulaması vardı ki, o da bugünkü özel televizyon yayıncılığı gibi değil.

 

BÇ: Bir de böyle bir anlayış da yoktu, yani basında özel girişimin olması, devletin asla olmaması düşünülürken, tam tersine, “televizyon ve radyo sektöründe devlet olmalı, asla özel girişimci olmamalı” düşüncesi vardı. Müthiş bir çelişkiydi bu, ama oradaki bu çelişkiyi hafifleten ya da çelişki olmaktan çıkartan şey şuydu: radyo ve televizyon yayıncılığı, devletin içinde yer alan, ama özerk, bağımsız, iktisadi olarak da bağımsız, tarafsız bir kamu tüzel kişisi kimliğiyle yürütülüyordu.

 

HT: “Özel sektöre bırakırsak bu işleri, suyunu çıkarırlar” gibi bir korku vardı ki, haklı olduklarını da düşünebiliriz bugünden bakınca. Fakat öbür taraftan da aynı dönemde Amerikan medyası almış başını gitmiş, tamamen özel sektöre dayanan, tamamen ticari, dehşetli para kazanılan bir yayıncılık sistemi haline gelmişti. Ekonominin içinde, GSYİH’in içinde ciddi bir katkısı vardı. Avrupa’daki kamu yayıncılarının çoğu reklam almıyordu, dolayısıyla ülkelerin reklam gelirleri de güdük oluyordu. Reklam sektörü ulusal ekonominin içinde çok önemli rol oynadığı için oradan da mahrum kalıyordu Avrupa. Biraz işin ekonomik tarafındaki sıkıntıdan dolayı bu tavırda bir değişiklik oldu. Avrupa’da hal böyleyken, Amerikan modelinin çok başarılı bir şekilde ilerliyor olması, Avrupa’daki hükümetleri bu konuda yeniden düşünmeye sevk etti, özellikle Thatcher zamanında.

 

BÇ: Bir de bununla eş zamanlı olarak, iletişim alanında teknolojik gelişmelerin giderek yaygınlaşmasının yanında bu “güdük kalmış” potansiyeli kullanılmayan sektörün giderek zenginleşmesi ve sadece ulusal pazarda değil, uluslararası pazarlarda da söz sahibi olması söz konusu. Çünkü o dönemde Thatcher hükümetinin de elinde ağır sanayi silahı kalmamış, uluslararası ekonomik anlamda rekabet edebileceği, söz sahibi olabileceği yeni bir sektör gerekiyordu. Fransa yavaş yavaş o alanda söz sahibi olmak gibi bir iddia içerisinde, Amerika yoğun rüzgârlarla geliyor, o güne kadar tamamen kültürel bakış açısıyla düzenlenmiş ve biçimlendirilmiş olan medya, -özellikle radyo televizyon alanı açısından düşünüldüğünde- birdenbire teknolojik kısıtlamaların ortadan kalktığı yeni bir, potansiyel alan olarak önünde duruyor ama elini atıp erişebileceği, onu ‘sömürebileceği’ bir durum da yok, çünkü kamu hizmeti yayıncılığı diye bir kavram var, “tekel olması gerekir” diye anayasalara konulmuş bir hüküm var. Böyle olunca ciddi bir müdahale sınırı gelmişti karşısına.

 

HT: Yayıncılık o zamana kadar Avrupa’da kamu hizmeti yayıncılığı olarak tarif edilmiş. İngiltere’de BBC var, İskandinavların, Fransızların, Almanların, vs. üç aşağı beş yukarı oturttuğu, yerleştirdiği bir yayıncılık anlayışı var. O dönemde başka türlüsünün düşünülmesi mümkün değil. Dolayısıyla, “özel televizyon yayıncılığı olabilir mi?” diye konuşulduğunda bile, “özel yayıncılık nasıl bir şey ola ki?” diye insanların aklında canlanmıyor, nasıl bir şey olacağını tahayyül etmeleri bile zor, ancak Amerika’ya gidip görenler biliyorlar özel yayıncılığın ne olduğunu.

 

BÇ: Bugünkü sorunların çıkış noktası oradan başlıyor. Tabii Türkiye’deki ve Avrupa’daki kamu hizmeti yayıncılığını, gerçek anlamdaki kamu hizmeti yayıncılığı modellerini, yayıncılık anlayışlarını karşılaştırmamak gerekiyor. Çünkü 1980’de TRT tekel, ciddi bir devlet yayıncısı, onu bir kenarda bırakalım Avrupa’yı konuşurken, ikisini ayırmamız gerekiyor, ama genel tanım olarak ikisi de kamu hizmeti yayıncısı, ikisi de tekel, ikisinin de kamunun çıkarları gözetmek gibi bir iddiaları var. Avrupa’ya baktığımızda, o dönemki yayıncılık anlayışı içerisinde bazı program türleri yoktu, bazı program formatları yoktu, bazı konular yayıncılıkta yoktu. Aslında tersi de geçerli bir anlamda, bugün bakıyorsun, bugün olmayan formatlar da o gün vardı, bugün olmayan konular o zaman vardı.

 

HT: Hakikaten çok farklı, aradan 25 sene geçmiş ama yine de dinozorların muhabbeti gibi oldu. O gün olan bir sürü şey bugün yok, televizyonun bir ruhu vardı, yani bu kadar metalaşmış, bu kadar ticarileşmiş değildi.  Televizyon çok özel bir şeydi, televizyonda yapılan her şey bir yenilikti, o da bu dönemde yok. Mesela şimdi artık yeni ne yapsanız daha önce birisi yapmış oluyor aslında. Ya da zaten ha bire yeni bir şeyler yapılıyor, dolayısıyla yeniliğin de bir önemi yok. 80’lerde televizyonda değişik bir şey yapıyor olmak çok önemliydi ve hem izleyici için hem yayıncılar için bir heyecan yaratıyordu. Şimdi öyle bir ruh ya da, yayıncılıktan duyulan bir heyecan da kalmadı.

 

BÇ: Bugün yaratıcılık ve yenilik aslında uçukluk, bambaşkalık anlamında. Uçukluk derken, yaratıcılığın daha da zorlanarak “bundan neler yapılabilir?” diye düşünülmesi.

 

HT: Aslında olmayan bir yaratıcılıktan söz ediyoruz, “hadi yaratıcı olalım” diye böyle bir takım zorlama şeyler yapılıyor.

 

BÇ: Bugün etik anlamda en fazla sıkıntı yaratan, en fazla üzerinde konuşulan, tartışılan formatlar da bu yaratıcılığın getirip sınırlarını iyice daralttığı ve köşeye sıkıştırdığı noktadan kaynaklanıyor. Yani bir şey kalmadığı için, “acaba ben bunu nasıl daha uçuk ve iyice harc-ı alem bir şey yaparım ki izleyici ‘a, bak ilginç bir şey çıktı’ diye bana gelsin.”

 

HT: Çok sık görüyoruz bunu, geçen gün bir haber vardı, Amerika’da, “Biri Bizi Gözetliyor” türü showların bir yenisi yapılmış, bir eve kedileri kapatıyorlar, kediler o evde yaşıyor. Sokak kedilerini toplayıp kapatıyorlar, her gün bir sokak kedisi tekrar sokağa atılıyor.

 

BÇ: Bunun kararını kim veriyor?

 

HT: Seyirciler oylamayla veriyor. Bu noktaya gelmiş durumda, burada yaratıcılıktan filan söz edemeyiz, evirip çevirip aynı formatı tekrar kullanıyorlar. Dizilere bakıyorsun, orada da aynı şey var; mesela çok popüler olan  CSI serisi var, -Türkiye’de de bazı kanallarda gösteriliyor-, şimdi CSI New York, CSI Miami şeklinde devam ediyor. Televizyon hakikaten her şeyi çok hızlı tüketiyor, süpermarket işletmeciliğinde ‘raf ömrü’ denilen şey çok kısa televizyonda, uzun süre dayanmıyor hiçbir şey. Dolayısıyla hep yeni bir şey istiyor, yeni bir şeyin de bir sınırı var, bu kadar hızlı gitmez. Amerika’da böyle bir potansiyel var tabii, Hollywood endüstrisinin devasalığı aslında Amerika’daki yaratıcı insan gücünün, iş gücünün bolluğundan, bereketliliğinden kaynaklanıyor, oranın öyle bir gücü var.

 

BÇ: Bir de Amerika’nın kendi pazarı zaten çok büyük, 250 milyon kişilik nüfus, zaten bütün bu kültür endüstrisini kendi içerisinde, kârını, zararını çıkartıyor, ondan sonra dünyaya açılması ek kâr.

 

HT: Avrupa’da böyle bir havuz da yoktu 80’lerde, bir de yaratıcı insan sıkıntısı vardı, zaten televizyon sektöründe olanlar kamu yayıncılığında çalışan insanlardı.

 

BÇ: Çünkü bağımsız yapım sektörü yoktu. Televizyon kuruluşunun dışında yer alan, bu anlamda o kuruma yardımcı olan yahut program alıp veren ufak tefek şirketlerin dışında pek bir şey yoktu. Bugün tekelleşmenin sakıncalarından söz ediyoruz, ama 80’lere, 90’lara kadar tekelleşme zaten yasa ile konulmuş durumdaydı, “tekel olması gerekir” diye de hüküm vardı. O zamanki tekele ilişkin, belirli hoşnutsuzlukların dışında, genelde itiraz yoktu.

 

HT: Bugünkü tekelleşme ticari bir tekelleşmeye doğru gittiği için sorun var.

 

BÇ: Ama orada, içeriğe yansımasından dolayı da şikâyet var.

 

HT: Esas derdimiz oysa, yani işin ticarileşmesi haricinde, “içerikte bir tekelleşme” oluşuyor diyorsak, zaten biz oradan gelmiştik, evet içerik de böyleydi. Dolayısıyla, ticarilerin karşısında kamu hizmeti yayıncılığının bir alternatif olmasından söz ediyorsak, aslında çok farklı bir alternatif değildi o bakımdan.

 

BÇ: Aslında şu soruyu sormak gerekiyor; eğer tekel, içeriklerin de birbirine benzemesi, farklı seslerin olmadığı, tek bir mesajın yer aldığı kanallar anlamına geliyorsa, geriye dönüp sormamız gerekiyor, “peki 1980’lerde kamu hizmeti yayıncılığının egemen olduğu, tekelin söz konusu olduğu dönemlerde program içeriklerine kim karar veriyordu? Nasıl bir süreçle neler belirliyordu program içeriklerini?” Eğer böyle bakarsak, bugünkü ticari medyanın, onun karşılığı olup olmadığı, onun yerini, ya da bir boşluğu doldurup doldurmadığı meselesi daha iyi açığa kavuşacak aslında. Kimi zaman BBC’ye şöyle eleştiriler geldi, “çok seçkinci bir tavırla, daha üst kültür ürünlerinin kamuya, izleyicilere, dinleyicilere aktarıyor” diye. Böyle bir politika vardı. Avrupa’daki diğer ülkeler tarafından çoğunlukla BBC model alındığı için de, genellikle bu paternalist yaklaşım benimsendi. Ama bir taraftan da, ticari baskının olmayışı, yani reklamlara dayalı olmaması, hükümetlerin de doğrudan baskılarına karşı belirli koruyucu mekanizmaların olması, -ki bu mekanizmalar çoğu zaman gereğince çalışmadı, tersine işledi, hatta giderek devlet televizyonuna kadar gitti Türkiye örneğinde olduğu gibi- içeriğin toplumun gereksinimlerine, durumuna bakılarak oluşturulmasını getirdi beraberinde. Bunun istisnaları da var, bunları da konuşmamız gerekiyor, ama çoğu kez kültürel anlamda “besleyici” bir tavır sergiledi kamu hizmeti yayıncısı.

 

HT: Kesinlikle. Türkiye’de bile böyle bir şeyden söz edebiliriz.

 

BÇ: Bütün bu tablonun içerisinde kamu hizmeti yayıncılığının model olarak kusursuz olduğu, her şeyin mükemmel olduğu gibi kanı çıkmasın ortaya. Tabii ki bir takım sıkıntılar, kötüye kullanmalar vardı. Bugünkü, sermayenin, patronların içeriğe yönelik olarak sözleri ve sesleri tekleştirme müdahalesinin yerine, o dönemde de hükümetlerin müdahalesi vardı.

 

HT: Kesinlikle, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, hatta Avrupa’da da pek çok ülkede bu sçz konusuydu. BBC çok istisnai bir örnek, İngiliz siyasal kültüründen dolayı, ama İtalya’da, Fransa’da, vs. nereye bakarsak, hükümetler kamu yayıncıları üstünde bir takım müdahaleleri deniyorlardı. Bazı ülkelerde çok başarılı oldu, bazılarında daha az tutturdular. Bize bakınca, her hükümet değişiminde TRT Genel Müdürü değişirdi, o dönemde de ha bire hükümet değişiyordu, 70-80’lerde koalisyonlar, darbe, vs. derken, TRT’de de genel müdür, haber dairesi başkanı, muhabirlere kadar sirayet eden, zincir halinde bir değişiklik yaşanıyordu.

 

BÇ: 1980’lerde, Amerika’daki ticari yapının giderek daha serbestleşerek medyanın bir ekonomik potansiyele sahip olması, Avrupa’daki bazı hükümetler tarafından model olarak alındı. Bu modeli uygulamak isteyenler, yeni sağ ideolojinin hükümetleriydi, başı çeken de Margaret Thatcher’dı. O dönemdeki kamu hizmeti yayıncılığında söz konusu olan bu tür hükümet müdahaleleri ve yönlendirmeleri de temel argüman olarak da kullanıldı. Toplumdaki hoşnutsuzluğu da kullanarak, “bakın görüyor musunuz, işte kamu hizmeti yayıncılığı, hükümetin ağzı, hem reklam almadığı ya da reklamları kısıtladığı için reklam sektörünün de gelişmesine engel oluyor, bir taraftan da özgürlükçü, demokratik bir yapı açısından da temel engel teşkil ediyor” argümanları ile bu fikri desteklediler, ama bunların arkasındaki asıl gerekçe ekonomikti.

 

HT: Ekonomik ve siyasal tabii ki, neoliberal ideoloji orada devreye giriyor, ama onun işe yarayacağı nokta, ya da esas itici gücü ekonomik faktör. Orada çok kârlı bir endüstri yaratmak varken, tek kanallı, -ya da iki kanal ama aynı yayıncı kuruluştan çıkıyor— bir kamu hizmeti yayını var. Öbür tarafta Amerika’ya bakıyorsunuz, orada dehşetli bir endüstriye dönüşmüş, yüz milyonlarca dolar kazanan bir sektör ekonomiye giriyor. Bu her hükümetin isteyeceği bir gelir kaynağı bir taraftan. Ayrıca, serbest piyasa ekonomisi uyguluyorsanız, bu modelin bir noktasında reklamların devreye girmesi gerekiyor. Reklam olmayan bir serbest piyasa ekonomisi mümkün değil. Dolayısıyla reklamlar, kamuya ne kadar çok kanaldan arz edilirse o kadar faydalı olacak. Pek çok ülkede kamu hizmeti yayıncısı reklam da almıyordu, TRT alıyordu, ama Avrupa’daki pek çok örnekte hiç reklam yoktu. Dolayısıyla televizyonda reklam yayınlanmıyor, gazetelere kalıyorsunuz, onların da tirajı belli. Televizyon öbür taraftan bütün evlere giren bir şey, televizyonun yaratacağı reklam potansiyeli çok daha büyük, dolayısıyla ciddi bir ekonomik değer yaratılması söz konusu. Bu da etmenlerden birisiydi.

 

BÇ: Aslında belirli konularda reklam yasağı getirildiği için, kamu yayıncısı reklam alsa bile reklam sektörünün içerisindeki bazı alanlar dışarıda kalıyordu. Aslında televizyon sektörü dediğimiz şey, 1990’lara kadar kamu çerçevesinde bir yapıydı, endüstriden söz etmiyorduk. Endüstriden söz edince başka alanlar da devreye giriyor, program yapım sektörü gibi. Reklamlarla birlikte, kanal sayısı arttıkça, bu kanallara da program yapmak ve bu yapılan programları sadece iç pazarda değil, dış pazarlarda dolaşıma sunmak, oradan artı kâr elde etmek olasılığı da ancak medyanın ticarileşmesi ile gündeme gelecekti. Televizyon dediğimiz şey sadece yayıncılık değil, bir de bunun teknik cihazlarının üretim sektörü var, televizyon alıcıları, video kayıt cihazları, uydu cihazları var vs. Yani iç pazarın potansiyeli ne kadar zorlanarak gelişirse, ona bağlı sektörler de gelişecek ve bir endüstri haline gelecekti.

 

HT: Zaten Thatcher’in İngiltere’de televizyonun deregülasyonunu yaptığı dönemde, kablolu televizyon, uydu televizyon, vs. gibi alanları hükümet teşvik ediyordu. Murdoch Thatcher’in desteğiyle bir medya imparatoruna dönüştü. Çünkü Thatcher, televizyonu televizyon olmaktan çıkarıp medya endüstrisi haline getirmeye niyetliydi. Bu da tamamen ekonomik bakış açısı ve neoliberal yaklaşımıyla ilgili. Aynı şekilde kablolu televizyona o dönemde İngiltere’de büyük bir yatırım yapıldı, İngiltere’de her şehrin sokakları baştan aşağı kazıldı ve kablolar döşendi. Bu, hükümetin ciddi teşvikiyle yapılan bir işti, hükümetin, iletişim ve medya sektörlerini kalkındırma politikaları içinde merkeze koyduğu bir öncelikti.

 

BÇ: Bütün bunları söylerken, Avrupa’daki bu değişimlerin tamamının neoliberal hükümetler tarafından yapıldığı gibi bir yanılgıya da düşmeyelim. Bu rüzgârlar birbirini o kadar etkiler hale geldi ki, Fransa’da sosyalistler iktidarda iken, varlık nedenlerine tamamen aykırı biçimde, kamu hizmeti yayın kurumunu özelleştirdiler ve onunla da yetinmeyip paralı televizyon kavramını gündeme getirdiler.

 

HT: Üstelik de Avrupa’daki en radikal harekettir o, doğrudan kamu yayıncısı televizyonu olduğu gibi özel sektöre sattılar.

 

BÇ: Hisselerin bir kısmını halka da vererek sattılar.

 

HT: Bunu yapan da sosyalist hükümet, ama zaten artık hükümetlerin parti politikalarında ya da programlarında ne yazdığının öneminin kalmadığı bir dönem, aslında orada başlıyor belki de her şey. İngiltere’de Blair’in durumuna bakınca, işçi partisi aslında, ama her alanda gayet neoliberal politikalar izliyorlar. Fransa’da da sosyalist bir hükümet vardı, ama dünya başka bir yöne doğru gittiği için onlar da mecburen Thatcher’ın peşine takılıp böyle bir şey yaptılar. Esas enteresan olan, Canal Plus’un durumu, şifreli kanal olarak kurulması, o tek örnekti. Frekanslar normalde kamunun malı, normal antenle izlenebilen televizyonların yayın yaptığı frekanslar, ve dolayısıyla hiçbir şekilde şifrelenmemesi lazım, yani üstüne para verilerek seyredilmemesi lazım. O güne kadar da öyleydi.

 

BÇ: Bırak reklamı, bırak izleyicinin, dinleyicinin cebinden dolaylı olarak para çıkmasını, bu yöntemle doğrudan para alınıyor.

 

HT: Buna izin veren de bir sosyalist hükümet. Canal Plus, normal antenle izlenebilen yayını şifreli yaptı. Orada da şöyle bir açıklama getirdiler; “Avrupa kültürünün, -ama kastettikleri Fransız kültürü aslında-, yaşatılması için Canal Plus’un izleyicilerden toplayacağı abonelik ücretiyle, sinemada Fransız yapımları gerçekleştirilecek, televizyon için Fransız dizileri üretilecek. böylece Amerika ile, Hollywood ürünleriyle mücadele edilebilecek.”  Medyada pazar uygulamasına, serbest piyasaya geçişle, bir taraftan da kültürel korumacılık karışımı bir şey yaptılar.

 

BÇ: Doğal olarak, sosyalistler bu konuda neoliberaller kadar rahat hareket edemeyecekleri için, sığınabilecekleri ya da savunabilecekleri bir alan bırakmalıydılar. Sosyalist iktidarın bile aklının arkasında, sadece iç pazar değil, başka pazarlara yönelmek fikri var. O dönemlerde yavaş yavaş kamu hizmeti yayıncılık tekellerinin kırılması ve o alanın özel girişimcilere açılmasıyla birlikte bir potansiyel açığa çıktı. İlk olarak bu alana yatırım yapması beklenenler, yazılı basın, gazete sahipleriydi, fakat gazete sahiplerinin büyük bir kısmı o dönemde bu alandaki potansiyelin olanaklarını görebilecek gibi değildi.

 

HT: O dönemdekilere yazık! Zavallılar televizyonu çok büyük bir şey zannediyorlardı. Senin Aydın Doğan’la bu konuda bir mülakatın vardı.

 

BÇ: Evet 1989 yılındaydı. “Türkiye’de Özel Televizyon Yayıncılığı” konulu doktora tezim için kendisi ile yaptığım görüşmede Aydın Doğan, bir gazete patronu olarak, televizyon yayıncılığına çok niyetli olmadığını ve ekonomik olarak da büyük getiriler getirmeyeceğini düşündüğünü söylemişti.

 

HT: Başka bir ülkedeki bir basın patronuna sorsaydık da aynı şeyi söyleyebilirdi, çünkü o zaman televizyon deyince, BBC, TRT gibi koca koca kurumlar, dev binalar, 8–10 bin kişilik personel, acayip bir operasyon geliyordu. “Hiç kimse bunun altından kalkamaz, dehşetli bir yatırım gerektiriyor” diye düşünülüyordu. Şimdi şuradan, neredeyse 1000 dolara bir kamera alıp, uydudan yayın yapan uydu kanalları var.

 

BÇ: Çok doğru. Herkesin evinde bulunan bilgisayar cihazında da kurgusunu yapıp programı hazırlamak mümkün.

 

HT: Yaklaşık 20 bin dolara televizyon kanalı başlatabilirsiniz, iş bu noktaya gelmiş durumda. Ama o dönemde, hakikaten “yok yahu, bizim ona gücümüz yetmez” diye düşünüyordu insanlar. Dolayısıyla kimse de bu işe kalkışmadı kolay kolay. Ondan sonra maliyetlerin düşmesi, uydu televizyonu denen şeyin devreye girmesi televizyon yayıncılığı anlayışını değiştirdi; 80’lerde Amerika’da MTV’nin, CNN’in çıkışı, Avrupa’da Euro Sport’un, çıkışı, MTV ile ortaya çıkan bir kanalda bütün gün sadece klip yayınlama fikri, televizyon yayıncılığının çok basit ve ucuz olabileceğini gösterdi.

 

BÇ: Bir de kamu hizmeti yayıncılarının elindeki teknik ve personel büyüklüklerinin yanı sıra, yayın içeriklerinde de müthiş zenginlik, çeşitlilik olması gerekiyordu.

 

HT: Tabii, bir taraftan devasa eğlence programları yapacaksın, bir taraftan diziler, klasikleri çekeceksin, dünyanın dört bir tarafındaki spor karşılaşmalarını canlı yayınlayacaksın...

 

BÇ: Büyük bütçeli belgeseller olacak.

 

HT: Can mı dayanır buna?

 

BÇ: Tabii teknolojik gelişmeyle birlikte yayıncılık anlayışının değişimi, bununla birlikte de giderek izleyicinin alışkanlıklarının değişimi, bütün bu alanın yeniden şekillenmesine neden oldu, 1990’larda. O dönemlerde, Murdoch dışında, genellikle sektör dışından, sanayici, inşaatçı, vb. kişiler ilgilendi medya ile.

 

HT: Berlusconi de müteahhittir aslında, İtalya’da toplu konutlar yaparak zengin oluyor. Toplu konutlara merkezi anten sistemi koyup, kendi televizyon kanalının yayınını yapıyor. Böyle böyle medya patronu oldu adam, inşaatçılıkla medyayı bir araya getiren ilk örnek aslında.

 

BÇ: Bir de ulusal sınırlar içerisinde elde edilen deneyim ve birikimin dışarıya taşınması şansı ortaya çıktı, böylece yabancı sermaye diye bir kavram oldu. Yabancı sermaye o güne kadar yok değildi, ama ilk kez, bu kadar ulusal, korunaklı ve çok önemli misyona sahip olduğu düşünülen bir alan, başka ülkelerden gelen yatırımcılara da açıldı ve açılması için de teşvikler getirildi.

 

HT: Bir ülkeyi belirleyen şeyler nedir? Bayrağı, ulusal marşı, vs. bir de kamu hizmeti yayıncısı. Türkiye deyince TRT, Almanya deyince ARD, vs. gelirdi akla.

 

: İtalyanları unutmayalım “Mamma RAI”, yani anne anlamında, bütün ulusal yapıyı kuran, sürükleyen bir kurumdu. Fransa’da da ORTF devletin kanalı olarak, milliyetçilik anlamında da çok özel bir yere sahipti.

 

HT: TRT bir yere çekim yapmaya gittiğinde, dağda, bayırda, köyde, şehirde, nereye giderse gitsin, TRT kameramanı, muhabiri “devletin adamı gelmiş” muamelesi  görürdü, şimdiki gibi gazeteci gibi  bakılmıyordu onlara, “devletin gayet etkili bir adamı geldi” diye bakılıyordu. Uğur Dündar o dönemde TRT’de yaptığı programlarda, Anadolu’nun çeşitli şehirlerine gittiği zaman, neredeyse bakan karşılar gibi karşılanıyordu. Sadece Uğur Dündar için de değil, TRT’de ekranda görünen kim nereye giderse böyle karşılanıyordu. Vizontele filminde aslında çok güzel anlatılıyor, köye televizyonun gelişi kısmında. TRT’ciler, üstünde “TRT” yazılı bir ciple gelip televizyonu bırakıp gidiyorlar.

 

BÇ: Devletin bir uzantısı o ekran. Kamu hizmeti yayıncılığı ortadan kalktı, özel girişimciler, hatta sınırları aşan sermayeler, sınırları aşan yayınlar söz konusu oldu. Eskiden yayınlar diğer ülkenin sınırlarını aşmama konusunda hassasiyet gösterirken, şimdi yayınların uydu aracılığıyla iletilmesi nedeniyle, sınırların aşılması söz konusu oldu. Böylece sadece bize ait bir televizyondan da söz etmek mümkün olmuyor artık. Tarihsel süreçte bu ciddi bir kırılma noktası.

 

HT: 83-84’te hatırlıyorum, Alsancak’taki bütün apartmanların tepesinde çanak antenler belirmeye başladı. Ankara’da da, İstanbul’da da muhtemelen öyleydi, ama İzmir’deki durum çok net gözümün önünde Bu dönemde devasa çanak antenler, 5-6 metrelik çanak antenler gerektiği için, sokaktan bakınca bile apartmanın tepesindeki antenler görünüyordu. 3-5 tane uydu kanalı vardı ama onu seyretmek için bile o pahalı yatırımı yapıp, o çanak antenleri taktırtıyorlardı insanlar. Bu çok değişik, o zamana kadar olmayan bir şey, hem yayıncılar hem de izleyenler açısından.

 

BÇ: Bu yapı Türkiye’deki gelişmelerin de zeminini hazırladı. Uydu televizyonu alt yapısı, önce İspanya’da, daha sonra da Türkiye’de mevcut sisteme alternatif yayıncılığın ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Hâlâ kamu hizmeti yayıncılığının söz konusu olduğu, tekelin devam ettiği ülkelerde, bu potansiyeli kullanmak bir takım koşulları zorlamak anlamında teknik bir olanak çıktı ortaya. Almanya’dan alternatif televizyon kanalı kuruyorsunuz, yayına başlıyorsunuz ve bu Türkiye’ye kadar gelebiliyor.

 

HT: Ama çok pahalı.

 

BÇ: Pahalı, ama şimdi çapı daha küçülmüş, piyasada rahatlıkla bulabileceğiniz alıcı cihazlarıyla yayını alıyorsunuz. Turgut Özal’ın kafasında olan şey, aslında bütün bu sistemin değişmesiydi, ama bu değişimi de tetikleyecek, zorlayacak, alternatif gösterecek bir şey olması gerekiyordu. O dönemde, 1989-90’da, doktora tez çalışmamda Türkiye’deki toplumsal ve siyasal aktörlerin temsilcileriyle yaptığım söyleşilerde ortaya çıkan net bir tablo var; kimsenin kafasında bir özel televizyon fikri, anlayışı, bunun nasıl olacağı konusunda fikir yok.

 

HT: Özel televizyon dediğin nasıl olur? Kimse bunu bilmiyor.

 

BÇ: TRT’ye bakarak referans gösteriyorlar hep, diyorlardı ki; “TRT gibi olmasın!” Hep TRT’deki sıkıntıları, açmazları düşünerek “bunun gibi olmasın” diyorlardı, ama tarif edilen net bir şey yoktu.

 

HT: Zaten ilk 3-4 sene program içinde de, yayında da hep TRT’ye göndermeler yapılırdı; mesela programı sunarken, “bunu eskiden yapmamız mümkün değildi ama şimdi özel kanalda olduğumuz için yapabiliyoruz” diye söylerlerdi, ne yapıyorlarsa. Programların içeriğine kadar yansıyacak kadar bir kompleks vardı, “TRT’de yapamadıklarımızı yapalım” gibi bir şey.

 

BÇ: TRT’nin vermediği haberleri vermek, değinmediği konulara değinmek çok önemliydi. O dönemin TRT haberlerine baktığımız zaman, TRT’nin haber bültenindeki Türkiye gündemi ile, gazetelerdeki Türkiye gündemi arasında ciddi fark vardı. TRT bir takım konuları, olayları, olguları görmemezlikten gelirdi, sonra toplumda bir takım tepkiler ve ortaya çıktıktan sonra mecburen dönüp o tepkileri haber yapardı. Sırf TRT’yi seyrederek Türkiye’yi takip eden bir insan açısından, “nereden çıktı bu şimdi?” diye ciddi sıkıntı olurdu.

 

HT: Belki konudan sapmış olacağız, ama çok hoş olaylar vardı, eğlenceliydi de bir taraftan, eğlenceli tarafını görebiliyorsanız tabii. Mesela bir akşam TRT’de haberleri seyrediyorsunuz, “Başbakan Demirel bilmem ne konusundaki şeylerin yalan olduğunu söyledi.” O konu ne? Çünkü bir gece önce hiç öyle bir konudan söz edilmemiş, ertesi gün Demirel çıkmış bir konuda bir yalanlama yapıyor, fakat yalanladığı konuyu bilmiyoruz. Ne olduğu belli değil, kim ne demiş de Demirel onu yalanlamış onu da bilemiyoruz ama Demirel yalanlamış. Başbakan ya, onu veriyoruz. Fakat o Demirel’in yalanladığı şeyi söyleyenlerin ne söylediği yok ortada. Durum böyleydi.

 

BÇ: Mesela TBMM’de grubu bulunan partilerin basın açıklamaları ya da meclisteki grup toplantılarındaki konuşmalar da kronometre tarafsızlığı çerçevesinde verilirdi. Özel televizyonlarsa, bu tabu niteliğindeki konulara, hiç değinilmeyen konulara değindi. Tabii sadece siyasi düzlemdeki yasaklar değildi söz konusu olan, örneğin arabesk meselesi TRT’nin çok ciddi taraf olarak kendisini yerleştirdiği bir tartışmaydı. Özel televizyonlar bu potansiyeli fark ettiler, ilk çıkan özel televizyonlardan birisini hatırlıyorum, “ailenizin gazinosu” diyordu. TRT’nin “ailenizin gazinosu” kavramı ile bir yayıncılığı düşünmesi, söz konusu olabilir miydi o dönemde?

 

HT: Kesinlikle. TRT bunu yılbaşı geceleri, yılbaşı programında yapıyordu.

 

BÇ: O da dansözü koyduğunuz takdirde.

 

HT: Dansöz, İbrahim Tatlıses, onlarla dengeliyordu. Onun haricinde 364 gün yasaktı. Hatta şarkıların sözlerine bakıyorlardı hatırlarsınız.

 

BÇ: Repertuar kurulu vardı.

 

HT: Özel televizyonlar bunun farkında oldukları için oradan da vurdular.

 

BÇ: Tabii bunun beraberinde izleyici de TRT’de olmayanın olduğu bir kanalla karşı karşıya kalınca, özel televizyona talep oldu. TRT çok kısa sürede, irili ufaklı özel televizyon alternatiflerinin karşısında sendeledi, sekteye de uğradı.

 

HT: İzleyicideki düşüşü, reklam gelirlerindeki düşüşten gayet net görebiliyoruz. Star yayına başlamadan önce, 90’da, zaten TRT haricinde başka kanal yoktu, TRT’nin reklam gelirleri belliydi. Sonraki yıllara bakıyoruz, TRT’nin gelirleri içinde reklamların payı 3-5 sene içinde %2’ye düşüyor ki hiçbir şey değil, neredeyse hiç reklam alamıyor TRT, böyle bir noktaya geliyor.

 

BÇ: Bir de şöyle bir talihsizlik var; herhangi bir kamu hizmeti yayıncılığı kurumu, örneğin BBC olsaydı, ne olursa olsun, geçmişten gelen bir izleyici ve dinleyici desteği olduğu için böyle olmazdı. Ekonomik anlamda altının boşalması, hükümetlerin TRT’yi göz ardı etmesi vs. yanında, izleyicisi de TRT’ye sahip çıkmadı.

 

HT: TRT de izleyicisine sahip çıkmayan bir kurumdu çünkü. TRT yayını izleyici için değil, hükümet için yapıyordu. TRT devlet dairesi gibiydi...

 

BÇ: Hükümetine hesap verebilmesi için.

 

HT: Hükümete yayın yaptığı için de izleyicisi sahiplenmedi, onun yerine başka türlü yayın yapan özel kanalları daha çok sahiplendi. Tansu Çiller’in muhalefette olduğu dönemde, Demirel hükümetteydi galiba, özel radyolar kapatıldığında, “Radyomu İstiyorum” kampanyası yapılmıştı. İnsanlar arabalarının antenlerine siyah kurdeleler bağladılar, vs.

 

BÇ: Üstelik hangi radyo için? Sürekli müzik yayınlayan, hatta ağırlıklı olarak arabesk yayınlayan radyo için.

 

HT: Ama hükümet çıkıp, “ben TRT’yi kapatıyorum” derse, ne tepki gösterilir merak ediyorum. Millet sokaklara dökülür mü bu anlamda? Biz tepki gösteririz, başkaları gösterir, kurumsal ya da akademik tepkiler olabilir, ama vatandaş sokağa dökülür mü?

 

BÇ: İzleyici ve dinleyici anlamında oralarda ciddi soru işaretleri var. Kamu hizmeti yayıncılığı tekelinin kaldırılması, bu alanın özel girişime açılması Türkiye’de gerçekleşmeye başladığı andan itibaren, 90’ların sonuna, 2000’lerin başına kadar çok sayıda irili ufaklı girişim vardı. Medya gruplaşması da hafif hafif oluşuyor gibiydi, ama bugünkü kadar yoğun ve bugünkü kadar agresif değildi.

 

HT: Niye öyle oldu tam kestiremiyorum açıkçası, mesela bu çapraz medya meselesine bakıyorum, “bizimkiler nereden, nasıl geçtiler çapraz medyaya doğru?” diye düşününce biraz karışık bir süreç. Çünkü Amerika’ya bakınca, Amerika’nın üç büyük networkü vardı o zaman, ABC, CBS, NBC, bunların gazeteleri falan yoktu, televizyon ve radyo yayıncılığı yapıyorlardu. Gazeteler tamamen ayrı şirketler, NY Times, vs. Onlar gazetecilikte çok büyükler ve bir araya gelmiyorlar. Avrupa’ya bakınca da böyle çok örnek yok, hem gazete hem televizyon yayıncılığı yapan çok fazla şirket yok. Bizde model bir kaç yıl içinde hemen buna evrildi, yani doğrudan gazete patronları televizyon yayıncılığına başladı ya da televizyon sahipleri gazete de almaya başladılar. Belki daha ziyade Türkiye’deki siyasetle ilgili bir nedenden dolayı böyle olmuş olabilir, yani medya sahibi olmanın siyasi bir güç sahibi olmak da anlamına gelmesinden dolayı böyle bir yöne gitmiş olabilir.

 

BÇ: Tabii o zaman sadece düşündüğün üç alandı, gazeten, radyon ve televizyonun. Televizyonun amiral gemisi, gazete eğer eski bir gazete, piyasada tanınmış, bilinen bir gazete ise o amiral gemisi idi başlangıçta, radyo ya da radyolar da bir şekilde o filonun içerisinde yer alıyordu. Fakat giderek o endüstrinin alt alanlarının zenginleşmesi, yeni yeni alanların ortaya çıkması, bu alanın hem siyasi, hem de ekonomik olarak bir takım uzantılarının, gücünün ve etkilerinin de olduğunun gözlenmesiyle birlikte, dışarıdan da gelmeye başlandı. Yani sektör dışından, sanayicisi, otomotiv sektöründen, inşaatçısı, finans sektörü, vs. yavaş yavaş şunu algıladı, “iktidarla, önce hükümetle sonra devletle ilişkilerin kurulabilmesi ve yürütülebilmesi için medya önemli bir araç.”

 

HT: Zaten ilk özel televziyon Star 1, Cumhurbaşkanı’nın oğlu tarafından kuruluyor, Cem Uzan’la birlikte Ahmet Özal kuruyor. Sonra yanlış hatırlamıyorsam Show TV, Erol Aksoy tarafından, o da bankacı ve de başka alanlarda da işleri var, vs. sürekli hükümetle işi olan birisi.

 

BÇ: Arkasından Dinç Bilgin geliyor.

 

HT: Dinç Bilgin yine de gazeteci bir aileden geliyor, onu hep ayrı bir yere koymak zorundayız gibi geliyor bana.

 

BÇ: Daha sektör içi gibi düşünüyorsun.

 

HT: Evet. Aslında ilk çapraz medya uygulaması da oradan çıkıyor galiba? Dinç Bilgin televizyon işine girdiğinde zaten gazeteleri, dergileri vardı, dolayısıyla Türkiye’nin ilk çapraz medya grubu oluyor herhalde ATV ile.

 

BÇ: O dönemde Avrupa’daki gelişmelere baktığımız zaman, büyük gruplar, holdingler ilgilenirken, Türkiye’de büyük gruplar, Koç Grubu, Sabancı Grubu, vs. hiç ilgi göstermiyor medyaya. Aslında ilgi gösteriyor, ama hep bir mesafe ile “dur bakalım neler olacak, yasal düzenlemeyi bekleyelim” diyorlar, çünkü yasal düzenlemenin olmadığı bir alana yatırım yapmak da riskli, tam da hazine arazisine gecekondu kondurmak gibi.

 

HT: Dolayısıyla, Türkiye’de o dönemde medyaya yatırım yapmak, başka türlü beklentilerden dolayı yapılacak bir işti. Para kazanmak için değil, başka işlerini garantiye almak için medyaya yatırım yapıyordun. Dolayısıyla Sabancı, Koç gibi grupların da böyle bir şeye ihtiyacı yoktu, onların işleri zaten çok büyüktü. Dolayısıyla boşa para gidecek bir şey olarak gördüler belki medyayı.

 

BÇ: Hükümetler de, birdenbire ortaya çıkan bu yeni ve çeşitli kanallar üzerinden konuşmayı tercih eder oldular. Sadece TRT’yle kısıtlı kalmamak onların da işine geldi.

 

HT: TRT’de konuştuğun zaman, haberi istediğin gibi kullan, kimse seni izlemiyorsa hiçbir işe yaramayacak. Dolayısıyla onlar da özel kanalları kullanmaya başladılar, demeç vereceği zaman özel televizyonların muhabirlerini tercih etmeye başladı hükümet.

 

BÇ: Fakat bugünkü duruma baktığımızda, medyadaki yoğunlaşma, çapraz yapılardaki giderek birbirine yakınlaşma gibi olgulara, içeriklerin benzeşmesi, programlardaki kalite sıkıntısı, etik problemler, haberlerdeki tarafsızlık, nesnellik meselesi, özel hayata müdahale, şeref ve haysiyet gibi kavramların giderek ayakların altına alınması gibi, bütün bu arkadan gelen rüzgârın, hepsinin, tek tek, her aşamada katkısı var. Turgut Özal’ın meşhur bir sözü vardı “2,5 gazete” diye, aslında bu yoğunlaşmanın izleri de oradaydı. Sektörün her bir oyuncusunun ekonomik anlamda bağımsız, hükümete de mesafeli olması gerektiğini düşünürsek, hakikaten .ok güçlü bir sektör gerekiyor. Ama bu çeşitlilik içerisinde bu güce kimse erişemediği için, yavaş yavaş satın almalar, ele geçirmeler, birleşmeler ve aynı grubun çatısı altında toplanmalar başladı.

 

HT: Aslında bu işin doğasında olan bir şey belki de. Türkiye’de medya sektöründe bir konsolidasyon lazım, yani “tekelleşme var” deniyor, ama aslında yok gibi de bir taraftan. Bu çok tartışmalı bir konu, ama bir konsolidasyon lazım, bu kadar küçük şirketleri kaldırmaz bu sektör, çok küçük, çok sayıda şirket var, bunların bazılarının bir araya gelmesi, birleşmesi lazım, ama kimse buna yanaşmadı. Çünkü herkes kendi televizyonu kendi elinde, kendi radyosu kendi elinin altında olsun istedi.

 

BÇ: O da siyasi bir gücü getiriyor bir yandan.

 

HT: Aynı bankacılık sektörü gibi, Türkiye’de bankalar krizinden önce 84 tane banka vardı, yani neredeyse bütün büyük patronların birer bankası vardı. Niye? “Benim de bankam olsun.”

 

BÇ: Kasa gibi. Bu da radyosu ya da televizyonu.

 

HT: Aslında bankalar ve medya da iç içe geçmiş olduğu için, bankacılık krizi ile birlikte medyada da bir çalkantı oldu. Biraz o krizin zorlamasıyla, medyada hafif bir konsolidasyon yaşanıyor. Zorlama olduğu için tuhaf şeyler oluyor, ama yine de bu TMSF’nin sattığı medya kuruluşlarıyla vs. bir takım el değiştirmeler, bazı yerlerde toplanmalar oluyor. Reklam gelirleri açısından bakınca, Türkiye’deki medyanın %80’i 4 büyük grupta, hatta 3 büyük grupta.

 

BÇ: Bir ara bundan 6 ay, 1 yıl önce TMSF de bir gruptu!

 

HT: Ama şimdi sata sata dağıldı, Turgay Ciner grubu, Aydın Doğan grubu ve Çukurova grubu gibi üç tane çok büyük grup var. Bunların reklam gelirleri de Türkiye’deki reklam gelirlerinin %80’ini kapsıyor. Yani Türkiye’deki medya gelirlerinin %80’i bu üç gruba gidiyor. Onun haricindekiler, küçük medya, geri kalan gelirle idare etmek zorunda, onunla yaşamak zorunda. Bu kaçınılmaz bir şey, bütün dünyada da bu sistemin, çöken bu piyasa yapısının, bu ekonomik anlayışın sonucu budur, böyle olacaktır. Japonya’ya gitseniz de böyle, İngiltere’ye gitseniz de böyle. Bir takım büyük oyuncular, çok büyük oyuncular piyasanın büyük kısmına hakimdir, ellerinde tutarlar, gelirini alırlar, bazı küçük oyuncular da küçük paralarla, küçük gelirlerle yetinmek zorunda kalırlar. Bunu kabul edersiniz, ya da etmezsiniz, ama bu piyasa yapısının getirdiği bir şey; ancak burada esas dert şu ki, bu  piyasa iyi regüle edilen bir piyasa değil.

 

BÇ: Beraberinde ifade özgürlüğü, iletişim özgürlüğü gibi konuların da sınırlanması ve kısıtlanması söz konusu.

 

HT: Korunması gereken prensipler korunmuyor, kısıtlanması gereken şeyler kısıtlanmıyor, hem içerik bakımından, hem sermaye yapıları bakımından, hem kurumlar bakımından, hem teknolojik olarak... Bütün bu alanın yönetilmesi lazım. Yani Amerika’da da serbest piyasa ekonomisi var, ama “ABD’nin RTÜK’ü” diye niteleyebileceğimiz bir kurum olan FCC, -benzetmek bile yanlış aslında- inanılmaz sıkı bir yapı kuruyor.

 

BÇ: Belirlenmiş sınırları çizilmiş bir düzenleme getiriyor.

 

HT: Piyasa ekonomisi işliyor, piyasa ekonomisinin bütün koşulları, kuralları sonuna kadar uygulanıyor ve çok sıkı kurallar var. Burada ise, piyasa ekonomisi işliyor, ama bir taraftan da, kurallar bugün var yarın yok, kimine uygulanıyor kimine uygulanmıyor, herkes, başka tarafa çekiyor, vs. böyle bir tuhaflık var bizim piyasamızda. Belki Türkiye’deki medyayla ilgili esas sorun bu. Yani serbest piyasa ekonomisi içinde işleyecek bir medya sektörü olacaksa Türkiye’de, bunun kurallarının daha iyi işlemesi, önce kuralların düzgün konması, sonra da daha iyi işlemesi lazım.

 

BÇ: Aslında bugünkü durumdaki yapı, bu el yordamıyla gelinen sürecin de sonucu. Düzenleyici kurul açısından baktığımız zaman, tam olarak neyi nerede nasıl düzenleyeceği konusunda sıkıntılar var. Medyanın gruplaşması, holdingleşmesi, yoğunlaşması anlamında da bir ‘hırs’ var; “o da bizim olsun, bunlar da bizim olsun” gibi. İzleyicilerde de bir dışarıda kalmışlık ve çaresizlik duygusu var; sadece şikâyet edebiliyorlar. Ama şu bir gerçek; başka toplumlarda olduğu gibi, Türkiye’de de iletişim araçları, en azından geleneksel olarak tanımlayabileceğimiz radyo, televizyon ve gazete gibi, toplumsal anlamda gelişmenin olmazsa olmaz koşulları. Yani toplum bunun üzerinden konuşuyor, bütün siyasal iletişim bu düzlemde gerçekleşiyor. Olması gereken ve sağlıklı işlemesi gereken bir şey. İçindeki mesajlar, özgürlükler, haklar, bütün tanımlanmışlıklar çerçevesinde çok önemli bir yer işgal ediyor. Bu belirsizlikle, toz duman içerisinde de aslında en fazla sıkıntı yaratan bu özgürlüklerin sınırlanması ve kısıtlanması. Bir taraftan sektörün sağlıklı büyümesi açısından sıkıntı yaratıyor. O nedenle, bugün bakıyoruz, mülkiyet anlamında, medyadaki mülkiyetin yoğunlaşması anlamında hâlâ düzenleyici bir şey yok. Madde sürekli olarak iptal ediliyor, “yenisi geldi iptal edildi” derken, ortada alanı düzenleyen bir şey yok. Yayıncıların kendi aralarında bir araya gelip kendi kendini düzenlemesi, devlet müdahalesinden biraz uzak durmaları, kendi aralarındaki bu acımasız rekabeti bir noktaya çekmeleri gibi bir eğilim yok. İzleyiciler de kendi aralarında örgütlenmiyorlar, çünkü haklarını, beklentilerini, isteklerini dile getirecekleri bir platform yok. O nedenle bizim aslında bütün bu konuşmamızın sonucunda önermemiz gereken, iletişimin son derece önemli bir olgu olduğu, buna sahip çıkılması gerektiği ve bütün bu tartışmaların gerçekten olması gereken noktalarda odaklanarak, genel geçer kavramlardan değil, çok daha somut, hangi noktalarda nelerin yapılması gerektiği konusunda hızla tartışma platformlarının oluşturulması. Bu bir saatlik konuşmanın ortaya çıkarttığı konu başlıklarının da bu tartışma platformunda yol gösterici olacağını umarız.

SON EKLENENLER

Üye Girişi