Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

SABAHATTİN KUDRET AKSAL’I OKURKEN-MEHMET SALİHOĞLU

1955’lerde beliren ve Orhan Veli akımına bir tepki olarak doğan II. Yeni akımı, Aksal’ın da yelkenlerine rüzgâr düşürmüştür. Ama gemisini alabora edememiştir. Bu akımdan da esinlenen ozan, o yeni soluğu da, şiirini geliştirmede, ustalaşmada kullanmayı bilmiş, soyutlama, görüntü teknikleriyle şiirine kanat takmayı becermiş, B. Necatigil gibi kuruluğa, tüm anlaşılmazlığa düşmeden o akımdan yararlanmayı başarmıştır. Bunu ileride örnekleyeceğiz.

S. K. Aksal, ozan doğmuş bir kişidir her şeyden önce. Şiir olarak yazdıkları bir yana, oyunlarında, öykülerinde de ozandır o. Diline, dildeki uyumluluk öğesine, musikiye öncelik veren bir oyun, bir öykü yazarıdır. Ozanlığının imbiğinden geçmeyen hiç bir sözcüğe yer vermez yazılarında Aksal. İyi bir söz istifçisi, bir dil sevdalısı, bir dil tutkulusudur. O ozandır ama, ozanlığı dünyayı düzeltmek için bir araç olarak almaz. Düşünce, duygu, bağırmaz onun şiirlerinde; özgün, tatlı bir sesle akar. Dizelerle öyle bir dünya kurar ki, orada karanlığa, kötülüğe, küçüklüklere yer kalmaz. Her şey ışıklı, her şey pırıl pırıldır orada. Evet, öyle bir dünyaya çeker ki sizi, yaşadığınız dünyanın çirkinlikleriyle, kötülükleriyle, karanlıklarıyle savaşmamak elinizden gelmez. Düşsel bir dünya da değil bu. Hep içerisinde yaşadığımız nesnel dünyanın öğeleriyle, bezekleriyle dolu, bir özge dünyasıdır.

Nedir bu her sabah aydınlıkla gelen
Doğan kımıldayan şekillenen otta
Gün içinde usulca beliren evde
Köpeği tilkiyi ininden uğratan
Her gün aydınlıkla birlikte uyanan
Önlenmesi elimizde olmayan hız
Aşkımız meşkimiz işimiz gücümüz
İnsanoğlunu yaşamaya çağıran.

Evet, insanoğlunu yaşamaya çağıran bir dünyadır bu. O dünyada harcamakla bitirilemeyen gökyüzü var, bulutlar, ağaçlar var. O kadar mı? Değil elbette...

Bir türlü harcamakla bitmez
Gökyüzü ağaç bulutlar
Şehrin bitiminde bir orman
Arılar karınca kuşlar
Dağınık mı dağınık liman
Ne ülkelere gider vapurlar
Apartmanlar yarışır bir yandan
Ah nasıl içten hazırlıktalar
Her biri yer alabilmek için şiirde
İş bir rüzgâr essin rüzgâr

Meyvaları sarkan ağaç, köpüren dalgalar, gürül gürül akan su, duran kaya, uçan leylek ve bir gülüşü dünyalar bağışlayan taze, her şey, her şey konuşmağa başlar onunla. Sözcükleri, bilinen hiç bir dilde olmayan “esrarengiz” bir konuşmadır bu. Salt, gerçek ozanın çözebildiği, duyabildiği, anlayabildiği özel dilleriyle konuşan bunca eşya, öyle ilginç bir orkestra meydana getirir ki, ozan, elinde büyülü değneği, bir orkestra şefi kesilmiş gibidir. Ve başı, herkesin esintisini alamadığı bir rüzgârda, esrik bir havadadır:

Parklar caddeler ağaçlar apartımanlar
Konuşuyorlar
O eski somurtkanlıkları yok
Bir an yalnız bulmasınlar beni
Neler söylemiyorlar.

Bu, ozanın, sanatçının ayrıcalığıdır işte. Doğanın büyük çoğunluktan esirgediği, hanlara, apartmanlara değişilmez; vapurlara, altınlara feda edilmez, özgün bir ayrıcalık, bir “imtiyaz”dır. Ne milyonlarla satın alınabilir, ne orduyla, donanmayla ele geçirilebilir, ne de salt isteyerek kazanılabilir. Bu, öyle bir dünyadır ki, orada egemen olan, ayrı bir değerler düzeni, ayrı bir bedel töresidir. Ve bir Hâfız Şirazi, kalkar orada Semerkant’ı, sevgilisinin bir bakışına feda ediverir, eder de Timurlenk’i çileden çıkartır:

“Falanca şiirinde: ‘Ey sevgili, senin gözlerin o kadar güzel ki, bir bakışına şu koca Semerkant şehri feda olsun!’ demişsin. Bre haddini bilmez adam, ben o şehri ele geçirinceye kadar bunca insanın kanını dökmüş iken, nasıl olur da bir bakışa kurban edersin onu?” Umurunda mıydı Şirazlı Hâfız’ın, bu sözler? Gülümser geçer tabiî. Çünkü ozanın dünyasında ölümlülerin, o çoğu kez içi kof, iri kıyım inançları, sorunları geçerli değildir ki! Orası bir cennettir. Ve yalnız sevgi, güzellik, iyilik egemendir orada.

Ozan böyle ışıklı bir dünyadan bakar çevresine işte. Bakar da, ya acı bir kahkaha atar insanoğlunun nice zavallılıklarına; ya da duygusuz, çirkin, paraya tapan ve maddesel varlıklarıyle övünüp başkalarına tepeden bakan, ama gerçek güzelliklere, mutluluklara her zaman kapalı kalmış ufacık tefecik ruhlarına bir türlü ulaşmayan yeni yeni şarkılar söyler yine de. Söyler ki, hani onlar da insan olduklarının bilincine varıp, kendisinin duyduğu o yüksek gerilimli duygu, sezgi ve çoşku akımından, azıcık da olsa bir pay alsınlar; alsınlar da zaman zaman sarsılsınlar... Gözlerine inmiş, onları güzelliklerin zevkinden ayıran perdeler, belki bu sarsıntıdan aralanıverir de, ışığa, güzelin, iyinin, insanca olanın ışığına onlar da kavuşuverir belki. Ve Yahya Kemal’e:

Gel kurtul o dar varlığının hendesesinden

dedirten ses, onlara da belki bir şeyler fısıldar. Ve de Aksal’a:

Ne güzelsin beyaz yelken
Alıyorsun beni ummanına
Sessizliğin ve gölgenin yanına
Aydınlığın doğmasını beklemeden.

dedirten beyaz yelken, onların da altın direkli, mal yüklü gemilerine, belki birkaç damla rüzgâr aktarıverir. Boş bir umut ama, ozan bu umuda kapılmaktan, yaşamı boyunca yine de alamaz kendini. Ve bundan, sanatçının dramatik dünyası, yalnızlığı doğar. Çünkü ozanlara, sanatçılara açılan renkli kapılar, duyarlıklar, herkese öyle kolay kolay açılmaz ki! Sanatçıların evrensel harmonie'den paylarına düşen de, bu açılan büyülü kapılar değil midir?... Ünlülerden bir Batılı şöyle der: Sanatçılardan sonra onları anlayanlar gelir. Evet onları anlayanlar. Onları anlamak da bir yerde, o büyülü dünyaya girmek değil midir? Aksal da iyi bir sanatçı olduğu için, öyle ilginç bir dünyadan seslenir bize...

Geceleri evime ay ışığında dönerim
Belirir yolumda yer yer aydınlığın izi
Kendime göre bir dünyayı beraber getiririm
Birtakım şeyler hoş geçirtsin gecemizi

Orhan Veli ile arkadaşlarında olsun, onların ardıllarında olsun, sık sık görülen alaya, mizaha, yer vermez şiirlerinde S. K. Aksal. O, insana, doğaya, bir sevgi merceğinin arkasından bakar. Onun çirkinliklerinin, kötülüklerinin kara ışığı düşmez o merceğe. Ama yine de insanı soyutlamaz, ona gerçek boyutlarım vermeğe çalışır; ufak, hurda duygularına dek, yansıtmağa çalışır insanı Aksal. Az şey midir bu? Ne demiş Dağlarca: İnsan tükenmez!... İnsan tükense, varlık kocaman bir boşluk, koskocaman bir hiç olmaz mıydı? İnsan denilen bu eşsiz aynadır ki, varlığı bin bir yüzüyle yansıtarak, onu, Tanrı katına bile oturtur. Evet kendi yarattığı ve kendini de yaratan Tanrı katına... İşte, insan bu. Salt onu konu edinmek bile kaç sanatçının yaşantısını doldurmağa yeter.

Koltuğumun altında iki ekmek gazeteler
Bir sabırsızlık gönlümde beterin beteri
Bu kadar zamanı dışarda geçirdiğin yeter
Gece vakti bir muhabbet sarar evleri

Acaba hep “muhabbet” mi sarar evleri? Ozan o gözle görüyor ya, siz ona bakın! Kimi zaman koltuğunda ekmek, elinde gazetesi, sonsuz bir sevgiyle seyreder dünyayı ozan. Yine de kimsenin göremediği mutluluklar, onun ruhunda tomurcuklanır. Bacalardan duman değil, mutluluk tüter sanki. Eşyanın çevresi genişler, renk renk olur. Gökyüzü yere inmese de, odasına bulutlar dolar.

Duman yerine mutluluk tüter bacalardan
Mutluluğu hayatta bir arada olmanın
Ne kadar genişler eşyanın çevresi bir an
Odaya dolduğunu görürüm bulutların.

Yalnız bulutlar mı dolar odaya? İnsan ozan olmayagörsün... O, dünya içinde bir dünyadır. Sonsuzdan, sonrasızdan gelen seslere antenleri açık bir dünya hem de. Ve gönlü ışıl ışıl doğa sevgisiyle, insan sevgisiyle yıkanmış bir hazine gibidir. Değişik tatların, lezzetlerin adamıdır ozan...

Bir sarhoşluk sarmış gönlümüzü
Harcamakla bitmez bir türlü

Ah o sarhoşluk!. O coşku, o sevgi sarhoşluğu... İnsanı çatlayan bir tomurcuğun, çiçeğe duran bir ağacın karşısında kanatlandıran, güzel bir çift göz karşısında çarpıntıdan çarpıntıya düşüren, bir haksızlığın, bir adaletsizliğin karşısında ise aslan gibi kükreten o yüce esriklik! Ne var ki, ozan için de zaman hep düzgün gitmiyor. Bir zaman geliyor, orta yaş gonkları vurmağa başlıyor acı acı... Tarancı’ya “Otuz Beş Yaş” şiirini yazdıran ağulu duygu, bir yaşama sevinci ozanı, en çok da bir tatlı hüzünler ozanı olan Aksal’ın da içine damlayıveriyor... Onu da düşüncelere salıyor...

Artık tüy gibi hafif değilim
Bir ağaç için kara sevdalı
Kuşlardan dost denizden sevgili
Edinmekten de el etek çektim

(.....)

Bir yaşa gelince artık insan
Bir bitmez düşüncedir alıyor
Orta yaşı sürdürmek hayli zor
Hayır mı var yağmurdan, buluttan.

Ama, içinde beliren o korku, yaşlılık, giderek ölüm korkusu, yaşamağa tutkun ozanımızı büsbütün susturmağa da yetmiyor, yetmemiştir. O, yine denizi, ağacı konuşturmuştur şiirlerinde; onlarla konuşmuştur. “Deniz Konuştu”, “Bir Ağaç Konuştu” adlı şiirleri, buna eski iki örnektir. Nesnelerle olan bu içli-dışlılığı, bu sıkı fıkılığı dile getiren yeni şiirleri de yok değildir.

Dünyayı her şeye karşın sever Aksal, yaşam tutkusu iliklerine dek işlemiştir...

Bu dünya bu dünya böyle bir dünya
Ama ben gine onu seviyorum
Taşını başka toprağını başka
Gönül bu ya...

O, gün ışığının, aydınlıkların ozanıdır demiştik. Böylesine bir dünya sevgisinden, yaşama sevincinden, aydınlıktan başka ne doğar ki? Zaman zaman:

Ah o yaşanması bir daha imkânsız günler

diyerek, gençlik yıllarına, eski günlere bir özleyiş oku fırlatsa da, yine gönenç, yine yaşama sevinciyle doludur içi. Ama orta sulardan geçerken ozanımız, zaman zaman eski günlere, anılara dönmekten de alamamıştır kendini. Bu, çok “beşerî” bir davranıştır aslında. Yaşanmış günler, arkada kalmış zaman, duyan, düşünen insanları oldum olası onların güzel oldukları sanısına düşürmüş, kaçan balığın büyük olduğu kanısını aşılamıştır insanlara. Bu, belki biraz da, yaşanılan anı iyi değerlendirememekten, ya da gittikçe ölümün yaklaştığını düşünmekten doğan acı, kekremsi, buruk bir duygudur, bir yanıltıdır. Ya da doğrunun ta kendisi, kim bilir!

Doğmuş gibi bir sihirbaz eli
Her şey değişiverdi bir anda
İşte orda geri dönmez bir zamanda
Çağlarımın en güzeli

Bu şiiri yazdığı zaman otuz yaşlarında olan Aksal, bugün bile elliye dayanmış yaşıyle, böylesine hayıflanacak bir çağda sayılamaz... Kişiliği yapıtlarında, şiirlerinde nabız gibi atan, iç dünyası zengin bir sanatçı neden korkmalı ölümden, değil mi? Demesi kolay! “Biz neyiz?”, “Nereden geldik, nereye gidiyoruz?”, “Şu sevdiğim çiçek, taptığım kadın ne ola ki? Gerçek mi, düş mü? Gerçekse, nenin gerçeği?”, “Ben neyim? Gerçek ne? Onlar ne?”, “Bütün bu gördüklerim, duyduklarım, yaşadıklarım, sakın asıl gerçeğin bir gölgesi olmasın?” gibi soru yağmurları ile içi ıslanan ozanların, düşünürlerin, erince kavuşması olanaksızdır. Onlar, bir ağaçkakanın ağacın gövdesini gagalaması, aradığı kurdu bulmak için onu yoklaması gibi bir eylemin içinde yaşarlar durmaksızın. Bulabilirler mi aradıklarını? Hepsi az çok C. S. Tarancı gibi:

Yaşadığım iyi kötü günleri
Değişmem hiç bir cennet masalına

derler ya, yine de bir şey var ki, onu aramaktan kendilerini alamazlar. Ama yaşamın tadını çıkarmaktan da çoğunlukla geri kalmazlar.

S. K. Aksal, bireyci bir ozandır. Ne var ki, içine kapanık bir ozan değildir. Anadolu’yu da gezmiş, dolaşmış, dağları, tepeleri, karanlık geceleri, insanları için şiirler, dizeler yazmıştır. Toplumsala, köyden kesitler düşürmüştür...

(.....)

İnsanlar gördüm dertli
Toprak derdinde saban derdinde
Yağmur derdinde sel derdinde
Sıtma derdinde
Ev-bark derdinde

(.....)

Bir gökyüzü var
Mavisi deli,
Bir yaylası var
Çiçeği allı
Ayşe kız gelin oldu
Entarisi pullu
Davarları
Davarları döllü

(.....)

Var böyle şiirleri tek tük Aksal’ın... Var ya, yine de onda ağır basan kişisel, bireysel duygulanmalardır. Topluma, insanlığa geniş, evrensel bir açıdan bakmaz. Başka bir deyimle, toplumsal bir bildirisi yoktur ozanımızın. Onun bildirisi, yaşama sevincini, bireysel acılanmaları, duygulanmaları, tatlanmaları yansıtan, bir mutluluk şarkısıdır diyebiliriz. Bizi yaşadığımıza şükrettiren yalın bir şarkı... Öyle kişisel, öyle bireyseldir ki bu şarkı, sizindir, benimdir, hepimizindir aynı zamanda. Hepimizin olan ortak duyguları, bakarsınız kendini anlatırken verivermiş Aksal...

Esmeye görsün bir kez bu rüzgâr
Anısı yıllar yılı unutulmaz

Ve o rüzgâr herkeste bir başka türlü eser. Ondan sonra da unut unutabilirsen artık... İnsan bu, ister şu düzende olsun, ister bu düzende, acıkır mı acıkır, kızar mı kızar, sever mi sever, özler mi özler ve korkar sırasında ve kükrer sırasında ve de kıskanır, imrenir. İşte soylu sanatçılar, hangi açıdan, hangi pencereden bakarlarsa baksınlar, kişioğlunun değişmeyen yanlarını, bütün değişimleri, variation’ları içinde vermeğe, yakalamağa çalışırlar...

Aksal da böyle bir insan kavramıyle yola çıkar, hep onun ortak olan duygularının, düşüncelerinin şiirini arar, “ben”de “biz”i bulmağa, yansıtmağa çalışır. Onun bireyciliği, işte böyle bir bireyciliktir.

Aksal’ın fizikötesi kaygıları, ölümden yakınmaları da böyle bir bireysellik kokusu taşır... Herkesin olan bir bireysellik...

Kötümser değildir. Olaylar beklediği gibi çıkmasa, özlediği sevgili gelmese de, yine bir tat bulur o bekleyişte..

Sevgili, başka bir lezzet buldum beklemede
Ne zarar birleştirmese de bizi.

Aksal’ın iyi bir söz istifçisi olduğunu söylemiştik. Dize yapısında o, sözcükleri yerli yerine oturtmada ustadır. Gereksiz sözcüklere yer vermediği gibi, ölçüye, uyağa da tutsak olmaz. Söyleyeceğini, en kısa yoldan söyleyiverir.

Sen gecenin güne döndüğü vakitte
Su yüzünde biçimlenen
İlk ışık parçası
Beni koyup gitme

(.....)

Beni koyup gitme
Sen ak aydınlığı aklın

Böylesine yalın, duru ama düşündürücü dizeler ozanı, “Anısız Yaşanmaz” adlı şiirinde, her nedense söylevciliğe düşer; şiirsel gerilimden kopup, düz yazı sokaklarına sapıverir.

Bunu iyi bil arkadaş
Anısız yaşanmaz
Havasız susuz ekmeksiz nasıl yaşanmazsa
Anısız da yaşanmaz

(.....)

Bir dağarcığın olsun anılardan
Günü geldi mi tepe tepe kullan.

Bir öğüt, bir söylev akıntısına benzeyen bu dizeler, son iki dizede biraz kanatlanır gibi olursa da, öğüt merakı, şiir denilen anka kuşunu yaralamış, yere sermiştir bile...

İlk kitaplarındaki şiirlerde, açık, seçik değintilerle, içimizde güzel duygular, düşünceler, tireşimler uyandırır ozan, giderek görüntü şiirine uzanır. II. Yeni akımından esinlenir o da. Nedir II. Yeni kısaca? Şiirimizi “classique” ozansılıktan kurtaran, ona küçük boyutlarıyle insanı; duyan, acıkan, alay eden, sevinen, gülen insanı sokan Orhan Veli akımına bir tepki olarak doğan bir akımdır. İnsanın, küçük boyutların üstündeki yoğun, yaygın anlamını da araştıran, çok sesli bir şiir akımıdır. Bu arayışı kimileri anlamsızlığa dek, soyutluğa dek götürmüşlerdir. Aksal ise, onu, sanatını yetkinleştirmede, ona soluk vermede kullandı. Daha Duru Gök (1958) adlı kitabında bunun belirtilerine rastlıyoruz.

Adam oturmuş denize karşı
Elinde oltası yıldız tutar
Çeker çıkarır bir bir geceden
Çeker çıkarır tadına bakar
Ardında ışık içinde çarşı

Ama bu, Oktay Rıfat’ın 1956’da Perçemli Sokak’ta yaptığı gibi çarpıcı, şaşırtıcı bir görüntü şiiri değildir. Hatta ikinci Yenicilerin 1955’lerden beri yazdıklarına da pek benzemiyor, denilebilir. Ozansılıktan doğan bir ufak görüntü denemesi olarak kalıyor daha çok.

Aksal’ın II. Yeni akımıyle rüzgârlanması daha sonra, 1960’lardan sonra başlar. Bu esinlenme, İlhan Berk’te, Oktay Rifat’ta olduğu gibi bir tersyüz olma, bir keskin dönemece girme biçiminde olmaz. Bir kopma, bir sıçrama olmaz şiirinde Aksal’ın. Kendi suyundan çokça ayrılmadan, damıtılmış, süzülmüş, yoğun şiirler yazar bu dönemde.

Aksal’da özgürlük

Onun özgürlük anlayışı da pek ilginçtir. Eylemlerle, nesnelerle, isteklerle, gereksinmelerle çevrilmiş olan insanın, hiç bir zaman kesin, saltık bir özgürlüğe kavuşamayacağı inancındadır. Tutsaktır kişioğlu ona göre...

Tutsağız bir yerde
Uyumak uyanmak
Yaşayıp ölmekle tutsak
Konuşmakla tutsak susmakla
Acımakla
Günlerle aylarla

(.....)

İşte bundan hırlıyor ozan denen kişi.

Diyesim, sonsuz bir özgürlüğe kanat çırpmak istiyor ama, nerdeee!.. Öylesi bir özgürlük, olsa olsa bir düş olabilir. Ve ozan da şiirleriyle varabilir ona ancak!

Bir martıydı yaşıyordu evinde denizlerin
Besiniydi yemişleri lodos ağaçlarının
Sessizliklerle bir türkü söylemeyi deniyordu insancıl
Bir kulağı kirişteydi sesinde güneşlerin

(.....)

Yorgun ve dinç durmadan içiyordu sigara.

Aksal’ın bu yeni dönemi, özde görüntüye kayarken, biçimde de özgür koşuktan, göze çarpan bir oranda ölçülü, uyaklı şiire iyice bir yaslanışı da birlikte getirir. Ama bu ne aruzdur, ne de hece! Rythme’den doğan, kendi seçtiği bir ölçü, bir uyak düzenidir.

Hep ama hep hava gibi yüzümü saran
Bir türkü gibi içimde hiç durmadan
Büyüyor! Her yerde o, günlerin adı

Sağrısı atın, masal kuşun kanadı
Hangi pencereyi açarsan aç o tütsü
Yağmur, bulut, ağaç, sokak, taş, görüntü

(.....)

En eski, çok değişken, yok gibi yeni
Ey benden gittikçe bana gelen gemi

Bu aydınlıklar, duruluklar, durgunluklar ozanı, Eşik adlı son şiir betiğinden aldığımız bu son iki şiirde de görüldüğü üzere, bir tüle bürünmüş gibidir artık, son yıllarda, "poésie pure" denilen, damıtık, saydam bir görüntü şiirine ulaşmıştır. Şimdilerde bu dönemi yaşamaktadır.

Şiiri, 1. Açık şiir; 2. Kapalı şiir diye ikiye ayıran görüş, S. K. Aksal’ın şiiri bütün olarak ele alınınca haklı çıkar. Çünkü Şarkılı Kahve (1944) adlı ilk şiir kitabiyle Gün Işığı (1953) ndaki açık, anlamlı şiirleri de güzeldir; Duru Gök (1958), Eşik (1970)’deki yarı kapalı ve kapalı şiirleri de güzeldir Aksal’ın...

Demek ki şiirin ille de açık, ille de kapalı olmasını istemek, şiir denilen güzeli bir yerde anlamamakla birdir denilebilir. Şiir, ele avuca sığmayan bir nesnedir. Kimi açık, soyunuk olur; kimi de giysiler içinde olur. Ne olursa olsun, Aksal, edebiyatımızda, en sözü edilmeğe değer, iyi, soylu ozanlardan biridir.

MEHMET SALİHOĞLU

İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRLER

SABAHATTİN KUDRET AKSAL ŞİİRLERİ

SABAHATTİN KUDRET AKSAL KİMDİR?

SABAHATTİN KUDRET AKSAL HAYATI VE ESERLERİ



SON EKLENENLER

Üye Girişi