HARF, HECE VE KELİMELERDEN BİR İNS: -SEZAİ KARAKOÇ
Üzeyir İLBAK
Kur'anı Cebrail açtı
Sofrayı Mikâil açtı
Ölümü öldürdü Azrail
Sûrunu üfledi İsrafil Dirildi
Taha İşte böyle dirildi Taha [1]
Sezai Karakoç’tan söz etmek, sadece sanatta çığır açmış iyi bir şairden söz etmek değil, aynı zamanda çok önemli felsefi ve sosyolojik tezleri olan; tarihe, medeniyete, dine, sosyal hayata, kültüre, siyasete, küresel sorunlara dair çarpıcı tespit ve çözüm önerileri de bulunan ve Rasim Özdenören’in ifadesiyle “ancak birkaç yüzyılda bir yetişen” önemli bir entelektüel, bir mütefekkirden de söz etmek demektir.
Sezai Karakoç’u şiiri, hikâyesi, fikri eserleri ve özellikle adını Diriliş olarak abideleştirdiği “Hakikat Medeniyeti”ni ayrı ayrı ve derinlikli olarak değerlendirmek gerek. Üstadın tüm düşünce biçimini/ biçimlerini içine alan toptan bir değerlendirme; kısır, yetersiz, amacına uzak bir genellemeden öteye gitmez. Karakoç'un ilk şiirlerini yazdığı döneme baktığımızda, onun yapmak istediklerini anlar mıyız? Daha sağlığında kendisiyle ilgili yüksek lisans ve doktora tezleri yapılmış, özel sayılar, biyografik çalışmalar, binlerle ifade edilecek çapta makale yazılmış' biri... 'Apaçık, ortada’ ama hep bir giz ve esrar perdesinin ardında, denizin dibinde, Samanyolu galaksisinde, İslam coğrafyasının en acılı vakitlerinin tanıklığı için ruh seyahatlerindeki birini anlatmak. En çok bilinen, şiiri ve medeniyet tasavvuruna dair akademik çalışmalar yapılan; bu çalışmalara rağmen hâlâ kendisinden kaynaklanan bilinmezlikleri olan biri. Diriliş fikri çerçevesinde ve şiirde geleneğini kurmuş bu "yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşayan” “güneyli çocuk”u anlatmak gerçekten zor. Bir buz dağının önünde durup, üfleyerek açılacak bir tünelden ötesini görmeye çalışacağız. Leylâ’nın ardından Londra’ya... Mecnunla Leylâ’nın peşi sıra çöllere... Taha ile yeniden ölümü diriltmeye çağıran ve ölümde hayatın hakikatine çağıran adama çağırıyoruz.
Mülkiye’de Şiir “iğri iğri düşer toprağa ”
Rasim Özdenören, Sezai Karakoç şiirinin ortaya çıkış tarihini değerlendirirken Orhan Veli ve Garip şiirinin ahlaki arka planına dikkat çeker. Söz konusu şair ve akımın şiir anlayışını şöyle değerlendirir; "sevgili yerine vesikalı yâri getirmek, ruhun acıları yerine ayaktaki nasırın acısını söylemek, yüreğin ve kafanın erdemlerini alaya almak. Üstelik bütün bunları ne için, ne adına yaptığını bilmemek. Çünkü herhangi bir temel düşünceyle de bağımlı değildir bu şiir. Yaygın ve yanlış kanının tersine, bazı andırışlar dışında Marksizm’le de ilgisi yoktur.... Şurası var ki, bu şiir, edebiyatımızda bir olaydır. Biz, bu olayı Cumhuriyet’in götürdükleri, bir de getirmek isteyip de getiremedikleriyle ortaya çıkan toplumsal bunalımla açıklamak isteriz... En kalın çizgileriyle özetlemeye çalıştığımız bu şiir anlayışı, bir uygarlığa baş kaldırmaya, onu ortadan kaldırma çabalarına paralel olarak edebiyatın bütün yerleşik değerlerine karşı savaş açmıştı.”[2]
O, “Mülkiye Mektebi’nin yüzü Batıya dönmüş Marksist topluluğu içinde aynada kalan kişilikli, görkemli, ilkeli şairidir. Garip sonrası 1950’li yılların büyük şiir çıkışı olan II. Yeni içinde yer almış; bir süre sonra o çevreden uzaklaşarak, gelenekle şiirini buluşturup kendi geleneğini inşa eden model bir şair ve kuşakları etkileyen/etkileyecek şiirini yazmıştır.
“Yeni şiir, temelde “secular” [gayri dinî, dünyevî] bir şiir olduğu hâlde, Sezai Karakoç’un şiiri aşkın değerlere dayanır. Cemal Süreya, aşkı değil, şehveti yazar, vücuda ilgi duyar, kadın vücudunu anlatır. Turgut Uyar, o dönemlerde çıkan Dünyanın En Güzel Arabistan'ı adlı şiir kitabında ilk bakışta çarpıcı gelen deyiş özelliğini Tevrat’a borçludur. Öbürlerinden farklı olmasına rağmen gene de büsbütün yerlileşememiştir. Tarihle kurmak istediği bağ yerli olmadığı için iğreti kalır. Edip Cansever, özde bir araştırma yapmak yerine, bütün çalışmasını kelime dizilerini çarpıtmaya hasreder, ilhan Berk, bir türlü yerlileşmeyen ve yerleşemeyen İlhan Berk, İstanbul’da Rumca türküler söylemeğe çıkar.”'[3]
Buna rağmen Cumhuriyet döneminin en önemli şiir akımlarından II. Yeninin öncü şairlerinden Sezai Karakoç’u genel ifadelerle tanımlama ve nitelemenin tehlikelerini göz ardı etmeden konuşmak ve yazmak gerek. Ancak bu sınırlama, bu yazının sınırlarını aşar.
Geleneğini İnşa Eden Mimar
“inerek Kuranın kelimelerinden” gelenekten yeni bir gelenek inşa etti. Nebevî hakikati kirlenmemiş gök altında soluyan, vahyin şiirine sızarak dile geldiği, bizi en derin derinliğimizden sarsarak kendimize getirdiği nebevî dili konuşan, nebevî dille yaşayan "Kalbin saf aynası” umutsuz değildir. Sürgünlerden Diriliş’in görkemliliğine tanıklık etmiştir. “Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi/.../ Senden umut kesmem, kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır” diyerek çağrıyı çoğaltır. Batılılaşma çabalarıyla yerleştirilen tahribatın da farkındadır: “Dünya nakışlarını silmiş kalbden/ Kalb ahiret aşısının boyasıyla boyalı Nakşî/ Ey kalbim sen yine bunları ara/ Ve bul yeniden”.
Geleneğin tüm birikimini, kendine has bakış açısı ve sınırsız muhayyilesiyle yorumlayarak inanmış adam dehasını zorlayan bir üsluba dönüştüren üstad, kendi düşünce sistemini ‘Diriliş’ kavramıyla temellendirmiştir. İslam’ın inşa ettiği medeniyet, kültür ve geleneği; başta Batı medeniyeti olmak üzere, farklı düşünce akımları ve uygarlıklarla karşılaştırarak yazı ve şiirlerinde detaylı olarak ortaya koyar. Onun şiir ve yazılarını bütüncü bir bakış açısıyla değerlendiremeyen; şiirini nesrine ya da nesrini şiirine tercih edenler, hayatlarının hiçbir döneminde Sezai Karakoç’u anlayamayacaktır. Onun şiiri, hikâyesi ve düşünce yazılarının tamamında inancından kaynaklanan bir medeniyet tasavvuru görülür.
Diriliş dergisi sadece bir dergi değildir. Ölümü diriltmek üzere[4] Diriliş dergisi aralıklarla uzun yıllar (1960-1992) yayımlanmış; milletin inanç, medeniyet, düşünce, kültür ve sanatına, tarihine yerli, derin ve özgün bir bakışla yaklaşmış bir mektebin sesidir. Üstad aynı zamanda gençlerin yetişmesi ve eserlerini yayımlaması için dergide genç şair ve yazar adaylarına öncülük de etmiştir.
Sezai Karakoç, yayımladığı bütün şiirlerini Gün Doğmadan ismiyle tek kitapta topladı [ayrıca müstakil ayrı kitaplar olarak basımı da devam etmektedir]. O, çağların birikim ve verimlerinden inşa olunan ilhamla; çağa ve çağlara uzanacak modern şiirimizde, yeni soluklu şiir ve düşünce yazıları yazmış ,‘üstad’ mertebesinde, geniş ufuklu bir şair ve düşünce insanıdır.
İslam inancı ekseninde ortaya konan medeniyet ve kültürün kaynaklarını şiirinde güçlü ve ayırt edici bir duyarlılıkla kullanan Sezai Karakoç; coğrafyamızın yeni şiiri içinde özgün ve besleyici bir atardamar inşa eder. Bu yeni özgün ses, Mavera mektebinin kurucularından Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören, Akif inan, Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu, Ersin N. Gürdoğan, İsmail Kıllıoğlu... gibi bizim kuşağın yeni zihin dünyasının inşasında emekleri olan ağabeyler dönemi şair ve yazarlarını yetiştirmiştir. O bir bakıma Samanyolu içinde gezegenlerin etrafında döndüğü güneş türü ana yıldız görevini üstlenmiş; kişisel tarihinde dik ve onurlu duruşuyla zirvedeki isimler arasında tarihin ender göreceği bir saygınlık sarayı inşa etmiştir.
Karakoç, modern şiir sanatının gerektirdiği tüm donanımlara sahiptir ve eserlerinde çağrışımlı bir dil kullanılır; hiçbir kelimesi rastgele değildir. Şiirinde kelimeyi hangi amaçla kullanacaksa o kelimenin sağladığı ima ve sezdirmelere uygunluğu şiirde açıkça görülür. Kimi zaman da ne söyleyecekse açık ve net bir dille ifade eder. Karakoç şiirinin zengin ve özgür imgeler dünyasında, çarpıcı, özgün benzetme ve buluşlar ile ayet, hadis, tarih, kıssa ve kahramanların hayat hikâyeleri yer alır. Sezai Karakoç şiirini doğru anlamak için, şiirin üzerine bina edildiği dinî ve kültürel birikimden haberdar olmak gerekir.
O, şiirinde tasavvuf birikimimizi de yerinde ve doğru kullanır. İlhamı, inancından aldığı değerler sistemi içinde yoğurarak geleneğin büyük şairleri gibi, şiirinde inancın “ezeli ve ebedi” öğretisini ustalıkla inşa etmiştir.
İnanmış insanı ve onun inşa ettiği İslam medeniyetinin yeniden Diriliş’ini yazılarının ve şiirinin öznesi yapan Karakoç: vahiy muştusu/ mizgini/ müjdesiyle/ geçmiş zaman, yaşanan tarih aralığının ve gelecek çağı kuracak nesillerin zihnine, kalbine, ruhuna seslenmektedir.
“Gelenek şairin ilk dünyasıdır”[5] diyen Sezai Karakoç’u etkileyen üç büyük usta var. “Toplumumuzun son ölüm kalım savaşının şairi, cephe şairi, ruhu destana ayarlı... “Mehmet Âkif” batmakta olan toplumu kurtarmanın çığlığıdır, sesidir ve öfkesidir; yalvarışı ve direnmesidir. ... Bu, toplum ruhuna aykırı ve yabancı şairlerden değil, Akif’in şiirinden, kan aktığını hissettiğimiz yaralı yüreğinden beslenecek, yola çıkmış olacaktır."[6] Yahya Kemal, Akif’in uğruna ölüm-kalım savaşı verilen ve Çanakkale’den başlayarak destanlaştıran inanmış insanlar coğrafyasının büyük gelenek ve medeniyetinin şairidir. “Akif'in kurtarmak için şiiriyle uğrunda savaştığı imparatorluğu, medeniyetimizi tarih çerçevesinde tespit etmeğe, onun büyüklüğünü anıtlaştırmaya, bilanço yapılırken en üstün bir değerlendirmeyle onu gözler önüne sermeye çalışır.”[7]
Üstad, Yahya Kemal’le İstanbul ve medeniyet algısı konusunda kısmen ters düşer. Çünkü Yahya Kemal, İstanbul’u 'Türk dehasının, Türk sanat ve mimarisinin hatta Türk medeniyetinin yeryüzünde inşa ettiği en mükemmel şehir ve şehri süsleyen eserler hülasası olarak tarif eder’. O, İstanbul’un bütün güzellikleriyle Türk zevkinin coğrafyada “vatan rengi”ni kazandırdığı bir şehir olarak görüyor. Onun için İstanbul’un yanında İzmir, Üsküp, Tekirdağ, Konya, Ankara... gibi “vatan şehirleri” birer medeniyet sembolü olarak vardır. Sezai Karakoç’ta ise İstanbul, Yahya Kemal’e yakın bir anlayışla yer alsa da şairin dünya görüşü doğrultusunda dinî bir idrakin belirlediği algı ve anlayışla ele alınır. İstanbul, İslam medeniyeti coğrafyasında tarihî seyir sürecinde Müslümanların inşa ettiği diğer büyük kardeş şehirlerarasında, onların en sonuncusu ve mükemmel örneği olarak yer alır.
Ancak Sezai Karakoç’un eserlerini dikkatlice incelediğimizde, onun ‘gelenek’ anlayışının Yahya Kemalci bir gelenekçiliğin çok ötesinde ve kendine has olduğunu görürüz. Yahya Kemal’de Türk sağ- muhafazakârlığı ve tarih anlayışı net bir biçimde eserlerine yansırken; Karakoç’un sadece onun medeniyet anlayışı üzerinden bir ilişki kurduğunu görürüz. Medeniyeti özne kılan gelenek üzerinden düşünce akrabalıkları gözlemlenirken; din, akide ve inanmış adam portreleri üzerinden ayrışmalar net bir biçimde kendini ele verir. Yahya Kemal için geçmiş ve gelenek’ tarihe emanet, geçmiş, ömrünü tamamlamış, saygın ve makbuldür: “Kâmildir o insan ki yaşar hâtıralarla;/ Bir başka kerem beklemez artık gelecekten;/ Her an doludur gözleri cânan ve baharla,/ Kâm aldı bilir kendini, ömründe, gelecek- ten./Bir kere sevip vuslata erdiyse cihanda,/Ömrün iyi rüyasına dalsın, uyusun rûh./Bin zevk aramak kaydına düşmekle zamanda,/Her gün yorulup, nafile bin yıl yaşamış Nûh.”[8] Yahya Kemal’de “Mâzî köyünde, hâtıralar gölgesinde kal!”mak hatıralar ve özlemlerle yaşamak gerekli iken; Karakoç’ta bir ‘Diriliş’ ve yeniden varoluşa dönüşür.’[9] Yahya Kemal Akıncı, Mohaç Türküsü, İstanbul Fethini Gören Üsküdar, Itrî... gibi şiirleri yer yer Sezai Karakoç’un destansı ve medeniyet tasavvurunu işlediği şiirlerindeki duyarlılıklarla paralellikler taşısa da onlarla aynılaşmaz ve sesdeş olmaz.
Gelenek, Yahya Kemal’de bazen bir dekor bazen de bir ütopya ve özlem duyulan bir parıltılı geçmiş olarak arzı endam ederken; Sezai Karakoç’ta bir “Diriliş” tohumu olarak ekilir ve yeşertilerek bugünkü hâline getirilir. Yahya Kemal’de İstanbul ve semtleri birer güzelleme ve "fukara inanmışların yaşadıkları” yerlerdir. Sezai Karakoç eserlerindeki İstanbul, ‘ihanetlerin, yortuların ve çöküşün’ tamamlanmasından hemen sonra; yeniden yeni bir dünya ve “Başkentler Başkentindir. Yahya Kemal’in tarihsel şehri; Sezai Karakoç’ta yerini kaybolmuş devirler, insan siluetleri ve mahalle ekseninde değil, gücünü dinden alan değerlere, geleneğin mirası olan ilke ve ideallere bırakır. Yahya Kemal şiiri Balkanlar ve Anadolu, ‘Endülüs’te Raksla biraz Avrupalı iken; Sezai Karakoç şiiri Orta Doğu, Hint yarımadası, Pakistan, Kafkasya, Balkanlar... ve özetle İslam coğrafyasında konuşulan dillerden herhangi birinden duyulur ve söylenebilir bir niteliktedir. Onun dili değil, dilleri vardır. En özel dili şüphesiz gönül dilidir. Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçedir dilleri... Hiç birinin bir diğerine tercihi söz konusu değildir. Eğer tercih edilecekse, vahiy dili daima öne geçer.
İçinden çekilen karanlık bir akşam
Ve güneş karanlık bir kilise gibi sönen
Yahya Kemal mi?
Ha evet Yahya Kemal;
Bozgunda bir fetih düşü.
Şimdi ben bozgunu yaşayan bir ulus gibi
Bozgununu yaşayan ulusum gibi
Gömülüyorum yabancı bir geceye
Su altlarının deniz diplerinin
Yer derinliklerinin bilinmez yeraltılarının çinisine”[10]
Ve Yeniden Şiiri
Şiirde, “Diriliş nesli" üzerinden kendi geleneğini inşa eden Karakoç’u doğrudan etkileyen şüphesiz Cumhuriyet döneminin en özgün ismi Necip Fazıl’dır. Necip Fazıl şiiri, bir içe bakış şiiridir.
Sezai Karakoç, Üstada dair kaleme aldığı “Ve Necip Fazıl” başlıklı yazısında “Ancak İslam idealini tüm bir tez olarak alıp savunan kimse yoktu. Halk, İslam’ı yaşıyordu kendi gücünce.
Din alanı bilginleri vardı.
Fakat entelektüel planda artık gizli açık başka tezler savunuluyordu. İşte, Türkiye’de, entelektüellerin İslam’a dönüp bakmaları gerektiğini ilk haykıran ve tezini sistemleştirmeye çalışan ilk O oldu diyebiliriz. İslam’ı bir hayat tarzı olarak seçmemiz gerektiğini söyledi. İslam’ı çağımız insanı için de, gelecek zaman insanı için de yaşanacak bir hayat tarzı olarak seçmemiz gerektiğini O söyledi.” diyerek üstadının ve üstadımızın hakkını teslim eder.
“Necip Fazıl’ın şiiri, sonradan yaptığı bazı değiştirmeler ve eklediği şiirler dışında, aslında dindışı bir duyarlılığın şiiridir. Metafizik heyecanları dini bir kaynaktan gelmez.”[11] Çile, Necip Fazıl’ın metafizik hesaplaşmalarının bir hülasasıdır. Kendi ifadesiyle “Allah’ı arayış” yolunda yaşanan sancıların, gelgitlerin/iniş-çıkışların ve çilelerin ifadesidir. Aynı zamanda kendi “ben’i ve benliği”yle bir hesaplaşmadır. Tüm bu yaşanmışlıklara rağmen Necip Fazıl çevreden soyutlanmış da değildir; bir şehir insanıdır, aristokrat bir duruşu vardır; Batı düşünüş argümanlarının tamamına vakıf bir entelektüeldir.
Sezai Karakoç’a göre Necip Fazıl “evreni bir ‘kül olarak idrak eden bir insandır’; ‘evrene tasavvufî bir yaklaşım’, ‘evrensel soluğu taşıyan katıksız bir şairdir’. ”
Sezai Karakoç derdi olan bir fikir adamıdır. Kendi sesiyle, geleneğin ruhuyla, İsrafil suruyla seslenir o yıllarda... İlk şiirlerinden başlayarak farklı bir dünyanın peşine düşer. Binlerinin tamamen ihmal ettiği evrensel temaları işler şiirinde. Aşk, ölüm, zaman, medeniyet, geçmiş, yaşadığı dönem ve gelecek bütün yönleriyle şiirinde yer alır. Şiirlerinde din olarak İslam, topluluk olarak Müslümanlar, dil olarak Arapça, Farsça, Türkçe ve Kürtçe kültür ve medeniyetin ortak dili; bütün coğrafyayı kuşatan ve kucaklayan bir tarih şuurunun kalp çarpıntıları vardır. Şahdamar’daki şiirleri işrak ve idrak şuurunu belgeler. İlk şiir kitabı Körfez, metafizik algı ve açılımların o dönemdeki ilk örnekledir. Çağdaşları arasında metafizik arka planlı tek şiir onunkidir, denilebilir.
Seksen yıllık hayatında, televizyon ve radyo gibi iletişim araçlarında ne görünmüş, ne de sesi duyulmuştur. Medyada görünmek, yeni tabirle medyatik olmak ona göre değildir. Bunlar bir tarafa, bir kaç yıl öncesine kadar fotoğraf çektirmeyi bile sevmezdi. Sadece bunlar değil, gazete ve dergilerden, televizyonlardan gelen yüzlerce söyleşi teklifini reddetmiştir. Bilinen birkaçı dışında kimseye konuşmamıştır.
“insandan, gerçekten kemale ermiş insandan anlamayan insanların ilgisini çekmez Sayın Sezai Karakoç. (...) Genç bir adam, üstü başı öyle modaya uygun değil, öyle az bilenler gibi, yarım adamlar gibi şarlatan, kendini beğenmişliği falan yok. Sessiz bir büyük ateş, bir umman yanardağ içine dönmüş bir âlim, kırkını aşmadan filozof olmuş bir erdemli kişi Sezai Karakoç. Onu, çoktan beri tanırdım. Eşim; - Bak derdi, şu gördüğün adam bir büyük yazar ve düşünür bir kişidir.”[12]
Sezai Karakoç, dünya nimetlerini ciddiye alan bir insan değildir. Övülmeye teşne biri de değildir. Hatta kimi zaman bu dünyaya ait olmadığını düşünürsünüz. Kim bilir belki de övülmeyi sadece Allah ve Resulüne yakıştırıyordun Müslümanların hayat ve eylem anahtarı “bismillahirrahmanirrahim” ifadesinin anlamı üzerinde düşündüğünüzde, bu tespitin onun duruşuna yakışır olduğunu fark edersiniz. “Yaratan, yaşama kudret ve kabiliyeti veren, varlık evrenine işleyiş düzeni veren, varlık âlemini koruyan, kontrol eden, âlemlerin ve bütün varlıkların sahibi, mürebbisi [Rabbi/terbiye edicisi-eğitici- si] Allah’a hamdolsun.” Övgüyü, övgüye layık aşkın varlık dışındakilere yönelttiğinizde; sanki gerçeği örten bir değer biçimine dönüşüyor, çünkü o, Kara
“Çelmiş dayanmış demir kapısına sevdanın
Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum”[13]
Diriliş’ te yayımlanan hatıralarında kendisiyle ilgili bir gazete köşe yazarının dönemin Cumhurbaşkanına yazdığı açık mektup üzerine yazdıkları, duruşunu anlatması bakımından değerlidir.“[14] Bütün hayatı boyunca müstağni davranmış... bir dava adamı... ben, dava adamı, neyi var, neyi yok, davası uğruna sarf eder ve hiç kimseden bir şey beklemez inancındayken, benim adıma... talepte bulunmak, beni tanımayanları yanıltmaz mıydı?”[15] diye sorar.
Diriliş Kapısında
Kendisini ilk ziyaret ettiğim yıl, 1979... Lise son sınıf öğrencisiydim. Millî Türk Talebe Birliği kompozisyon yarışmasında Türkiye birincisi olmuş, İstanbul’a ödül töreni için gelmiştim. Üretmen Han’da ziyaretine gittiğim günü unutmam/unutamam. Küçük bir masada oturan iddiasız bir adam. Masada bir şişe ayran. Kalbim fırlayacak kadar coşkuyla çarpıyor. Belli belirsiz “Sezai Karakoç Abi’yi görmeye geldim” diyorum. Buyur ediliyorum. İlişiyorum masanın önündeki sandalyeye... Konuşmaya başlıyor. Gençliğin uyuduğundan söz ediyor, iddiasız görünen adam konuştukça, her bir kelime bir şimşek olup çakıyor, sarsıyor. Kapıdan çıktığımda sendeliyorum. Merdiven korkuluklarına tutunarak iniyor, Yerebatan Caddesinden Sultanahmet Camiine doğru yürüyorum. Her kavram ve kelime yeniden yorumlanıyor ve yerli yerine oturuyor.
1981’den itibaren İstanbul’da yaşamaya başladım ve yayına kitap hazırlayarak, tashih yaparak üniversiteye devam ettiğim dönemde de Diriliş uğramaya devam ettim. Yayınevlerinin çoğu Üretmen Han’daydı ve Sezai Bey’i hep o ilk gördüğüm gündeki yaşantısını sadakatle sürdürürken gözlemledim. Sonraki yıllarda Edip Gönenç Hilal dergisinin sorumluluğunu üstlendiğinde, ben de dergicilik hususunda ilk stajımı o handa yaptım ve üstadın hayatında değişen hiçbir şey olmadığına tanıklık ettim. O, kozasını örmeye devam ediyordu. Hâlâ hayatında değişen bir şey yok. Diriliş yayınlarının adresleri değişir, gelenler gidenler çoğalır. Kitaplar sade ve iddiasız kapaklar arasında volkanik bir gücün kıvılcımlarını taşır. İki masa, sade bir hayat, kendine has duruş ve tevazusuyla hâlâ gençleri ağırlamaya devam ediyor. Çünkü o vahiyden aldığı güçle inşa ettiği şiirinde kendisini tarif ediyor:
“Leyla’yı götürüp Londra’nın ortasına bıraksam
Bir bülbül gibi yaşayışını değiştirmez çocuktur[16]
Sezai Karakoç, sade yaşayan, saygılı ve saygıyı hak eden bir insan. Bizim kuşağı en çok etkileyen kişi şüphesiz Sezai Karakoç’tur. Sosyoloji, yirmi beş otuz yıllık aralıkları bir kuşak kabul eder. Buna göre 1950- 1970 arası doğanlar önemli ölçüde ondan etkilendiler ve onun eserlerinden beslendiler. Onun Âkif, Necip Fazıl düşünce süreğinden günümüz diliyle büyütüp çağlayanlara dönüştürdüğü fikir nehrinden beslenen nesil, son yirmi yıldır bu ülkenin yönetim kademelerinde hizmet veriyor. Hiçbir vicdan sahibi, yapılanların daha önce yapılanlardan başarısız ve kötü olduğunu iddia edemez.
Çünkü kendilerine öğretilen bilinç, yetkin bir zihnin süzgecinden aktarılmıştır. İslam’la tanış olmuş şehirlerden Mekke, Medine, Kudüs, Şam,
Bağdat, Buhara, Basra, Mursiye, Mısır, Kurtuba, Tebriz, Semerkand, Saraybosna, Konya, Sivas, Diyarbekir, Mardin, Bitlis, Edirne, Erzurum, Malatya’dan... beslenip büyüyen ve İstanbul’da yeni medeniyet tasavvurunu şekillendiren bu büyük birikim; yeniden Diriliş'i haber veren İsrafil surunun öncü sesidir.
Sezai Karakoç fikirlerini bağırmadan söyleyen sessiz bir volkan. Fısıldar, tebessüm eder, kimi zaman kızar ama her daim “yüreğinde merhamet adlı bir çınar” olduğunu bilirsiniz. Bir dava adamı. Davası olan bir dava adamı!
Şahdamar yayımlandığında, üstad Necip Fazıl, kitaba dair takdir ihtiva eden bir yazı yazar. [Takdir ifadesini özellikle siyah yaptım; çünkü üstad gençler ve gençlerin şiiri konusunda takdirde bulunma hususunda oldukça cimridir.] Bu yazıdan sonra üstad bekler ki Sezai Bey, hiç olmazsa bir teşekkür etsin. Ancak o böyle bir teşebbüste bulunmaz. Diriliş’teki hatıralarında meseleyi: “Ben bu tür ilişkileri beceremem. Yazı yazanları bulup teşekkür etmek, bana sanki kendime önem vermek [vurgu Ü.İ.] gibi gelir. Utancımdandır, ilgisizliğimden değil, arayıp teşekkür etmeyişim. Çok kişi, şiirini, yazısını, oturur şuraya buraya, her yerde, şiirini ve her vesileyle okumak ister. Bense bunlardan kaçındığım için...” diye anlatır.[17]
Her şair şiirinin okunmasından, şirini kalabalıklara okumaktan, okutmaktan; yazdıklarının okunması ve onlar üzerine analizler yapılmasından keyif alır, haz duyar. Eser, başkasıyla paylaşılandır. Ancak üstad ne kalabalıklara şiir okur ne röportaj verir ne de ekranlarda görünür.[18] O, eskilerin ifadesiyle “nev’i şahsına münhasır” biridir. Bilinen, kalabalığa karşı şiirini hayatında bir kez okuduğudur. Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenciyken düzenlenen bir şiir gecesinde [ya da piknikte], o tarihte henüz yayımlanmamış ‘Monna Rosa’ ilk kez orada okunur. ‘Güneyli’ genç şairin okuduğu, gecenin atmosferine uygun şiir ilgiyle karşılanır; ancak şiirini okuyan genç şair mahcubiyetinden olsa gerek başı önünde salonu terk eder. Ödül ve övgü ona bir şey ifade etmez. Kültür Bakanlığı “Yılın Sanat Adamı Ödülü”, ve “Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü" ile “İslam Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı (EİT) Edebiyat Ödülü” / Ödülleri konusunda medyaya da yansıyan tavrı, üstadın en başından beri ortaya koyduğu duruşunda bir değişiklik olmadığını gösteriyor.
Sezai Karakoç, şiiriyle şiirin özünü yakalamaya, içinde yaşadığı coğrafyaya sadık kalmaya, kültür ve medeniyete tanıklık ederek insanlığı yeni bir değerler evrenine taşır. Bu çaba onun şiirini her geçen gün daha güçlü kılmış, zenginleştirmiş ve zaman içindeki her teşebbüs ve inşa çabasına yeni bir hamle ve yeni bir sesle dâhil olmasını sağlamıştır.
Batı Kasırgasına Karşı Duran Yerli Ses: Diriliş
Diriliş herhangi bir dergi ya da gazete değil; bizce mimarı Karakoç ve dergi başlı başına bir mekteptir. Bugünün kültür sanat hayatında var olan, yayın hayatında çaba harcayan, inanç eksenli bir medeniyeti yeniden kurma çabası içindeki her şahsiyetle yolu kesişmiştir, iktidar çevresinin çoğunluğu ve yetişmekte olan Müslüman aydınların; özellikle de bizim neslimizin yetişmesinde Diriliş mektebinin çok büyük etkisi olmuştur. Diriliş dergisi, olaylara Müslümanca bakış açısı kazandırmış, “Hakikat Medeniyeti” ve “Diriliş Neslinin Amentüsü” ile “İnsanlığın Dirilişi” için komplekssiz yeni ve özgün bir dil geliştirmiştir. Bu ülkede “Allah ve Müslüman” diyebilme yolunu açan Büyük Doğu nehri üzerinden genç insanlara yeni umutlar aşılamış, yerli düşünmenin ilkelerini ortaya koyarak yeni ufuklar göstermiştir.
Bugün yeni bir medeniyet tasavvuru önerisi olan her birimizin algı ve söylem evreninde bir ‘diriliş ruhu’ vardır ve her birimiz Diriliş seslerinden bir ses ekleriz sesimize... Çoğumuz ilk gençlik yıllarında, arasına siyah veya mavi karbon konularak daktilo ile çoğaltılmış Monna Rosa şiirini katlama yerlerinden yırtılıncaya kadar ceplerimizde taşımışızdır. Şiir yırtılmaya yüz tutunca, daktilo etme imkânı bulamayanlarımız onu el yazısıyla defterlerine geçirmişler ve platonik aşklarının en temel metni olarak korumaya almışlardır.
Bu bakış açısı üzerinden düşünüldüğünde biz Diriliş’i sadece bir düşünce akımı, sadece bir edebiyat söylemi olarak görmüyoruz. Diriliş, mimarının fedakârlıklarıyla, ruhuyla, düşüncesiyle, “Londra’nın ortasına bırakılan Leyla’sı Leylâ” kalan inanmışlığıyla; bir duruşun, bir yeniden var oluşun, bir eylemin yaşandığı, sınırları Adriyatik’ten Balkanlara; Kafkasya’ya, Kırım’a, Orta Asya steplerinden Çin Şeddine, İran’a, Hindistan’a, Afrika’ya, Malezya’ya, Pakistan ve Afganistan’a, Filistin’e, Filipinler’e, Müslümanların kalbi Mekke ve Medine’ye, Kudüs’e, Şam’a, Bağdat’a, Buhara’ya, Basra’ya, Mursiye’ye, Mısır’a, Kurtuba’ya, Tebriz’e, Semerkand’a, Saraybosna’ya, Anadolu medeniyetleri abidesi İstanbul’a, Konya’ya, Sivas’a, Diyarbekir’e, Mardin’e, Bitlis’e, Edirne’ye, Erzurum’a, Malatya’ya... uzanan ve kaynağı vahiy olan kuşatıcı ve sarsıcı bir düşüncenin sesidir. Bir direniş/sabır, itiraz/teklif, eylem ve dinginliktir. Mesajını ulaştırmak için tasavvur ettiği eylemin gerektirdiği her türlü teşebbüs (sanat, edebiyat, düşünce) çıkış ve varış noktası, bir umut yolu, bir umut yolculuğudur, Diriliş!
Sezai Karakoç’u uzaktan gözlemlediğinizde durgun, hareketleri kısıtlı, içe kapanık birini görürsünüz. Ebubekir duruşu, Ömer celadeti, Ebuzer’in gönül diliyle Gandi çağından bir mimardır o! Ama yanıltır sizi bu duruş. O “Güneyli” bir çocuk, sahranın, Karacadağ’ın, Süphan’ın, Dicle’nin ve Fırat’ın çocuğu! Put kıran İbrahim toprağından! Fırat kadar durgun, Ağrı ölçeğinde yüksek, Mekke’den yükselen sesin azizliğinde ses veren bir bilge kişiliktir. 10 Mart 1977 tarihli ‘Dışa Vuruş' başlıklı yazısında “Erler, erenler, pirler yolu... Eylemin özü budur” diye özetliyor Diriliş Eylemi’ni. Onun ‘sakin pasif olmayan eylemi, yer altı suları gibi tertemiz, Fırat kadar güçlü bir şekilde akıp gidiyor.
Diriliş bizim kuşağın şiir, düşünce, edebiyat ve ruh dünyasını en zifiri karanlıklarda, imkânsızlıklar çağında önce idare lambası, ardından fanus, sonrasında güneş aydınlığının en parlak anlarıyla aydınlatmıştır.
Bu, üstada teşekkür ve minnet borcu- dur. Bu noktada vefa ve minnettarlık önemlidir. Sezai Karakoç ifadesiyle Diriliş: “Sürekli etkicidir o. Göze görünmediği yerlerde bile onun etkisi işler durur. Bu yüzden kolaylıkla inkâr edilir. Fakat dikkatli bir göz, onun etkisinin nerelere ulaştığını görür./Kimi zaman etkisi altında kalanlar, bunun farkında bile olmazlar. Ama toplumun yavaş yavaş değiştiği de bir olgu olarak görülür, bakılırsa.” İlk şiiri yayımlandığı tarihten bu güne Diriliş eylemini gözlerden ırak tutma çabasındaki bir kesim olsa da o, sabırla ve adım adım kendi eylemi eksenine özveriyle doğru yol almaya devam ediyor. Kendi adına beklentisi olmayan Karakoç, diriliş neslinin geleceği için bir büyük hayatı inşa ediyor. Kültür Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı ve İslam Ülkeleri Ekonomik işbirliği Teşkilâtı (EİT)’nın takdir ettiği ödüllerin “para kısmının” kültür ve eğitim işlerine sarf edilmek üzere uhdelerinde tutularak, beratlarının kendisine ulaştırılmasını isteyen üstad, inandığı doğrultuda yaşamayı sürdürüyor ve takdiri sadece takipçilerinden bekliyor. O binlerine giden değil; binlerinin kendisine geldikleri ve kendisinde kendine geldikleri bir mimar! Diriliş eyleminin şafak parıltılarıdır, Türkiye semasını aydınlatan. Cumhuriyet tarihinin en güçlü iktidarının başındaki R. Tayyip Erdoğan’a
Olağan Büyük Kongresi açılışını:
Metin Kutusu:
"Ne yapsalar boş/ göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için/sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran/ bir damar vardır
Senden umut kesmem/ kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır.
Sevgili
Ey Sevgili
Ey Sevgili[19]
Şiiriyle yaptıran da odur. Bu iltifat ve takdir her türlü ekonomik ölçünün ötesine düşer.
Şiir
Karakoç, İslam uygarlığı ve kültürünün yanı sıra, Doğu ve Batı medeniyetlerinden, kültürlerinden de haberdar olur. Onu yakından tanıyanlar bilir ve eserlerini okuyanlar görürler ki, İslam düşüncesi hakkında “derinlemesine” bir bilgi sahibidir. Düşünce hayatının oluşmasında Muhyiddin-i Arabi, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali gibi büyük İslam âlimi ve bilgelerinin; Mevlâna, Yunus, Fuzulî, Baki, Şeyh Galib, Mehmet Âkif, Yahya Kemal, Necip Fazıl... gibi şair ve fikir adamlarının önemli rolü vardır. Babasının kış gecelerinde okuduğu gazavat, cenk ve menakıb, “daha çocukken Karakoç’un zihninde büyük düşünce dünyasına giden özel bir yol” açmıştı.
Mizacından kaynaklanan özellikler, Anadolu’da gençlerin yetişme-yetiştirilme/ şartlarıyla/şartlarında belirginleşir, neşvünema bulur. Hatta ihtiyatla şunu söyleyebiliriz: o Anadoluluk ruhunu, Anadoluluk ruhu da onu hiç terk etmemiştir.
Karakoç, büyük kentlerin kalabalık, karmaşık, çarpık akışı içinde, âdeta hep eğreti durmuştur. Şairin içindeki değirmenleri döndüren, dışarıdaki bu dümdüz akışın esintileri, fırtınaları, çağıltıları değildir. O, rüzgârını başka bir kaynaktan, fizikötesi bir âlemden almaktadır.
“Bulgucu adam. Belki de ülkemizde tek bulgucu.” der Süreya, Karakoç için, “Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif’in tinsel görüntüsüyle adamakıllı dürüst bir Necip Fazıl’ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz./ Türkiye’de, özellikle sağın[20], özellikle de mukaddesatçı kesimin içinde yalnız. Bir başına. Hiçbir ortaklığa girmez. Dışarıda ve yukardadır. Düşüncesini de öfkesini de hemen ortaya koyar. (...) yaşama konumu olarak da tek ve benzersiz. /.../ Dışarıya karşı bağnaz değil. Her şeyi tartışabilirsiniz./ Kimseyi küçük düşürmez. /.../ En ilkelle en modern arasında durur./ Zaman zaman kaybeder ama rövanşı mutlaka alır./ Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir, Nietzsche de bilir, Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nazım da okur./ Sıkışmış, sıkıştırılmış deha. Alçak gönülle katı yüksek uçuyor./ şemsiyesi yok.”[21] Bir başka yazısında da “Balkonu güzel şiir. Fakat asıl önemi yeni ve daha güzel şiirler yazdıracak bir yatırım olmasında toplanıyor”[22] tespitini yapar.
Sezai Karakoç fildişi kulede yaşamaz; o ulaşılmaz, erişilmez değildir. Halkın arasındadır. Hemen her gün vapurda, tramvayda, yolda, fırında, Fatih’te bir çay ocağında ... karşılaşırsınız. Yaşanılan hayatın hem içinde, hem de dışındadır, biraz. Şöyle ki, zahirde, toplumdaki sıradan insanlar gibi yaşasa da, ideallerinden ve hayallerinden kurulmuş kendine özgü bir dünyası vardır.
"O [şair], fazla soyutlanıp hayat damarlarını kurutmamalı. Yıllanmış şaraplara dönmemeli mahzenlerde. Sokaklara dökülenler cinsinden de olmamalı. O ne bir grevci, ne bir mitingcidir. Şovmen hiç değildir şair. Çağın aldatıcı nitelendirmelerine kanmamalı. O, kimsenin yanında yer alacak değildir.[23]
Herkesin içindeki bu adam aslında çok yalnızdır. Bu yalnızlık, ta çocukluğundan başlayıp süre giden bir yalnızlıktır. İçindekileri döküp paylaşacağı biri yoktur, iç dünyasında devinip duran her kıpırtı, ister ki kendi ruhuna azap etsin; başkasına zarar vermesin.” Bir kalb duracaksa/ Acıdan ve ıstıraptan/ O benim kalbim olsun/ Senin kalbin değil.”[24] Sezai Karakoç, Müslüman bir adamdır. İnancının gereği neyse onu yapar. Davranışlarını mümkün olduğunca inancına göre ayarlar. Son derece dürüst, cömert ve sabırlıdır. "Meyveler sabırla olgunlaşırmış” dizesini yazdığında daha on dokuzuna girmemiştir. Sade, alçakgönüllü ve sadıktır. Hatıralarında bu bağlamda şöyle der: “Denilebilirse, Anadolulu ruhunu, sadakatli olma ruhunu taşımayı hayat memat meseleleri bilen biriyim. (...) Mizacım gereği; yaptıklarımın başkası tarafından görülmesi için bir gayret sarf etmem. Propagandasını yapmak âdetim yoktur ortaya koyduklarımın, ilgililerin onu görmesini yine kendilerinden beklerim.”[25] Sezai Karakoç, Necip Fazılla başlayan gelecek umudunu içimizden yükseltmek istemiş ve başarmıştır. İçinde yaşadığı dünya ile düşlediği dünya arasındaki çelişkileri görmüş; din ve toplum arasında örülen büyük duvarın kurduğu kopukluk ve ayrılıklardan yılmamış; tarih, gelenek, medeniyet ve kültürümüzle aramıza kurulan/kurdurulan tüm duvarları tek tek yıkmış, insanımızın özgürce gelişmesini engelleyen güçleri ortadan kaldırmak için savaşmış ve savaşmaya devam etmektedir. İlk şiirleri arasında ‘Rüzgâr’ ve ‘Yağmur Duası’ 1950’li yıllara tekabül eder, ilk gençlik yılları tek parti şeflik döneminin yasakçı uygulamaları içinde geçen şair:
“Ben geldim geleli açmadı gökler
Ya ben bulutları anlamıyorum
Ya bulutlar benden bir şeyler bekler
Hayat bir ölümdür aşk bir uçurum
Ben geldim geleli açmadı gökler”[26] diyor.
Şiirlerinde, metinlerinde ve yaptığı konuşmalarında, toplumumuzda doruk noktasına ulaşmış ruhi bunalım, buhran ve krizleri içinden hissederek yaşamış; bu duyarlılıkla insanlarımızın inanmadığı/ inandırılamadığı Batılı değerlerin ötesinde; bizden, yeni ve kökleri yerli olan değerler aramış ve bunları şiirlerinde dramatik-aksiyoner, sarsıcı ve uyarıcı bir dille anlatmıştır. Karakoç eserlerinde dinler tarihinden İslam tarihine, kültür ve medeniyet geleneğine, şiir ve sanatımızın inşa ettiği geleneğe... kadar pek çok meseleyi işlemiştir. Şehir kültüründen mimariye; günlük hayatın telaşlarından, politikaya; uluslararası ilişkilerden, medeniyetler-milletler bunalımına; İslam coğrafyasındaki bölünmüşlükten, kardeş kavgalarına... kadar pek çok temel problemle de ilgilenmiş ve yeniden varoluşun ipuçlarını, köşe taşlarını uygun yerlere dikmiştir. Şehir, şehir kültürü ve şehirlilik; bulundukları coğrafyalar üzerinden bir karşılık bulur, Karakoç şiirinde. Romanın, Bizans’ın ve Osmanlı’nın şehri İstanbul daha bir yer alır şiirinde. İslam kültüründe şehirler “Medinetü’l-Münevvere",“Mekke-i Mükerreme”, “Medinetü’l-Fazıla”,“Belde-i Tayyibe”, “Şehr-i Şerif”, “Der- saadet” “Sultaniyegâh”... gibi isimlerle anılırlar. Karakoç şiirinde şehirler içindeki in- sanların düşünüş ve yaşayış
biçimlerinden, ruh dalgalanmalarına ve mimari oluşlarına kadar gözlemlenebilen tüm hâlleriyle yer alırlar. “Taha dağın ucunda bir kavis gördü/ Şehre indi ama şehri ölü buldu/ Yarasaların soluğundan tütsülenmiş/ Üstünden bin kış ve bin sonbahar geçmiş”[27], ‘Tanrı'yı anarak kalbi atan cami sütunları’, “Kent bir tabuttur artık, çivisi insan”, “Bana ne Paris’ten/ New York’tan Londra’dan/ Moskova’dan Pekin’den/ Senin yanında/ Bütün bu türedi uygarlıklar umurumda mı?/ Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu/ Geceme ve gündüzüme”[28], “İstanbul saçılır son define gibi orta yere.’[29] “Bütün sır İstanbul-Bağdat-Şam çizgisinde mi?” “Ya iki üçgen söz konusu, biri dar biri geniş/ Darını, iç üçgeni söyledim. Geniş/ Ya da dış üçgene gelince/Afrika’dan Malezya’ya gider'ta./ Ve orta daire Kahire-İslâmâbad-/ Mekke... ”[30]
Karakoç tarihimize, kültürümüze, coğrafyamıza ve uygarlığımızın geçmiş yaşantısına dair derin ve evrensel analizler yaparak bir perspektif/bakış açısı çığırı açmıştır. Şiirlerinde insan ve insana dair her bir hissediş özel bir ilgiyle yer alır. Bu inşa onun şiirinin insanı çarpan/kuşatan büyüklüğünün kanıtı olarak kabul edilmelidir.
Karakoç yenilikçi, dingin, uyarıcı ama bir o kadar değerlerini muhafazaya önem veren bir şair olarak durur evrenimizde.
Karakoç’u “Büyük Doğu” düşüncesi ekseninde tanımlamak mümkün olsa da; o bu düşünceyi özümseyerek Necip Fazıl ve çağın algı unsurlarından arındırıp daha net, daha yenilikçi yönüyle “Diriliş” düşüncesi olarak tanımladığı kendi kozasını inşa etmiştir. Necip Fazıl’da “ben" ekseninde içe dönük bir fikri çıkış seslen- dirilirken; Karakoç’ta dışa dönük, medeniyet eksenli, kendinden emin bir "uyanış” dili kullanılmıştır. Gücünü İslam’ın diriliş uyarısından alan daha canlı bir fikir konumuna yükseltmiştir. Üstad bu düşüncesini, yazdığı onlarca fikri eserle sağlam bir zemine oturtmayı ve özellikle birkaç nesli etkilemeyi başarmıştır; bu etkileme süreci hâlen de devam etmektedir. Sürekli kendini yenileyen, yüzü Mekke’ye dönük, Batıyı anlamaya çalışan bütün unsurlarıyla yeni ve yerli bir sanat anlayışı...
Karakoç, ebedi doğrulara şiirin eşsiz güzelliğini katarak geleceğin ışığını yakacak ve çağın felçli ve arızalı yüreğini onarmaya yönelecektir. Böylece o hakikat ruhunu diriltici yeni bir akımın doğmasına yol açmıştır. İslam’ın insanlığın kurtuluşu için önerdiği ruh ve mesajını canlandıran yeni bir şiir akımının da öncüsüdür.
Ece Ayhan’ın ifadesi ile [tespiti yaptığı tarihte] “yaşayan iki-üç şairden biridir”. Yirmi beş yıldır şiir yazmayan üstadın şiir adına bu uzun suskunluğunu anlamak ve yorumlamak oldukça zor ve karmaşık bir durumdur. Üstadın son şiiri Alınyazısı Saat/’dir. “Monna Rosa” ilk şiirlerinden olmasına rağmen en son yayımlandı ve “Gün Doğmadan” şiir kitabının ilk sırasına kondu. Bununla üstad, belki de ‘başa dönün’ mesajı veriyor. Ancak yine de “Ma’ne’ş-şi’r, fi batni’ş- şa’ir”. Üstad neden söz orucunda? Cevabı Alınyazısı Saatinde midir? Üstadın zihin dünyasında mı?
İkinci Yeni şiirinin öncülerinden Sezai Karakoç, Ahmet Haşim’den sonra özellikle Garip Şiiri diye yorumlanan dönem sonrasında ilk kez günlük dili aşan, imgeyi baş tacı eden ayrı bir “Şiir dili” öne çıkardı. Ankara’da Mülkiyeliler Hareketi içinde yer alan Sezai Karakoç’un İslam’a bilinçli bağlılığı, şiirlerinde bunu açıkça kullanması onu halktan, çoğunluktan, yoksullardan, mazlum ve mağdurlardan yana bir tavı üzere tanınmasını ve tanımlanmasını sağladı. Solcu değildi ama din ve halk üzerinden kurulan ilişki, solcularla ilişkilerinde olumlu ve “kendine özgü duruş” sahibi olarak benimsenmesini sağladı.
Sezai Karakoç, sanatı, düşüncesi ve ahlaki duruşuyla öteler ötesinden “hiç yaşamıyor gibi yaşayarak” bize “göklerden bir haber” taşıdığı için yalnızca yaşadığı zaman diliminin sesi değildir. Vahyin rehberliğinde/öğreticiliğinde, zamanların ezel deminden ebed geleceğin, aşkın; sesin ve nefesin uyarıcısı, Diriliş müjdecisi, ruh bahşedici ilahi sözün güncel sesidir.
Sezai Karakoç ilk bakışta bir siyasi parti kurucusu ve başkanı olsa da, gündelik siyasetin, beklentileri karşılamak üzere tasarlanan gösterilerin, statü kapmaya endeksli dünyanın müsamereleri içinde yer almaz. Üstad kendisini “törenlerin, şölenlerin, ayinlerin, yortuların dışında” tutmayı başarmış özel bir duruşa sahip.
O bu ülke yönetiminin en acımasız zamanlarında Müslüman duyarlılığıyla yaşamaya, yaşadığı çağı kuran 18 ve 19. yüzyılın düşünce akımları ve 20. yüzyılla hesaplaşan, düşünce yazılarıyla adım adım Diriliş’in yapıtaşlarını, Diriliş nesli için deniz fenerleri olarak diken yalnız bir adam; kalabalıklar içinde yalnız bir adam! Ertelenmiş, söylenmemiş/ söylenememiş platonik aşkların manifestosu Monna Rosa ile Müslüman gençlerin gönül dünyalarına örneklik etmiş, Batı düşünce akımlarına tabi doğuluların ifadesiyle “Doğulu”, kendi ifadesiyle bir “Güneyli çocuk”. Derin iç dünyası ve sarsılmaz inanç yapısıyla, tek başına bir varoluşu temsil eder. Müslüman, sadece Müslüman bir dava adamı ve yeniden Diriliş’in, yeni bir medeniyet tasavvurunun mimarı. Bize ‘Batı’ gelmeden ‘Doğu’daki bir babanın “Yedi oğul” “Masal”ı üzerinden Ta kalbinden vurulmuş olanlar/ Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar’ı anlatır. Doğunun yedinci oğlunun Batı ile yüzleşmesini açıklıkla okuruz. Yedinci oğul “Diriliş Mektebi” mimarının öğrettikleriyle olup- bitenlerin- farkına varmıştır. Belki de “İsrafil Suru” ile dirilen Taha’dır o. Ya da Anadolu’nun Diriliş nesline katılan her bir genç: "Bir şafak vakti Batıya erdi/.../Batılılar!/ Bilmeden/ Altı oğlunu yuttuğunuz/ Bir babanın yedinci oğluyum ben/ Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden/ .../ Doğulu olarak ölmek istiyorum’’[31] diye haykırır. “Köşe” şiirinde “Londra’nın ortasına bırak”ılan ve değişmeyeceğine inanılan bir Leyla tavrıdır, bu. Sekizinci oğul:
“Ufuklardan ufuklara taşıyarak kelimeleri
Ne yaptılar kurdum eleğimsağma gibi
İçimdeki buluttan yağıştan şimşekten ışıklardan
Gizli bir yapı taşından ders okudum ben
Şiirin birden kaçışını denizlerden
Şiir içimizdeki zindanların mahkûmu"[32]
olarak konuşmaya devam ediyor ve devam edecek; Anadolu’nun yeniden dirilmesi için.
Bir medeniyet tasavvuru mimarı, şehirlerin ruhlarıyla konuşan bilge, yirmi beş yıl önce son şiirini yazdı ve şiir orucuna durdu, “inerek Kuranın kelimelerinden” “kelimedeki hayatı bulan” üstada hayırlı, sağlıklı ve uzun ömürler diliyoruz
DİL VE EDEBİYAT DERGİSİ, MART 2013, SAYI:15
[1] - Sezai Karakoç, Gün Doğmadan/Taha’nın Kitabı, Diriliş Yay., İstanbul 2000, s. 356.
[2] - Rasim Özdenören, Ruhun Malzemeleri, İz Yayıncılık, İstanbul 2009, 193-194.
[3] - Özdenören, a.g.e., s. 196
[4] - Durun anlatayım size melekler/ Tahayı nasıl dirilttiler/Anarak İsa’nın doğumunu/ Anarak Muhammed Mustafa’nın doğumunu/ Melekler/ Taha’yı dirilttiler/ .../İlk üfleyişte kemikler dirildi dizildi/ İkinci üfleyişte etler yerine geldi/ Üçüncü üfleyişte ruh indi/.../ Hamd olsun dedi hamd olsun/ Bizi yaratana/ Sonra öldürüp / Yeniden yaratana/ Sonra tekrar öldürecek olana/ Şu dünyanın çiftçisi yapana/ Yeri göğü donatana/ Cehennem’e ve Cennet’e/ Belli bir işaret koyana/ Hamd olsun [Sezai Karakoç, Gün Doğmadan/Taha’nn Kitabı, s. 356-360]
[5] - Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I/Medeniyetin Rüyası/ Rüyanın Medeniyeti Şiir, Diriliş Yay., İstanbul 1997, s. 107.
[6] - Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları II/Dişimizin Zarı, Diriliş Yay., İstanbul 1997, s. 67-68-69.
[7] - Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları II/Dişimizin Zarı, Diriliş Yay., İstanbul 1997, s. 70.
[8] - Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 2007, s. 64.
[9] - Yahya Kemal, a.g.e., s.60.
[10] - Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s. 418-419.
[11] - Rasim Özdenören, a.g.e., s. 198.
[12] Mualla Minnetoğlu, “Sezai Karakoç ve Hızırla 40 Saat”, Ekspres [İstanbul], 15 Kasım 1967
[13] - Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s. 45.
[14] - - Sezai Karakoç Hayatı, Eserleri, Sanatı, Düşüncesi Üzerine Bir Deneme Çalışması, [Heyet/Derleme, Teksir Kitap], Ömer Öztürkmen, Cumhurbaşkanına Açık Mektup, Ankara 1976, s. 3-4.
[15] - Diriliş, S. 127-128, 20 Ağustos 1991.
[16] - Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s. 56.
[17] -Diriliş, S.92-93, 20-27 Nisan 1990
[18] - ‘Yazı ortadan kalksa da, geçmişte olduğu gibi, şiir, bu kez, yeniden sözlerle, söz hâlindeki kelimelerle, kişileşecektir, kimliklenecektir. Ükkâz panayırında olduğu gibi ekranlarda da şairin yüzü karşımıza çıkacaktır.” Çağ ve İlham I.
[19] - Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s., 433-434.
[20] - Ne Sezai Karakoç ne de bizim kuşağımızdan hiç kimse üstadı “sağcı” ve ideolojik bir kampta değerlendirmedi. Bu ifade “solun” kendileri dışında kalanları genel bir tanımlama ve tasnifle ötekileştirmeye tabi tutmalarıdır.
[21] - Cemal Süreya, 99 Yüz -İzdüşümüler/Söz Senaryosu, İstanbul, Adam Yay., 2004, s. 278-279.
[22] - Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, Toplu yazılar I, YKY, 4. Baskı, İstanbul 2012, s. 202-203.
[23] - Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I, s. 66
[24] - - Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s. 642.
[25] - Diriliş, S. 75, 22 Aralık 1989.
[26] - Sezai Karakoç. Gün Doğmadan, s. 10.
[27] - Sezai Karakoç, Şiirler H/Taha’nın Kitabı/ Gül Muştusu, s.47-48.
[28] - Sezai Karakoç, Şiirler IV/ Zamana Adanmış Sözler, İstanbul 1985, s.22.
[29] - Sezai Karakoç, Şiirler V/ Âyinler, s. 27.
[30] - Sezai Karakoç, Şiirler VIII/Alınyazısı Saati, s.54-55.
[31] - Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s. 409-413.
[32] - Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s. 313
İLGİLİ İÇERİK
VE MONA ROSA, SEZAİ KARAKOÇ'U ANLATTI
SEZAİ KARAKOÇ’A DAİR - ARİF AY
SEZAİ KARAKOÇ-CEMAL SÜREYA
Bulgucu adam. Belki de ülkemizde tek bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif’in tinsel görüntüsüyle adamakıllı dürüst bir Necip Fazıl'ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz.
Türkiye'de, özellikle sağın, özellikle de mukaddesatçı kesimin içinde yalnız. Bir başına. Hiçbir ortaklığa girmez. Dışarıda ve yukarıdadır. Düşüncesini de, öfkesini de hemen ortaya koyar. Ama yalnız olması yalnız kalma anlamında değil, diyorum. Yapısı öyle.
Karakoç ve Şevket Eygi Ankara'dan geldiler. Bundan mı acaba? Aydınlar Ocağı tipiyle aralarında en küçük benzerlik yok ikisinin de. Özellikle Karakoç, bence, yaşama konumu olarak da tek ve benzersiz bir kişi. Tek ama, 1960'tan bu yana mukaddesatçı kesimde boy gösteren sanatçı ve yazarları en çok o etkilemiş. İsmet Özel bile yeni yöneliminde ilk onu aramıştı.
Özdenören kardeşler Anadolu'ya Kafka yaratıkları salarken ondan ışık almışlardı. Cahit Zarifoğlu'nun büyük inanç içindeki küçük inançsızlıklarını Karakoç' tan sapma olarak düşünebiliriz.
Aydınlar Ocağı tipi için inanç, kılık kıyafet gibi, rahatlığa ulaşmış tavır gibi, hemşerilik gibi bir şey. Marmara Kıraathanesi'ndeki şakaları, dedikoduları da içerir. Bu tipin en belirgin örneği rahmetli Fethi Gemuhluoğlu idi. Aynı tip Mehmet Çavuşoğlu'nda sevinçli bir yüzeysellik, Mehmet Genç' te doğrudan düşünceye açılmak isteyen bir derinlik kazanır.
Karakoç ise bir yerde inancının çılgını. Onunla delici bir ideolojiye ulaşmak ister. Bunun için her şeyi bilmesi gerektiği kanısındadır. İnancı hem silahı, hem çocuğudur. Düşüncesini iyice soyut bölgelere götürür. Mantığını yitirir, bir başka mantık bulur. Sözgelimi, İstanbul başkent kalsaydı Türkiye'nin durumu daha iyi olurdu diyebilir. Ayasofya’nın cami olarak açılmasıyla bir kurtuluş olasılığının belireceğini bile sezdirebilir.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde birinci sınıf öğrencisiyken kendisine asistanlık önerilmiş, ama kabul etmemiştir.
Kendisi için gazetede üst üste başyazı yazan Prof. Osman Turan'ın yüzüne bakmamıştır.
Diriliş Yayınevi de sahibine benziyor. Yalnız Karakoç'un kitapları basılır bu yayınevinde.
Dışarıya karşı bağnaz değil. Her şeyi tartışabilirsiniz.
Kimseyi küçük düşürmez. Ama bazı kişileri büyük düşürdüğü olmuştur.
En ilkelle en modern arasında durur.
1950' li yıllarda bir hilesini yakalamıştım: Necip Fazıl kendisinden borç ister, 0 da her seferinde cebindeki parayı son kuruşuna kadar verirdi. Sonunda kendisi aç kalırdı. Buna bir çare düşündü. Marmara Kıraathanesi'ne giderken, özellikle de aybaşlarında yanında daha az para taşıyordu. Az dedim ya, o kadar da az değil. Maaşının yarısı kadar. Sanırım, Karakoç' un hayatındaki tek oyun budur. Başka bir yerde de yazmıştım, üniversite yıllarında burslarını kırdırıp üstada verirdi.
Maliye Müfettiş Yardımcısı ve Gelirler Kontrolörü olarak Türkiye'yi dolandı. Bakarsın Arapkir'de, bakarsın Karaköse'de.
Zaman zaman kaybeder. Ama rövanşı mutlaka alır.
Sultanahmet Camii'nin külliyesinde dergi çıkardı.
Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir, Nietzsche de bilir, Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nâzım da okur.
Sıkışmış, sıkıştırılmış deha. Alçakgönülle katı yüksek uçuyor.
Şemsiyesi yok.
11 Aralık 1988
CEMAL SÜREYA
99 Yüz, İzdüşümler - Söz Senaryosu, S. 308 - 309
İLGİLİ İÇERİK
VE MONA ROSA, SEZAİ KARAKOÇ'U ANLATTI
SEZAİ KARAKOÇ’A DAİR - ARİF AY