Kullanıcı Oyu: 2 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

MİZAHİ ANLATIM

Mizah, “eğlendirme, güldürme ve bir kimsenin davranışına incitmeden takılma amacını güden ince alay, gülmece”dir. Olayların gülünç, sıra dışı ve çelişkili yönlerini yansıtarak insanı düşündürme, eğlendirme veya güldürme sanatıdır. Bu amaçla yazılan edebî eserler de mizah türü içinde sayılır. Buna göre mizah, gerçeğin güldürücü yanlarını ortaya koyan edebiyat türüdür.

En kaba şakadan en ince espriye kadar bütün mizah örnekleri, birbiri ile uyum içindeki olaylar arasındaki çelişkinin birdenbire ortaya çıkarılmasına dayanır. Mizah gelenek ve kuralların sorgulanmasında önemli bir rol oynar. İki amacı vardır, saldırma ve savunma. İnsanın topluca yaşamaya başladığı dönemle birlikte mizah da ortaya çıkmıştır. Kentleşmeyle birlikte daha soyut ve dolaylı bir özellik kazanmıştır.

Mizahı bedensel şiddetten ayırıp keskin dilli bir sanata dönüştüren Atinalılar olmuştur. Orta Çağ’da kilise ve kralları alaya alan masallarıyla şenliklerde halkı eğlendiren öykü anlatıcılarıyla birlikte yeni bir mizah türü yaygınlaşır. 20. yüzyılda ise yeni bir mizah türü doğar. Komik öğelerin yanı sıra ürkütücü ve korkunç öğelere de yer veren kara mizah ortaya çıkar. Yine siyasal mizah da bu dönemde önem kazanır.

Türk edebiyatında gerçek anlamda ilk mizah ürünleri masallar, fıkralar ve seyirlik oyunlardır. Divan edebiyatında da, sık rastlanmamama birlikte, mizah yer almıştır. Tanzimat Döneminde Türk mizahının çehresi geniş ölçüde değişir. Teodor Kasap ve Direktör Ali Bey’in Fransız edebiyatının etkisiyle yazdıkları tiyatro eserleri önem kazanır. Şinasi’nin Şair “Evlenmesi”, Ziya Paşa’nın “Zafername Şerhi”, Namık Kemal’in imzasız fıkra ve yergileri bu tiyatro eserlerini takip eder. İkinci Meşrutiyetle birlikte Türk mizah edebiyatında büyük gelişmeler görülür. Baha Tevfik, Peyami Safa, Ömer Seyfettin, Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon gibi birçok yazar mizah yazılarıyla ünlenir. Cumhuriyetle birlikte Türk mizahı yeni bir kimlik kazanır. Cumhuriyet Dönemi yazarları geçmişi eleştiren ancak dönemi savunan bir tutum benimserler. Çok partili dönemle birlikte mizah kapsam ve konu bakamından büyük zenginlik kazanır. Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Rifat Ilgaz, Orhan Kemal, Bedii Faik, Haldun Taner, Muzaffer İzgü, Çetin Altan gibi yazarlar bu dönemde mizahın önemli isimleridir.

Mizahla ilgili bu ön bilgilerden sonra mizahi anlatım üzerinde durabiliriz. Mizahi anlatım, gülmece üzerine kurulu anlatımdır.  anlatım tarzında insanları güldürürken düşündürme amaçlanır

Mizahi anlatım, çok farklı konuları anlatmak için kullanılabilir. Toplumdaki aksaklıklar, bozulmalar, insanların hataları, yaşamın içindeki gülünç durumlar vb. mizahi anlatımla dile getirilir Tüm bu konular dile getirilirken ince bir alay, eleştirel bir tutum sergilenir. Mizahi anlatımın temelinde hiciv, yani eleştirel yaklaşım söz konusudur.

Alay ve hiciv, mizahi anlatımın temel unsurlarındandır. “Alay” insanların, toplumun veya çeşitli durumların gülünç, kusurlu eksik vb. yönlerini küçümseyerek eğlence konusu yapmaktır Mizahi anlatımı sağlamada kullanılan önemli unsurlardandır alay. Hiciv ise toplumu, bireyi veya bir durumu eleştirmektir, hiciv de mizahi anlatımda yararlanılan öğelerdendir. Özellikle kara mizahta hiciv ağır basar. Kara mizah, yalnız güldürmeyi değil, düşündürmeyi ve yergiyi de amaçlar. Mizahi anlatımda eleştiri her zaman öne çıkmasa da kara mizahta eleştiri genellikle ağır basar.

Mizahi anlatımın temelinde ince alay ve espriler vardır. Mizahi anlatımda zeka ürünü esprili ifadeler kullanılır. Bu ifadeler sayesinde topluma ya da bireye yönelik düşünceler, eleştiriler daha rahat aktarılır. Bu aktarım sırasında ses ve taklitlerden yararlanılır. Kimi zaman abartıya başvurulur. İşin içine abartı karıştığından mizahi anlatımda gerçekten sapma da söz konusudur.

Bu anlatıma tiyatro, fıkra, sohbet gibi türlerde, günlük yaşar yaşamda vb. başvurulur. Mizahi anlatımın kullanıldığı metinlerde dil sanatsal işlevde kullanılır. Bunun yanında heyecana bağlı işlevde ya da kanalı kontrol işlevinde kullanıldığı görülür.

Mizahi anlatımın gene! özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür:

  • Okuyucuyu hem eğlendirmek hem düşündürmek amaçlar 
  • Okuyucuda bırakılmak istenen etkiye göre düzenlenir.
  • Mizahi anlatımda ses, taklit, hareket ve konuşma önem kazanır.
  • Mizahi anlatımda gerçekler bire bir anlatılmaz, bu yüzden gerçekten sapma vardır.
  • Roman, hikâye, tiyatro, fıkra, sohbet, deneme, şiir gibi türlerde kullanılır.
  • Mizahi anlatım, daha çok, olaya dayalıdır. Ayrıca dil, genellikle sanatsal işlevde kullanılır

 --------------------------------***------------------------------------------------------

MİZAHLI ANLATIM-2
Edebî eserlerin kimisi güldürücü, mizahlı bir üslûpla yazılmış olabilir. Bu, her şeyden önce, sanatçının üslûbunu meydana getiren mizacı, yetişme tarzı, çevresi, eğilimleri vs. ile ilgilidir. İnsan tabiatında, hüzün kadar tebessüm, övgü gibi yergi, beğenme kadar kınama, taşlama; ululama duygusunun yanı sıra küçümseme, alay etme» çekiştirme, gülünç etme istekleri de bulunduğuna göre, bu aykırı ve karışık hislerin mizah kalıbına dökülerek, edebî eserlere yansıması olağandır. Kimi yazar ve şairler öyle konular seçer veya konuyu öyle bir üslûpla donatırlar ki güldürücü, iğneleyici, alaycı bir hava meydana çıkar. Bunların maksadı da ötekiler kadar ciddî olabilir, fakat eserleri mizah tekniğince güldüren üslûpla yazılmıştır, Başka deyişle: mizahlı anlatım kullanmışlardır. Konuya girmeden önce mizahın ne olduğunu, hangi şartlarla meydana gelebileceğini araştıralım.
Ünlü Fransız filozofu Bergson (1859-1941), Le Rire (Gülme) adlı eserinde "söz mizahı"nın esaslarını inceleyerek şu sonuçlara varmıştır:
a) Şaşırtıcı, beklenmedik, saçma bir sözü, beylik bir cümle kalıbımı sokmakla komik bir sonuç alınır.
Meselâ: "Yemek aralarında bir şey yemeyiniz gibi klişe bir sağlık öğüdünü ele alan kişi:
"Ben yemek aralarında çalışmayı hiç sevmem" demiş olsa, beylik cümle kalıbı içine şaşırtıcı bir söz kattığı için mizah cümlesi yapmış olur.

Büyük şairimiz Fuzulî de ünlü Şikâyetnamesinde:
"Selâm verdim almadılar" gibi beylik bir şikâyet kalıbı arasına "rüşvet değildir deyü" gibi beklenmedik bir nükte katmak suretiyle, yüzyıllar boyu unutulmayan mizahlı cümlesini yapmıştır: "Selâm verdim, rüşvet değildür deyü almadılar"
Birine "Allah selâmet versin" diyecek yerde, dil sürçüyormuş gibi yaparak "Allah belânı versin" diyen Ortaoyunu sanatçısı da aynı mizah kuralından faydalanmış oluyor.

b) Mecazlı anlamda kullanılıyormuş gibi gösterip esasta yalın bir tarzda kullanılan bir söz veya cümle de her zaman güldürücü olur.
Çünkü bu gibi hallerde biz kendimizi mecaz mantığına alıştırmış iken, birdenbire sözün gerçek anlamı ile karşılaşır, irkîlir ve güleriz.
"Bütün insanlar kardeştir" diyecek yerde "Bütün insanlar kız kardeştir” denince, ciddî olmayan bir cümle meydana gelir. Çünkü insanların kardeş olması, alışılmış bir mecazdır. "Kızkardeş" kelimesi ise bize gerçek anlamı düşündürerek şaşırtır ve güldürür. Aynı güldürücü hava çoğunlukla mecazlı anlamı olan deyimlerin çıplak, düz mânâlarını düşündüğümüz veya bu durum, (sözle, yazıyla, karikatürle) bize îma edildiği zaman da belirir. Sözgelişi; filan zavallı gelin "duvağına doyamadı" dediğimiz zaman, onun murat almadan öldüğünü veya kocasından ayrıldığını söylemiş oluruz. Oysa deyimi çıplak mânâya alırsak "Su obur kadın duvağını yiye yiye bitirdi, yine de doymadı" gibi komik bir sonuç elde edilir. Aynı deneyiş Türkçenin pek çok deyimleri üstünde yapılabilir.
Ordu hayatımızdan alınmış çok güzel bir fıkra vardır: Kıtaları teftiş etmekte olan bir paşa, Hasan adındaki ere sorar:
- Vatan nedir?
Er, ciddiyetle cevap verir:
- Vatan bizim anamızdır paşam.
Bu cevaptan memnun olan kumandan, bu sefer Hasan'ın yanındaki ere dönüp sorar:
Sen söyle bakayım, vatan nedir?
Vatan, Hasan'ın anasıdır.
Hasan adındaki er, "ana" sözünü tam bir mecaz halinde kullandığı için cevap ciddîdir. Hâlbuki arkadaşı, aynı söze yalın ve gerçek bir anlam verdiği için, bilmeyerek mizah yapmış, bizi şaşırtmış ve güldürmüştür.

c) Bir fikrin tabiî bir ifadesi başka bir tona aktarılmakla daima gülünç bir netice elde edilir.
Sözgelişi, resmî ve formüllü bir dille kaleme alınması gereken bir dilekçenin yahut bir siyasî nutkun köylü ağzı veya külhanbey argosuyla yazılıp söylenmesi; şairane bir konunun matematik terimleriyle aşçı, tüccar, bankacı kelimeleriyle ifadesi; ilmî bir olayın mahalle kahvesi mantığıyla anlatılması; edepsizce bir şeyin kibar sözlerle nakledilmesi söz mizahının (komedyaların) en çok baş vurduğu usullerdir.

Aşağıdaki söyleşme, Hüseyin Rahmi'nin Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç romanından alınmıştır. Cahil mahalle kadınları Halley kuyruklu yıldızının dünyaya çarpması söylentileri üstüne fikir beyan etmektedirler:
"Bedriye Hanım: - Dünyaya bir kuyruklu yıldız çarpacakmış.
Emine Hanım: - Aman ben de korkacak bir şey zannettim. Ne kadar telâşçısın kardeş. Çarpacaksa çarpsın... Ne var? Kapımı kapar evceğizimde otururum, bir yere çıkmam. Şimdi kanlar; "Nasıl çarpacakmış bakalım" diye sürü sürü seyre giderler!
Bedriye Hanım: - A! Gitmem gitmem. İt köpek arasında çiğnenmeye vaktim yok.
Emine Hanım: - Kız, nasıl şey, tarif et...Meraktan çatlayacağım.. Ben de gidip göreyim bari,
Bedriye Hanım: -Ah nasıl tarif ederim anacığım? Deniz kızı gibi mi desem, Ankara keçisi mi, yoksa Van kedisi gibi mi desem? İşte öyle saçaklı bir kafa... Badem gibi çekik gözler... Taranmış keten gibi beyaz nuranî saçlar..."

ç) Küçük şeylerden büyük şeylermiş gibi bahsetmek, genel olarak mübalâğa etmektir. Mübalâğa uzatıldığı ve bilhassa sistemli olarak yapıldığı zaman daima mizah meydana gelir.
Söz mizahında en çok başvurulan yollardan biri de, nesneleri olduğundan çok fazla veya çok az göstermek yani mübalâğa etmektir. 15. yüzyıl şairlerimizden Şeyhî, Harnâme'sinde tasvir ettiği bir eşeğin zayıflığını şu beyit ile anlatır:
Arkasından alınca palanı
Sanki it artığıydı kalanı.

Yine Tanzimat şairlerimizden Ziya Paşa, Zafername'sinde batırmak istediği Sadrazam Âli Paşa'yı, şişkin sözlerle överek küçük düşürmeye çalışır:
Kimseler olmadı bu feth-i mübîne mazhar
Ne Skender, ne Hü'lâgû ne Sezar u Anibal..
Askere verdi kumandayı misal-i Bonapart
Gerçi kim, gelmedi hiç silsilesinden ceneral.
Bergson'un verdiği bu dört kuraldan çıkarılacak sonuç

Bizi güldüren (yani mizahlı) sözün, alışılmamış, şaşırtıcı, garip ve beklenmedik oluşudur. Ayrıca, görünür, görünmez bir çelişme, bir çatışma her türlü mizahın şartlan arasındadır. Mizah, ciddî'nin tersi olduğuna göre, biz bir şeye gülerken, onu başka bir şeyle (farkında olarak, olmayarak) karşılaştıryoruz, çatıştırıyoruz demektir. Mizahlı bir sözü deli saçmasından ayırt etmek için, onun bir zekâ eseri olarak tam yerinde ve zamanında söylenip söylenmediğine, bir de bizi şaşırtmakla kalmayıp mantığa da uygun düşmesine dikkat etmek gerekir.

Mizah Çeşitleri
Mizah (hümur) sözünü genel bir terim olarak kullanıyoruz. İçinde güldürücü kavramı bulunmak, saçma ve bayağı olmamak şartıyla, en hafif dokunuşlardan en ağır yergilere kadar her şey mizah sınırına girer.
Hepsi mizah sayılmakla birlikte, aralarında oldukça anlam farkı bulunan ve dilimizde çok geçen terimler vardır. Bunlardan başlıcalarını görelim:
Şaka söz ve yazı ile gülüşmek için birisine takılmak veya onu aldatmaktır. Şakanın tatlı olması için ilk şart, işi şakaya getirerek, mizahı kötüye kullanarak takıldığımız kimseyi kırmamaktır. "Şakalaşmak" deyiminden de anlaşılacağı gibi şaka ancak iki veya daha çok kişi arasında olabilir. Eskiler buna lâtife de demişler ve "Lâtife lâtif gerek" kuralım koymuşlardır.
Alay bir kimsenin şahsı, fikirleri veya sözleri ile eğlenmek; herhangi bir eser; kişiyi, topluluk veya nesneyi hafife aldığını güldürücü sözlerle belirtmektir.
Nükte (espri) bir olay, kişi veya düşünce üzerine, zekâ inceliğine, bilgiye dayanan, kısa ve anlamlı bir söz söylemektir.
Hezel bir konuyu ve düşünceyi alay üslubuyla işlemektir. Eski yeni edebiyatımızdaki bazı tanınmış şiir parçalarının benzerlerini (nazirelerini) aynı vezin ve kafiyede fakat alaylı bir tarzda yazmak da hezel sayılır. Bu işleme, o şiirleri tehzil etmek denir.

18. yüzyıl Divan şairimiz Şeyh Galib'in
Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenare düştü
Dayanır mı şişedir bu reh-i sengsâre düştü.

Matlâlı meşhur gazeli, Yusuf Ziya Ortaç tarafından Çimdik imzasıyla şöyle tehzil edilmiştir:
Tekne-i maişet, kırılıp kenare düştü
Dayanır mı, dar gelir bu, yem-i ihtikâre düştü,

Kesilip nefes pek erken, suya indi bizde yelken
Hah, konsol, ayna derken bütün evpazara düştü

Ne ocakta bir tutam od, ne kazanda bir yudum aş
Yere mutfağın damından iki sıska fare düştü.

Yine coştu bezm-i işret, dolup taştı câm-ı rüşvet
Kuşa kurda son ziyafet, dil-i pire düştü.

Şathiyye tasavvufî görüş ve bilgilerin, şaşırtıcı ve alaycı bir ifade ile söylendiği yazı ve şiirlerdir. Yunus Emre'nin tasavvufi mânâlarla yüklü olan şu şathiyyesi çok meşhurdur;

Çıktım erik dalma, andayedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp der: "Neyersin kozumu."

Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım
Nedir, diye sorana bandım verdim özünü.

İplik verdim çulhaya, sarıp yumak etmemiş
Becit becit ısmarlar gelsin alsın bezini.

Bir sinek, bir kartalı kaldırıp vurdu yere
Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu.


TÜRK MİZAHI
Mizah, halk verimlerimizin ve yazılı edebiyatımızın türlü dallarına yayılmıştır. Tanzimat'tan sonra yazılı ve sözlü mizahın yanında çizgi mizahı da görülmeğe başlar. Fakat Türk mizahının en zengin kolu, şüphesiz sözlü halk verimleridir. Anlaşıldığı gibi mizahımızı üç kola ayırarak incelemek gerekecektir: Sözlü Mizah, Yazılı Mizah, Çizgi Mizahı. Karikatür (resim) sanatı içine giren çizgi mizahı konumuzun dışında olduğuna göre aşağıdaki sayfalarda, önce sözlü sonra yazılı Türk mizahını göreceğiz,
Sözlü Mizah
Sözlü mizah ürünleri, halkımız arasında söylenen ve kuşaktan kuşağa zenginleşerek geçen güldürücü fıkralar, tekerlemeler, monologlar, eğlenceli mâniler, mizahlı masallar, meddah hikâyeleri, bilmeceler, vs.dir. Bunlar arasında en zengin ve değerli malzeme güldürücü fıkralardır. Mizahlı fıkralar şu beş dalda toplanmış görünür:

  • Nasreddin Hoca fıkraları (Aşağıda incelenecek)
  • Bektaşi fıkraları

Bu fıkralar, katı, kaba ve hoşgörüsüz yobazlığa (dar görüş) karşılık aklın, ince zekânın, saldırgan olmayan, hikmetli hoş çıkışlardır. Hepsinin hazırcevap, nükteci kahramanı, güler yüzlü, yaşlı, rind bir Bektaşi dedesidir. Dede, bir bâtıl inancın veya manalı, manasız toplum kuralının püf noktasını bularak güldürür. Yahut gereksiz taassuba akıl mantık ışığı tutarak mizah yapar. Türk halkının Al¬lah ve Peygamber’e sonsuz saygı içinde çok dindar olduğu bilinmektedir. Fakat bu halk hiçbir konuda (milliyetçilik, ahlâkçılık, Atatürkçülük, din vs.) dar görüşlü ve fanatik (bağnaz) değildir. Bâtıl olduğu halde kedileştirilmek, "putlaştırılmak" istenilen konularda bile daima gerçekçi, şüpheci, tenkitçi ve hoşgörücüdür. İşte Türk halkı mizacının bu yanını en çok Bektaşi fıkraları ile yaptığı mizahta göstermiş bulanmaktadır.
Ancak Bektaşi fıkraları, daima alay ve istihzaya dayandığı için bunlarda Nasreddin Hoca fıkraları gibi yapıcı bir felsefe aransa bulunamaz.

3- Büyük-şehir fıkraları
Bunlar, daha çok eski büyük şehirlerimizin (İstanbul, Edirne, Bursa, Bağdat) saray ve konaklarında, çarşı pazarlarında, meyhane ve kahvelerinde geçen olayları anlatan güldürücü fıkralardır. Diğer bir kısmı, halkın iyi tanımadığı saraylı konaklı "yüksek tabakayı" hayale ve zanna dayanarak mizaha çekmektedir. Kimisi de söylentilere tahminlere dayanılarak imal edilmişlerdir.
Bazen da İncili Çavuş gibi hazırcevap bir mizah dehâsı icat edilip halkın saray ve konaklılara, zenginlere karşı tepki, alay ve istekleri, onun ağzı ile dile getirilir.
Bu sözlü verimler, yer, zaman ve kişi üzerinde kalmayıp (eğer yaşama güçleri varsa) bir bölgeden öbürüne, bir milletten başkasına, eski zamandan yenisine geçerler. Fıkraların kahramanları da değişebilir.
Fıkra kahramanları çeşitlidir. Bazen İncili Çavuş gibi saray ve konak dalkavukları; Bazen cüceler, nükte sever vezirler, sultan hanımlar, Bazen da Bekri Mustafa gibi "ayyaş"lar bu fıkraların hazırcevap kişileridir. Bu fıkraların bir kısmı da halkın, üst tabakaya meraklı bakışlarını aksettirir. Konak ve sarayların kaim duvarları ardındaki yaşayışları hayal ederek, gözde büyütsek ve alay karışığı anlatan güldürücü sosyal latifelerdir. Gereksiz yasakları ve eli sopalı idareci takımının yolsuzluklarını hicveden zekâ direnişleri de başka grup fıkraları meydana getirir. Birazı yabancı kültürlerden aktarılmış, birazı İstanbul'un ünlü meddahları veya bilinmez halk nüktecileri tarafından uydurulmuş olan fıkralarından bir kısmının da bizzat saray ve konaklarda teşekkül ettiği düşünülebilir.

4- Oflu Hoca Fıkraları
Bunlar daha çok cinsî konulan içine alan, bazı zümrelerdeki cinsî fantezileri dile getiren fıkralardır. Bazısı "müstehcen" olmakla birlikte, ince zekâ buluşlarına dayananları çoktur. Cinsî istek ve açlık konularının, dinî terimler, nükteler ve cinaslar arasında verilmesi, büyük kısmı da Karadeniz şivesine oturtulan bu fıkraların ayırıcı vasıflarıdır.

5- Bölgeleri ve Etnik Zümreleri Karikatürleştiren Fıkralar
Meselâ Karadeniz, Doğu Anadolu, Rumeli ve İstanbul insanlarına, Yahudilere, Rumlara dair birçok güldürücü fıkralar anlatılmaktadır. Bunlar, bölgelerde yaşayan kişilerin yahut ırk zümrelerinin mizaçlarını, olaylar karşısındaki tepkilerini kendi aralarında veya yeni girdikleri muhitle olan çatışmalarını ve Bazen da şivelerini mübalağalı bir tarzda işleyerek mizah konusu yapan fıkralardır. Bunları düzüp koşanlar da şehir halklarıdır. Şehirli Türk'ün kendisini öbürlerinden üstün görme zaafına dayanan bu türlü mizah ürünlerinin en güzelleri Karagöz ve Ortaoyunu nükteleri ve tipleri arasında görülecektir.
Sözlü fıkralar arasında halkımızca en benimsenmiş, milletimizin zekâ inceliğini, nükte gücünü ve hayat felsefesini en güzel yansıtanların Nasreddin Hoca fıkraları olduğu şüphesizdir. Halkımızın mizah dehasını Nasreddin Hoca temsil eder.
Bundan sonra gelen bölümde Hoca'nın gerçek ve millî kişiliği üstünde biraz durduktan sonra fıkralarını değerlendirmeğe çalışacağız.

Sözlü Mizah Parçaları
Bektaşi'den İslâm'ın Şartı
Zorba ve hayırsız zenginin biri, oradan geçmekte olan Bektaşi babasını, aklınca imtihan etmeğe kalkmış:
-De bakalım baba erenler, İslâm'ın şartı kaçtır? Bektaşi, hiç düşünmeden dikmiş cevabı:
- Birdir!
Adam ağzı köpürürcesine:
- Bre cahil, dinsiz, imansız! diye bağırmış. Daha İslâm'ın kaç şartı olduğunu
bilmezsin, bir de derviş olmağa kalkarsın...
Bektaşi gayet sakin:
-Kerem buyurunuz, kızmayınız! Bir hesap yapalım haksız mıyım? demiş "Hac" ile "Zekât'ı siz kaldırdınız. "Namaz"la "oruc"u da biz yok ettik. Şimdi kala kala "Kelime-i şahadet'ten gayri ne kaldı söyler misiniz?
Bekri Mustafa'dan Dünyanın Hali
Bekri Mustafa bir gün yine sarhoş, cami önünden geçerken bakmış ki cemaat toplanmış cenaze namazı kılacaklar. Ama imam hastalanmış, namazı kıldıracak adam bulunamıyor.
Başını kavuklu görünce cemaatten birkaç kişi koşmuş Bekri'ye yalvarmağa başlamışlar:
- Ne olursun, gel de şu namazı kıldır. Yoksa cenazemiz yerde kalacak.
Bekri şaşırmış. Önce reddedecek olmuş. Ben sarhoşum falan demiş. Sonunda bakmış ki dinletemeyecek, geçmiş cemaatin önüne. Lâkin namaz kıldırmaya baş¬lamadan önce ölünün kulağına eğilip bir şeyler fısıldamış. Bu işte bir keramet se¬zen cenaze sahipleri, namazdan sonra, onun mevtaya eğilip ne söylediğini sor¬muşlar. Bekri Mustafa:
- Merhuma dedim ki, demiş, bu dünyada neler olup bittiğini bir sorup sual
eden olursa: "Bekri Mustafa imam olmuş, namaz kıldırıyor. Varın siz o dünyanın
halini hesap ediverin artık!" dersin, dedim,

İncili Çavuş'tan
Tazı İle Çoban Köpeği
Çok pinti bir vezir, İncili Çavuş'un bir tazı getirmesini istemişti. İncili, gitti, be¬sili bir çoban köpeği bulup getirdi. Vezir, bu yersiz harekete sinirlendi:
Bana bak Çavuş, dedi, ben senden tazı istemiştim. Tazı dediğin böyle mi olur?
Ya nice olur paşa hazretleri?
Âlâ bilirsin ki tazı incecik, sıska, karnı sırtına yapışık bir hayvandır.
İncili, gevrek gevrek gülmeğe başladı:
- O ciheti merak buyurmayın paşam. Bu hayvancağız da devletli mutfağınızdan
bir ay yemek yesin, o tarif ettiğiniz tazıdan beş beter hale gelir.

AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1.CİLT


YAZILI MİZAH
Eski mizah yazılarımızın büyük kısmı güldürücü, hikmetli veya eğlenceli fıkraları içine alan Letâif kitaplarında toplanmıştır. Bunlardan başka Şeyhî'nin Harnâme'sİ, Fuzulî'nin Şikâyetnamesi, Nefî'nin Siham-ı Kazâ'sı, Surürî'nin Hezeliyyat'ı, Türk Galip'in Mutâyyebât-ı Türkiyye'si, İzzet Molla'nın Mihnetci Keşan'ı gibi yüksek zümre sanatçılarının çeşitli hezel, yergi ve hiciv tonlarında mizahlı eserleri vardır.
Şeyhî'nin bir fabl ve mizah şaheseri olan Harnâme'si bir yana bırakılırsa bu sonuncu zümre eserlerinde görülen ortak özellik çoğunca toplum meselelerinden ziyade şahıslara ve bazı kavramlara dönük olmalarıdır.
Çokça görülen zarif nüktelerin yanında hiç bir edebiyatın kabul edemeyeceği ölçüde ağır küfürler de bu eserlerin bazılarında yer almaktadır.
Yüksek zümre mizahının Önemli bir kolu da, saray ve konaklarda, başka çevrelerde eşsiz nükteler halinde söylenmiş, ne yazık ki pek az bir kısmı tarih yahut tezkire kitaplarında yer alabilmiş olan zekâ ve bilgi hazineleridir. Bunlara sindirilmiş, irfanlı olgun bir dünya görüşü ile birlikte töre ve toplum yergisinin de Ön safı tuttuğu görülmektedir. Bugün pek azı bilinen ve eski tarihlerimizin taranması ile daha birçoğu ele geçebilecek olan bu verimler tarihî fıkralar diye anılmaktadır.
Tekke edebiyatı şairlerinin alaycı, taşlayıcı ve rumuzlu tasavvufî görüşleri dile getiren şathiyyeler yazdığını söylemiştik. En güzel şathiyye yazan şairlerden biri de Kaygusuz Abdal'dır.
Halk şairleri de, güldürücü destanlar, alaylı mâniler ve bilhassa taşlama denen mizahlı hicivli manzumeler yazmışlardır. Sahibi meçhul (anonim) mâniler, bazı tekerlemeler, tanımacalar arasında da mizahlı olanlar çoktur. Yüksek zümrenin hicivli eserlerine bakarak halk şairlerinin taşlamalarında topluma, zamana, bazı karakterlere ve meslek zümrelerine dönük hicivlerin daha çok olduğu söylenebilir. Ancak onlarda da belli kişilere, hayırsız sevgiliye, tembel avrada, kara bahta sataşmalar çoktur ve ozanların taşlamaları arasında küfürlü parçalar büsbütün yok değildir. Fakat edebiyle söylenmiş sanat gücü yerinde zarif ve cesur taşlamalar halk edebiyatımızda büyük yekûn tutar. Bir sosyal vakayı ve tarih olayını mizah gücü ile yansıtan destanlar da eksik değildir.
Tanzimat'tan sonra yazılı mizah, daha çok toplum konuları etrafında dönmeye başlamıştır. Birçok memleket dertleri, hükümetlerin kusurları, siyasette, devlet işlerini yürütmekte görülen yolsuzluk, acz ve ihmaller alay ve hicivlerin odağı olmuştur. Cemiyete, devlet işlerine, müesseselere yönelen bu mizahın ilk denemelerini Şinasi'den başlayarak Namık Kemal'de, Ali Bey'de, Ahmet Vefik Paşa'da görürüz. Ancak Tanzimat devrinin mizah şaheseri, şüphesiz ki Ziya Paşa'nın (1870'te çıkan) Zafernâme'sidir.
İkinci Tanzimatçılar ve Servet-i Fünuncular arasında önemli bir mizahçı yoktur. Yalnız Muallim Naci'nin hiciv ve nasihati birlikte yürüten bazı manzumeleri ile Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun birkaç mizahlı monologu dikkat çekicidir. Servet-i Fununcular'a. çağdaş olup da Abdülhamid devrini çok sert (bazen küfür dolu) hicivleri ile yeren

EŞREF(1847-1911) de yazılı mizah üstadlarından biri olarak anılmalıdır. 19. yüzyıl sonunda Servet-i Fünuncular'a katılmamış ve 1930'lara kadar yazmaya devam etmiş olan Hüseyin Rahmi ve Ahmed Rasim iki kudretli mizah yazıcısıdır. Bunlar ve bazı hicivci manzumeleri ile de tanıdığımız Rıza Tevfik, bu kitabımızın 3. cildinde incelenmişlerdir.
Daha çok Meşrutiyet'ten sonra tanınan serbest tarikat havasındaki nükteleri ile hicivli kıtaları yakın zamana kadar dillerde dolaşan NEYZEN TEVFİK de (1879-1953) manzum mizah edebiyatımızın şöhretleri arasındadır. Deli dolu hissini veren Neyzen Tevfik mizahında tasavvufî hikmet, samimilik ve zaman zaman halk sözcülüğü baş yeri tutmaktadır,
Millî Edebiyat döneminde başta Refik Halid Karay olmak üzere Ercüment Ekrem Talu (1888-1956) Osman Cemal Kaygılı (1890-1945) ve 1940'tan sonra Aziz Nesin (1915-1995) ile Orhan Duru (1933) Nihat Genç (1960) mizahımıza yeni renkler katmışlardır. Yine 1920'den sonra Fazıl Ahmet Aykaç (1884-1967) Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Namdâr Rahmi Karatay, Orhan Veli Kanık ve Ümit Yaşar Oğuzcan bazı mizahlı manzumeleriyle de tanınmışlardır.

Nef'î'den Bir Hicviye
GÜRCÜ MEHMET PAŞATA
Gürcü hınzırı, a samson-ı muazzam a köpek!
Nerde sen, nerde nigahbânî-i âlem a köpek?

Vay o devlete ki ola mürebbîsi onun
Bir senin gibi denî, cehl-i mücessem a köpek!

Ne güne kaldı medet, devlet-i Al-i Osman
Ne yazık hey, ne musibet, bu ne matem a köpek!

Pâymâl eylediniz saltanatın ırzım hep
Yok yere oldu telef ol kadar âdem a köpek

Çâk çâk etmiş iken tiğ-i zebanımla seni
Nerde buldun o kadar yâreye merhem a köpek

İtikadımca gaza eyledim inşâallah
Hak bilir, yok yere ben kimseye söğmem a köpek

"Men ne ânem ki zebunî kesem ez çarh-ı felek"
Feleği hicvederim çevrini görsem a köpek
(Nefî, Siham-ı Kazâ'dan)

Açıklamalar
(Nefi'den) Gürcü Mehmet Paşa: IV Mehmet devri veziriazamlarındandır. 90-95 yaşlarında sadarete gelmiş ve bu makamda 7 ay kalmış olan Gürcü, cahilliği, ümmiliği, her şeye boyun eğişi, biraz da bunamışlığı ile tanınmıştı. Samson: Türk ordusunda kullanılan iri ve bakımlı köpeklere verilen ad. Bunların yöneticisi olan kumandana "Samsoncu başı" denilmektedir. nigâhbani-i âlem: Âlem bekçiliği, bakıcılığı, dünyayı idare etmek. - mürebbi: Terbiye edici, bakıcı, denî: Alçak. - cehî-i mücessem: Cisim halinde, somut cahillik, cehlin kendisi. -pâymâl: Ayak altına almak. -çâk çâk. Parça parça, tiğ-i zeban: Dil kılıcı, itikadımca,: İnancıma göre.

AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1.CİLT


 

Mizahi Anlatıma Örnekler:

1.

Güneş tutulması

Albay, binbaşıya emir verir:

- Yarın güneş tutulacak. Bu her zaman görülen bir şey değildir. Erleri talim elbiseleri ile talim meydanına getirin de olayı görsünler. Ben de orada bulunup kendilerine gerekli bilgiyi vereceğim. Şayet yağmur yağarsa, tabii bir şey göremeyiz. O zaman erleri, üstü kapalı talimgaha götürürsün.

Binbaşı, yüzbaşıya aktarır:

-Albayın emri ile yarın sabah saat dokuzda güneş tutulacak. Bu her zaman görülen bir olay değildir. Şayet hava kapalı olursa bir şey görülemeyecektir. Bu durumda tutulma, kapalı talimgahta gerekli talim elbisesiyle yapılacaktır.

Yüzbaşı, teğmene:

-Albayın emri ile yarın sabah dokuzda talim elbisesi ile güneş tutulmasının açılış merasimi yapılacaktır. Şayet yağmur yağarsa ki bu durum pek görülen bir olay değildir, Albay kapalı talimgahta gerekli bilgiyi verecektir.

Teğmen, başçavuşa:

-Yarın sabah dokuzda hava güzel olursa, talim kiyafeti ile albay tutulacak. Kapalı talimgahta yağmur yağarsa, alayın meydanında manevra yapılacak. Çünkü bu her zaman görülen bir olay değildir.

Basçavuş, askere:

-Yarın sabah saat dokuzda kapalı talimgahta albayı tutacağız. Sabah hepiniz talim techizat ile hazır olun.

Askerler kendi aralarında:

-Yarın sabah bizim basçavuş albayı tutuklayacakmış.

2.

Zorlu bir kış olmuş... Nasrettin Hoca’nın parası tükendikçe tükenmiş. Ne yapacağını şaşırmış Hoca. Sonunda çareyi masrafı kısmakta, aza katlanmakta bulmuş. Bu arada, eşeğinin yemini kıstıkça kısmış Nasrettin Hoca.

Azaltmış...

Azaltmış... Her gün biraz daha azaltmış...

Hayvancağız, yavaş yavaş gücünü yitirmeye başlamış. Yemini azaltmasına karşın, eşeğin yaşadığını gördükçe seviniyormuş Hoca. Ve günden güne hayvanın yemini azaltmaya devam etmiş. Ama bir sabah ahıra gittiğinde ne görsün? Zavallı hayvan ölmüş.

Nasrettin Hoca, ahh çekmiş derinden. Sonra da eklemiş:

Tam açlığa alışırken öldü zavallıcık...

3.

Adam doktora gider:

-Doktor bey, galiba karımda işitme kaybı başladı. Ne yapabiliriz?

Doktor:

-Eve gittiğiniz zaman, karınızın arkasında, biraz uzakta durun. Normal bir sesle ona soru sorun. Eğer sizi duymazsa biraz daha yaklaşın ve sorunuzu tekrarlayın. Hangi mesafede duyduğunu tespit edelim, ona göre bir tedavi uygularız. Adam eve döner. Karısı mutfakta yemekle uğraşmaktadır. Adam mutfağın kapısında durur ve normal bir sesle: 

-Hayatım, ne yiyoruz bu akşam, diye sorar.

Karısı cevap vermez. Adam bir iki adım atar ve bir kez daha sorar:

-Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?

Karısı yine cevap vermez. Adam kadının dibine kadar gelir ve tekrarlar:

-Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?

Karısı cevap verir:

-Üçtür köfte diyorum ya! 

 

zambak yayınları