Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

BÜYÜK İNSANLIK

 

Büyük insanlık gemide güverte yolcusu 
                                        tirende üçüncü mevki 
                                        şosede yayan 
                                        büyük insanlık.

Büyük insanlık sekizinde işe gider 
                                        yirmisinde evlenir 
                                        kırkında ölür 
                                        büyük insanlık.

Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter 
                                        pirinç de öyle 
                                        şeker de öyle 
                                        kumaş da öyle 
                                        kitap da öyle 
            büyük insanlıktan başka herkese yeter.

Büyük insanlığın toprağında gölge yok 
                                        sokağında fener 
                                        penceresinde cam 
ama umudu var büyük insanlığın 
                                        umutsuz yaşanmıyor. 
 

                                                                            7 Ekim, Taşkent, 1958


SALKIMSÖĞÜT 
 

Akıyordu su 
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. 
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını! 
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere 
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere! 
Birden 
bire kuş gibi 
                 vurulmuş gibi 
                                kanadından 
yaralı bir atlı yuvarlandı atından! 
Bağırmadı, 
gidenleri geri çağırmadı, 
baktı yalnız dolu gözlerle 
                  uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!

Ah ne yazık! 
             Ne yazık ki ona 
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak, 
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak! 
 

Nal sesleri sönüyor perde perde, 
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde! 
 

Atlılar atlılar kızıl atlılar, 
atları rüzgâr kanatlılar! 
Atları rüzgâr kanat... 
Atları rüzgâr... 
Atları... 
At...

Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!

Akar suyun sesi dindi. 
Gölgeler gölgelendi 
                     renkler silindi. 
Siyah örtüler indi 
                    mavi gözlerine, 
sarktı salkımsöğütler 
                        sarı saçlarının 
                                          üzerine!

Ağlama salkımsöğüt, 
                            ağlama, 
Kara suyun aynasında el bağlama! 
                                                 el bağlama! 
                                                            ağlama!

 

                                             Nâzım HİKMET


 

Acayipleşti havalar,

bir güneş, bir yağmur, bir kar.

Atom bombası denemelerinden diyorlar.

 

Stronsium 90 yağıyormuş

                         ota, süte, ete,

                         umuda, hürriyete,

                         kapısını çaldığımız büyük hasrete.

 

Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.

Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,

ya dünyamıza inecek ölüm.

16 Mart 1958


 DAVET

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan

Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan

                               bu memleket, bizim.

 

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benziyen toprak,

                               bu cehennem, bu cennet bizim.

 

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu,

                               bu dâvet bizim....

 

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine,

                              bu hasret bizim...



  Memleketim, memleketim, memleketim, 

ne kasketim kaldı senin ora işi 
ne yollarını taşımış ayakkabım, 
son mintanın da sırtımda paralandı çoktan, 
                         Şile bezindendi. 
Sen şimdi yalnız saçımın akında, 
                        enfarktında yüreğimin, 
                 alnımın çizgilerindesin memleketim, 
memleketim, 
memleketim... 
 

                                                                    Pırağ, 8 Nisan 958


  

  “Yaldızlı meşin kabı

  Parçalanmış kitabı

  Varsın gömülsün diye bir ebedî uykuya

  Attık bir kör kuyuya

  Yazık yazık bize ki asırlarca aldandık

  Karanlıkta çizilen yüzleri görmek için

  Görüp yüz sürmek için

  Yazık yazık bize ki bir çerağ gibi yandık

  Ne gökten necat geldi ne bir parça merhamet

  Çalışan esirlere İsâ, Mûsâ, Muhammed

  Yalnız bir kuru dua, bir tütsü buhur verdi

  Masal cennetlerinin yollarını gösterdi

  Ne beş vakit ezanı, ne Angelos Çanları

  Yokluktan kurtarmadı esir çalışanları”

---------------

  “Zekeriya zikrini bir derin ah’e verdi

  Doğdu İsâ bikrini Meryem Allah’a verdi”

----------------

    “O mükemmel bir kafa

  mükkemel bir yürek

  yumruklarıyla erkek gözleriyle çocuktu.

  Hudutsuz Allah’sız bir baştı o.

  Yoldaştı o.”


  LEHİSTAN HAYRANLIĞI

 “Sevgilim, dayı kızım, Memed’imin anası,

  Dedelerimizden biri

  1848 Polonya muhaciri.

  Belki o Varşovalı güzel kadına, senin

   ikizmişsiniz gibi benzeyişin bundandır.

  Belki ben bu yüzden böyle sarı bıyıklı,

     böyle uzun boyluyum,

  Oğlumuzun gözleri böyle kuzey mavisi.

  Belki de bu yüzden bu ova bana

        bizim ovaları hatırlatıyor.

  Yahut da bu yüzden bu Leh türküsü

        içimde, derinde, yarı aydınlık

        uyuyan bir suyu kımıldatıyor.

  Lehistan’dan gelmiş dedelerimizden biri,

        gözlerinde karanlığı yenilginin,

        saçları al kana boyalı.

  Uykusuz geceleri Borjenski’nin

        benimkilerine benzer olmalı,

  Tıpkı benim gibi o da

        çok uzaklarda kalan bir ağacın altında

        unutmuş olabilir uykusunu.

  Onu da benim gibi deli etmişdir, deli,

        her solukta alıp tâ memleket kokusunu

        memleketi bir daha görmemek ihtimali. 


 YALNAYAK

 

 

Kafamızda güneş

                     ateş

                         bir sarık.

Arık toprak

        çıplak ayaklarımıza çarık.

İhtiyar katırından

        daha ölü bir köylü

                            yanımızda,

yanımızda değil

                    yanan

                       kanımızda.

Omuz yamçısız

bilek kamçısız

atsız, arabasız

                jandarmasız,

ayı ini köyler

          balçık kasabalar

                          kel dağlar aştık,

İşte biz o diyarı böyle dolaştık!

Hasta öküzlerin

             yaşlı gözlerinde

dinledik taşlı tarlaların sesini.

Gördük ki vermiyor

             toprak altın başaklı nefesini

                     kara

                        sapanlara!

Rüyada gezer gibi gezmedik

                             Hayır,

bir çöplükten bir çöplüğe ulaştık.

İşte biz bu diyarı böyle dolaştık.

Biz

biliriz

     o memleket

                neye hasret çeker.

Bu hasret

       bir materyalist kafası kadar

                                              çizgileşmiştir,

bu hasrette

     madde var

                   madde!

 

Basık

     suratı asık

                evler

köstebek yolu sokakların üstünde

                        vermiş kafa kafaya.

Cin gözlü

     güvercin sözlü

               abani sarıklılar

dükkânlara bağdaşmış

Yarık

     tabanı çarıklılar

                  önlerinde.

Yarma

     bir jandarma

tarlada zina eden

                    bir çifti sürür.

Kahvede

     piri mugan dede

                sulanırken çırağa

"Lâhavle ve lâ" çekip derin derin

                               bu geçenlerin

                                   suratına tükürür.

İşte şu

ekşimiş uyku kokan çömlek gibi şehrin

kara sevdası değil öyle romantik,

                onun

                  ruhunun

                            iki kıvrak kelimelik

                                         hasreti var:

                                                 BUHAR

                                               ELEKTRİK!

 

Kör değilseniz eğer

                     görürsünüz ki

şu toprak yüzlü rençper

Kafkastan arta kalan

                   kalbur göğüslü oğlu

kel başlarında mültezimin

                               tırnakları oyulu,

                     kızıyla

                        karısıyla

                                  kağnısıyla

son karış toprağına sarılmak,

ölse de burda onlarla ölmek

                        burda

                             onlarla

                                  gömülmek

                                         istiyor.

 

Dağların tarlaların özlediği,

arzulu bir kadın gibi şehvetle gözlediği

her tırnağında 1000 manda kuvveti

                                       demirleşen

         ve su çalkalar gibi toprağı eşen

                           ruhu buhar

                                makinalar!

 

Ey cam karınları

              sarı

                nargileler gibi horuldayan,

ey üç atlı yaylısının içinden

                               sağır

                                  burunsuz

                                          kör

                                            köylülere

Pierre Loti ahı çekip geçen

ağzı gemli

              eli

              kalemli

                   efendiler!

Tatlı maval dinlemekten gayrı usandık.

Artık

hepinizin kafasına

               şu

               daaaaaank

                               desin:

Köylünün toprağa hasreti var,

                         toprağın hasreti

                                       makinalar!


YANARDAĞ

Kesildi yanardağın şahdamarı!

Kara toprak altındaki ağlamaları: fışkırıyor haykıran kan rüzgârı şeklinde!

İsyanı dinleyiniz yanardağın ağzından!

Boğazından:

güneşleri kırmızı balonlar gibi fırlatıyor dumanlara!

Bir alev su halini vermiş ummanlara: yanardağın yanan gönül kızıllığı!...

 

karşıma otursun, isteyenler dört duvardan evinde!

Kartal kayalardan seyredelim biz kanayan gönüllerin göke vuran rengini!

 

Etimizi saran yünü parçalayarak çırılçıplak

Yıkanalım çelik çubuklar gibi yanardağın alevinde Yıkanalım!