Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

PEYAMİ SAFA HAYATI ve ESERLERİ

Bireysel yönelimler: Meşrutiyet döneminden gelen bu yazarlardan sonra Cumhuriyet'in oluşum  aşamasından itibaren roman alanında ürün vermeye başlayan şahsiyetler orta ya çıkar. 

Bu dönemin romancılarının ortak bir tema ve belirli temalar çevre­sinde birleştiğini söylemek oldukça zor. Meşrutiyet yılları ve Kurtuluş Savaşı biricik tema olma özelliğini kaybetmiştir. Romandaki yansımaya bakılırsa, yerleşmeye başlamış bir düzenin yeni insan modelleri ortaya çıkmakta gibidir. Bireysel duygulanmalar, yakınmalar ve aşkın yanında, değişmeyen tema Doğu -Batı çatışması ve popüler halk romancılığı bu dönemde ön plana çıkar. Peyami Safa, Selahattin Enis, Ercüment Ekrem Talu, Mithat Cemal Kuntay, Memduh Şevket Esendal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nahit Sırrı Örik gibi yazarların bir kısmı, geleneği devam ettirir nitelikteydi-, bir kısmı da farklı olanı yakalayabil­mek için yeni arayışlara yöneldi. Aka Gündüz, Mahmut Yesari, Esat Mahmut Karakurt, Güzide Sabri Aygün, Osman Cemal Kaygılı, Nezihe Muhittin, Sermet Muhtar Alus, Burhan Cahit Morkaya, Muazzez Tahsin Berkant, Ethem İzzet Be­nice, Mükerrem Kâmil Su, Mebrure Sami Koray, Cahit Uçuk, Peride Celal, Ke­rime Nadir Azrak gibi popüler halk romanları yazdılar (bk. Popüler Roman).

Bu ikinci dönem yazarlarının roman alanındaki en ünlü ismi Peyami Safa’dır (1899–1961). Yaşadığı ve eser verdiği dönem dikkate alınınca "çağının tanığı olanlar" içerisinde değerlendirilmesi gereken Peyami Safa, romanla­rında işlediği konular bakımından onlardan oldukça farklıdır. 1922 yılında Sözde Kızlar ile ilk romanını veren Peyami Safa'nın 1920 – 1980 dönemi, "romana geçişin hazırlık safhasına teşkil " etmektedir. (Tekin 1990: 7). Mah­şer (1924,), Canan (1925), Şimşek (1937), Bir Akşamdı (1928) ve Server Bedii adıyla yayınladığı macera ve polisiye türü romanlar; Peyami Safa'nın daha sonra kaleme alacağı romanların düşünce ve estetik birikimini oluşturur.

Peyami Safa'nın romancılığının 1980 sonrasındaki aşamasında, Sözde Kız­lar ile gelen çizgide bazı değişiklikler olur. Doğu-Batı çatışması romanlarda -ki temel konulardan biri olma özelliğini sürdürür. Ancak roman tekniği ile il­gili gelişmeler ve felsefi düşüncenin 1980 sonrası romanlarda bir problem olarak ortaya çıktığım görürüz. Doğu-Batı çatışması, Peyami Safa'da karşıt ilişkiler çevresinde, ahlaksal açıdan irdelenerek ortaya konur. "Peyami Sa­fa'nın çizdiği karşıt karakterlerde ayrı dünya görüşlerinin yattığını söylemeye gerek yok. Öyleyse son kertede nasıl bir değerler karşıtlığı ile yüz yüzeyiz? Batılı tipin savunduğu başlıca değerler, yazarımıza göre Batı uygarlığına özgü değerler: para, maddi başarı ve hazza dayanan bir ahlak anlayışı; Doğulununkiler ise Türk-İslam uygarlığından gelen manevi değerler ve dine dayalı bir ah­lâk anlayışı. Şimdi bir adım daha ileri giderek altta yatan ve temel karşıtlığı saptamak istersek, bunu madde ve ruh kavramlarına indirgeyebiliriz şüphe­siz. Zaten dikkat edersek görürüz ki Batılı adamın özellikleri beden ve madde ile Doğulununkiler ise ruh ya da kalp ile ilgili." (Moran 1995: 170).

İlk romanlarından itibaren bir iç çatışma halinde karşımıza çıkan, daha çok Doğu-Batı değerleri arasında bocalayan insan ile görülen felsefi anlamdaki huzursuzluk; Bir Tereddüdün Romanı'nda en üst düzeyde irdelenir. Yalnızız'da doruk noktasına ulaşır.

Peyami Safa'da, romanın konusundaki bu değişme ve gelişmelerin yanında asıl gelişme romandaki teknik cephede gerçekleşir. Yazar, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1980), Yalnızız (1950) çizgisinde roman tekniği bakımından sürekli kendini yenileyen bir tarzda karşımıza çıkar: "P. Safa'daki yenilik hadisesi, muhtevadan çok teknik cephede kendini gösterir. O, denilebilir ki her roma­nında aynı konu ve meseleleri ele almış, ancak, bu konu ve meseleleri değişik tekniklerle işleyerek kendi orijinal çizgisine varmıştır. P. Safa, bu orijinal çiz­giye, romanın 'şekil' ve 'muhteva' örgüsünün hangi unsur ve esaslardan mey dana geldiğine, dil, üslup, fikir ve anlatım tekniklerinin, bu örgüde nasıl bir yere ve fonksiyona sahip olduklarına araştırarak ulaşır." (Tekin, 1990: 153).

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda (1980), adım adım hasta bir çocuğu izleriz. Fakir ve dizinden rahatsız olan bir çocuk, kendisinden dört yaş büyük, akrabası ve zengin bir kıza âşıktır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanında, yaşadıklarını izlediğimiz kişi, on beş yaşında isimsiz bir çocuktur. Bu çocuk romandaki fonksiyonu gereği hem anlatıcı, hem de anlatılan konumundadır. Okuyucu, onun bakış açısıyla olaylara ve insanlara bakar. Ancak romandaki bakış açısının, o kadar acı ve sıkıntısı çekmesine rağmen, on beş yaşında bir çocuğa ait olduğunu söylemek oldukça zor.

 "Bu kabil bir romanın, on beş yaşındaki bir çocuk tarafından hakkıyla takdimi zor, hatta imkânsız olacaktır. Peyami Safa, burada, otobiyografik tarzın —bir bakıma-vazgeçilmez dengesini kurarak, olayları yaşadığı sıralardaki kişiliğiyle, olayları anlatırkenki kişiliğini, çocuğun şahsında başarılı bir şekilde birleştirir. Bu uygulama neticesinde çocuk, bedenî ve ruhî açılarıyla gerçekçi ölçüler içinde eserdeki yerini alırken, bu acıları, psiko-fizyolojik boyutlarıyla takdim etmek de yazara düşer." (Tekin 1990: 47)

 Romanda, hasta çocuk, kendi kendisiyle ve hasta bedeniyle çatışma halin­dedir. Zaten romanı sürükleyen de bu çatışmadır. Birinci bölümdeki hasta ço­cukla hasta uzvu arasındaki çatışma, romanın ikinci bölümünden itibaren ye­rini Nüzhet'le yaşadığı imkânsız aşka bırakır.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, yayımlandığı andan itibaren edebiyat dünyası­nın ilgisini üzerinde toplamıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, kısır bir dönemde böyle bir romanın kaleme alınmasını şaşkınlıkla karşılar, takdirini bildirir:

"Okuyup bitirdiğim zaman, edebiyatımızın bu uyuşuk havası içinde böyle bir ki­tabın nasıl olup da yazılabildiğine hayret ettim. Nasıl olup da bir romancı kısır ve kopyacı muhayyilenin tabiî malikânesi olan cicili bicili salonları, otomobil gezin­tilerini, kıranta bekârlarla, muhteris kızların aşklarını bir tarafa bırakıp da, alil ve sakattan, hastahaneden bahsedebiliyor? Bu sahifelerde ne ay ışığında buse, ne za­rif ve kibar çay âlemleri, ne baygın gözlü âşık ve ne de gurbette hatıra defteri tutan afif ve sadık sevgili vardı. Ve güzellik namına kazanılmış birer zafer addedilecek bu yoklukların yanında, insan hakiki acıyı, ıstırabı, bir gölge hâlinde bile olsa, se­ferberliğin aç İstanbul'unu buluyor." (Tanpınar 1977: s.394–395).

 Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, ele aldığı konu bakımından Türk romanının, özellikle 1930'lu yıllarda hiç üzerinde durmadığı bir alana yöneliyor. Burada yalnız bir çocuğun hasta uzvuyla arasındaki ilişki irdelenmiyor, Mütareke yıl­larının İstanbul’unda insanların yaşadığı maddi ve manevi acılara da dikkat çekiliyor. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Birinci Dünya Savaşı, Mütareke ve Kurtuluş Savaşı dönemlerinde geçiren Peyami Safa; acı, yokluk, ıstırap kav­ramlarıyla en yakından tanışmış bir kişidir. Dolayısıyla bu acıyı en çok hisse­den kişinin, romanlarında, dolaylı da olsa bunu yansıtması kaçınılmazdır.

Peyami Safa'nın bir yıl sonra yayımladığı Fatih — Harbiye, bir aşk ilişkisi çevresinde Doğu — Batı çatışmasını ele alır. Romanda Doğu-Batı arasındaki zihniyet çatışması çevresinde, Fatih ve Beyoğlu'na ait iki değişik yaşama tar­zından, adı geçen iki mekânla bütünleşen Şinasi ile Macit'ten; ayrıca bütün bu çatışmaların merkezinde yer alan, yetişmiş olduğu terbiye ile anlık istek ve arzuları arasında bocalayan Neriman'dan söz edilir.

Neriman ve Şinasi, çocukluktan itibaren birlikte büyümüş, herkesin birbiri­ne yakıştırdığı, evleneceklermiş nazarıyla baktığı iki gençtir. Fakat Neriman'ın içinden gelen arzu ve istekler doğrultusunda tuhaf davranışlar sergiler. Macit adında Avrupai yaşama tarzını temsil eden bir gençle tanışmıştır. Macit, Neri­man'ı Balo'ya davet eder. Avrupai bir yaşayış tarzının simgesi durumundaki "balo"; sunduğu cazibelerle birlikte, Şinasi ve Macit'i tartan terazide, Macit yö­nünde ağırlığını hissettiren, roman içersinde Neriman'a ait tavırları ve hare­ketleri yönlendiren unsurdur. Neriman'daki aşk ibresi iyiden iyiye Macit'e ve Macit'le birlikte karşılaşacağı Avrupai yaşayış tarzına çevrilmiştir. Neriman'ın iç dünyasında, Avrupalılar, daha doğrusu Beyoğlu'nda büyük bir gösteriş sergi­leyen zenginler gibi yaşamak için büyük bir arzu vardır. Onun babası Faiz Bey ve Şinasi ile olan ilişkilerini de bu "balo tutkusu" yönlendirmektedir.

Neriman kimlik problemi yaşamakta, nereye ve hangi yaşayış tarzına ait oldu­ğunu bilememektedir. O, aile içerisinde ve yetiştiği mekânda Doğuya, daha ye­rinde bir söyleyişle geleneksel yaşayış tarzına has terbiyeyi almasına karşılık; ba­tılı yaşama tarzım da, çok fazla olmamakla birlikte çevresinde hissetmiştir. Peya­mi Safa, Neriman'daki Batılı tarzda yaşama arzusunun kaynaklarını şöyle açıklar:

"Birçok Türk kızları gibi, Neriman da, ailesinden ve muhitinden karışık bir telkin, iki medeniyetin ayrı ayrı tesirlerinin halitasını yapan muhtelit bir içtimai terbiye almıştı.

Annesi ve babası ona halis bir şarklı itiyatları vermişlerdi; Anadolu'da, birçok memuriyetlerde gezen Faiz Bey, Neriman'ı yedi yaşma kadar saf Türk muhitlerinde büyütmüştü. Fakat İstanbul'a yerleştikten sonra, Neriman'ın akrabalarından, bil­hassa büyük dayısının ailesinden aldığı tesirler bambaşkadır. Galatasaray'dan çıkan ve tahsilini Avrupa'da bitiren büyük dayısı ve kızları, Neriman'da Garp hayatına karşı incizap uyandırmışlardı." (Fatih-Harbiye, 1994, s.53)

Şinasi, geleneksel yaşayış tarzını sürdüren, fakir, müzisyen bir gençtir. Ma­cit Avrupai’dir, zengindir, gösterişlidir. Neriman, mazisiyle ve yaşayış tarzıyla Şinasi'ye, arzu ve istekleriyle de Macit'e yaklaşmaktadır. Yani bir kararsızlığı, bir bunalımı yaşamaktadır. İşte Fatih-Harbiye romanı da bu kararsızlığın ve bunalımın hikâyesidir.

Fatih-Harbiye romanında, yazarın Neriman'ın Macit'le Şinasi arasındaki durumunda, açıkça Şinasi'den yana tavır aldığını söyleyebiliriz. Romanda, yazarın fonksiyonunu yüklenen, doğu ve batı ile ilgili problemleri Neriman'la tartışan, geleneksel Türk insanı özelliklerini bünyesinde hem davranışları, hem de fikirleri itibariyle taşıyan Neriman'ın babası Faiz Bey'dir. Yalnız Faiz Bey'in yaşadığı zamanın gerisinde kaldığı da tartışılabilir.

Fatih-Harbiye romanının içersine sıkıştırılmış "Rus kızının romanı" intihar olayıyla tamamlanmıştır. Geriye gözü yaşlı bir anne kalmıştır. Aynı çatışma­larla oluşturulmuş, aynı istikamette ilerleyen bir vak'a örgüsünden meydana gelen "Neriman'ın romanı"nda ise, vak'a örgüsü yarıda kalmıştır. Rus kızının yaşadıkları, Neriman'ın karşılaşabileceği çeşitli belâları, —dayısı kızlarının istihza dolu anlatımları sayesinde— önlemiştir. Birbiri içersine sıkıştırılmış iki romandan birisi tamamlanmış, diğeri de tamamlanan romanın acıklı so­nucuna binaen yarıda kalmıştır. Bu Fatih-Harbiye romanının tabii gelişmesi olarak yorumlanabileceği gibi, yazarın Neriman'a ve Şinasi'ye acıması, roma­nı mutlu bir sonla bitirme arzusu veya romanı kısa kesme endişesi olarak da değerlendirilebilir. (Çelik 1998: 59).

Bir Tereddüdün Romanında (1933) Birinci Dünya Savaşı sonrasında insanların yaşadıkları şüphe ve tereddütler anlatılmakta, insanların bu problemlerden kur­tulmaları için bazı değerlere sığınmalarının gerekliliği vurgulanmaktadır. Bir ba­kıma da bireyin tereddüt karşısındaki dramı dile getirilmektedir. Yazar bu dramı ortak kaderi paylaşan insanların ilişkileri çevresinde dikkatlere sunmaktadır.

İlk ilişki Muallâ ile Muharrir arasındadır. Muallâ, okuduğu bir kitabın yazan (Muharrir) ile Raif tarafından tanıştırılır. Muharrir hemen Muallâ'ya âşık olur ve ona evlenme teklifinde bulunur. Muallâ, bu teklife hemen cevap veremez tered­düt yaşar. Çünkü kendisi muhafazakâr, kültürlü ve uysaldır. Babasız büyümüştür, kötümserdir. Muharrir ise bohem, entelektüel ve taşkın mizaçlıdır. Kimsesizdir, iyimserdir. İkisi arasında tek ortak yön mütereddit oluşlarıdır. Muharrir ümitle bekler, Muallâ ihtiyatlı davranır. Bu arada Vildan isminde ikinci bir kadının dev­reye girmesi, Muharrir için yeni bir maceranın başlaması demektir.

Romandaki ikinci ilişki Muharrir ile Vildan arasında gelişir. Bu ilişkinin gelişmesinde de en önemli rolü kitap oynar. Pirendello'nun Çıplakları Giydir­mek oyununu çeviren Vildan, bu eseri Türkiye'de bastırıp oynatmak için Muharrir'e başvurur. Bu şekilde başlayan ilişkide Vildan'ın Muharrir'de bıraktı­ğı etki olumsuzdur. Çünkü Vildan, aşırı sinirli, yozlaşmış, isterik ve geçmişi karanlık bir kadındır. Bu nedenlerle Muharrir Vildan'dan uzaklaşır. Muallâ'dan olumlu cevap gelmeyince, bir müddet yalnızlığı Vildan'la gidermeyi dener. Muharrir'in bu tavrı, Vildan'ın da uzaklaşmasını hazırlamıştır. Bu du­rumda roman kişilerinin üçü de, yaşadıkları tereddütler dolayısıyla yalnız kalmaya mahkûm olurlar. Romandaki ilişkiler, başlangıç ve sonuçları bakı­mından birbirine benzer. İlişkilerin olumlu bir sonuçla neticelenmemesin-deki en önemli etken, kişilerin yaşadığı veya kurtulamadığı tereddüttür.

Peyami Safa, özellikle son üç romanı Biz İnsanlar, Matmazel Noraliya'nın Kol­tuğa ve Yalnızız'da, romanların teknik yönüyle ilgilenir. Bu romanlarda anlatım teknikleriyle ele alman konu arasında sıkı bir ilişkinin olduğu gözlemlenir.

Biz İnsanlar adlı roman 26 Şubat–27 Haziran 1987 tarihlerinde Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilir. 1959'da da kitap haline getirilir. Roman, fakir ama erdemli vatansever bir gencin hayat kavgası ekseninde, yaşanılan bir aşkla gi­rilen yüksek zümrenin içinde bulunduğu durumu anlatır. Orhan'ın kendi dünyasında meydana gelen değişmeler, materyalist bir çizgiden idealizme ge­çiş noktasında verilir. Burada materyalizmi simgeleyen Süleyman ile idealiz­mi simgeleyen Necati'nin rollerini ve yönlendirici fonksiyonlarını unutma­mak gerekir. Romanda Orhan ile Vedia arasındaki ilişki de değişmelerin ger­çekleşmesinde aracı rolü oynar.

Mehmet Tekin, Orhan'daki bu gelişme ve çizgisini esas alarak romanın gelişme romanı (bildungsroman) olduğunu söyler: "Aslında romanın genel terkibini dik­kate alıp söyleyecek olursak: Olay örgüsünü şekillendiren hadiseler zinciri, mih­ver kişi mevkiinde bulunan Orhan'ın eser boyunca değişen fikrî ve manevi çizgi­sini kristalize etmek için kullanılır. Bu cepheden baktığımızda, Biz insanlar'ın güçlü bir gelişme romanı (bildungsroman) olduğunu söyleyebiliriz. Romana Or­han'ın yükselen (marksizm'den idealizm'e) çizgisi hâkimdir." (1990:101)

Biz İnsanlar romanında Peyami Safa'nın asıl vermek istediği Orhan'da dü­şünce ve manevi ruh bakımından meydana gelen değişmelerdir.

 Peyami Safa, bundan önceki romanlarında ele aldığı Doğu-Batı çatışmasın­dan Biz İnsanlar ve Bir Tereddüdün Romanında yavaş yavaş felsefi konulara kaymaya başlamıştı. Matmazel Noraliya'nın Koltuğu, Yalnızız'la birlikte, felsefi düşüncenin en üst düzeye çıktığı romanlarıdır. Matmazel Noraliya'nın Koltuğu (194,9), birtakım olağanüstü olayları, benimsediği materyalist ve pozitivist di­siplinler ile açıklamaya çalışan, başarılı olamayınca da şüphe ve tereddüt ya­şayan Ferit adındaki bir gencin, çevresindeki kişilerin telkinleriyle, şüphe ve tereddütlerinden sıyrılarak huzura kavuşmasını konu alır. Ferit, büyük ölçü­de babasının etkisinde kalmış bir gençtir. Hedonist, şüpheci, dinsiz, nihilist­tir. Zeki bir genç olan Ferit, tıp öğrenimini yarıda bırakmış, felsefe okumaya yönelmiştir. Karşılaştığı ve çözemediği olaylar onun buhran yaşamasına ne­den olur. Sonunda Matmazel Noraliya'nın ruhu ile bağlantı kurar, mistik bir dünyaya girer. Bu arada Aziz Bey'in yardımları ile de fikirleri ve kişiliği deği­şir. Allah'a ve ruha inanmaya başlar, mistik bir felsefede huzur bulur.

Peyami Safa, her şeyi romanın başkişisi durumundaki Ferit'in zihninden geçi­rerek verir. "Yazar Ferit'i yansıtıcı merkez olarak aldığı için dış dünyaya onun gözleri ile bakar, kendisi anlatıcı olarak ortadan silinir, ama Ferit'in kafasının içini, duygularını da okura sergilemek lazım. Eğer yazar bunu da tüm 'gösterme' yöntemi ile vermek isterse hep bilinç akımı ya da iç monolog tekniğine dayana­caktır. Fakat Matmazel Noraliya'nın Koltuğu'nda Ferit'in iç dünyası yansıtılırken yalnızca bu teknik kullanılmaz. Yazar bazen kendisi 'anlatır' bazen de 'gösterme' yoluna gider ve bu iki yöntem birbirine dolanmış, iç içe girmiş gibi kullanılır. Bakarsınız 'anlatma' birden 'gösterme'ye dönüşür, derken yine 'anlatmaya geçi­lir." (Moran 1995: 184–185).

Matmazel Noraliya'nın Koltuğu'nun ikinci bölümünde Ferit yansıtıcı merkez olmak görevini büyük ölçüde kaybeder. Matmazel Noraliya'nın hatıra defteri ve Aziz Bey'in konuşmaları romanın ikinci bölümünü yönlendirir. Berna Mo­ran, Aziz Bey'in Peyami Safa'nın görüşlerini dile getirdiğini, bununla da ro­man canlılığının kaybolduğunu söyler:

 

"Ve Aziz Bey de bunlara verdiği uzun cevaplarla Peyami Safa'nın görüşlerini dile getirmiş olur. Bu durumda Ferit'in iç dünyası önemini kaybeder ve yansıtıcılığı cansız bir fotoğraf makinesi rolüne dönüşür. Bir bakıma anlatım tekniği aynı. Ferit'in görmediği bir şey betimlenmiyor, işitmediği bir şey söylenmiyor, ama bunlar, birinci bölümde olduğu gibi onun bilincinden geçirilerek verilmiyor ya da verildiği yerler az ve yetersiz. Ferit hem yansıtıcı merkez olarak muhafaza edilmek isteniyor, hem de anlatıcılık rolü büyük ölçüde. Aziz Bey, Fotika ve Mat­mazel Noraliya arasında paylaştırılarak Ferit arka plana itiliyor. Öyle sanıyorum ki ikinci bölümde canlılığın kaybolmasının başlıca nedeni bu." (1995: 192–193).

 Kaynak: Yakup Çelik, Cumhuriyet Dönemi Roman, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Türk Edebiyat Tarihi, sayfa:215-275, cilt:4 


SAFA, Peyami

(1899-1961)

Romancı, gazeteci ve fikir adamı.

2 Nisan 1899'da İstanbul Gedikpaşa'da doğdu ve ismi Tevfik Fikret tarafından ko­nuldu. Babası Trabzonlu köklü bir aileye mensup olan şair İsmail Safâ, annesi Server Bedia Hanım'dır. Bir buçuk yaşınday­ken babası sürgünde bulunduğu Sivas'ta öldü ve ağabeyi İlhami ile birlikte annesi tarafından zor şartlarda yetiştirildi. İlköğrenimine devam ederken sağ kolunda or­taya çıkan kemik veremi yüzünden kendi­ni çok küçük yaşta doktorların, hasta ba­kıcıların ve ilâç kokularının arasında bul­du (1908). 1910'da başladığı Vefa İdâdîsi'ni bu hastalık ve ailesinin geçim zorluk­ları sebebiyle bırakmak zorunda kaldı. Ba­basının yakın arkadaşlarından Abdullah Cevdet'in hediye ettiği Petit Larousse'u ezberleyerek başladığı Fransızcasını iler­letirken edebî eserlerin yanı sıra tıp, psi­koloji ve felsefe kitaplarına ilgi duydu. Ti­yatro eğitimi almak için Dârülbedâyi im­tihanlarına girdi, fakat başarılı olması­na rağmen devam edemedi (1914). Savaş şartlarında geçim sıkıntısı artan annesi­nin yükünü hafifletmek için Posta-Telgraf Nezâreti'nde göreve başlatıldı. Ardından Boğaziçi'ndeki Rehber-i İttihad Mektebi'-e muallim olarak girdi (1917) ve bir sü­re Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi'nde çalıştı (1918).

Mütareke döneminde öğretmenlikten ayrılıp ağabeyi ile birlikte Yirminci Asır gazetesini çıkardı. Bu gazetede "Asrın Hi­kâyeleri" başlığı altında yayımlanan küçük hikâyeleriyle dikkatleri çekti ve ilk kalem kavgasını Küçük Beyler adlı adapte piye­sini eleştirdiği Cenab Şahabeddin'le yaptı (1919). Alemdar gazetesinin açtığı hikâ­ye yarışmasında derece alınca devrin ya­zarları tarafından teşvik edildi. Yirminci Asır kapandıktan sonra Tercümân-ı Ha­kikat ve Tasvîr-i Efkâr (1922), Cumhuriyet'in ilânının ardından Son Telgraf, Son Saat ve Son Posta gazetelerinde çalıştı. Halil Lütfi (Dördüncü) ile birlikte Büyük Yol adlı kısa ömürlü bir gazete çıkardı (1925) Aynı tarihlerde hem Server Bedi hem Pe­yami Safa imzasıyla Cumhuriyet'te de ya­zıyordu. Bu gazeteyle ilişkisini fıkra yazarı ve edebiyat sayfası yöneticisi olarak ara­lıklarla sürdürdü (1928-1940). Hilâl-i Ahmer dergisinde çıkan "Yeni Edebiyat Cere­yanları" başlıklı yazısı Ahmed Hâşim'le ka­lem kavgasına girmesine yol açtı (1928).

Peyami Safa, Cumhuriyet'in edebiyat sayfasını yönetmeye başladığı günlerde çı­karılan af kanunundan faydalanmak ama­cıyla Türkiye'ye dönen ve tutuklanan Nâ­zım Hikmet'in (Ran) affedilmesini sağla­mak için onun "Yanardağ" şiirini yayımla­mıştı. Ancak gazete ertesi gün bu şiirin ve altındaki imzanın kendi görüşleriyle hiçbir alâkasının bulunmadığına dair bir açıkla­ma yaptı. Bu olay üzerine gazeteyle arası açılan Peyami Safa bir süre sonra işinden ayrılıp Nâzım Hikmet'in de yazdığı, Zekeriya Sertel tarafından çıkarılan Resimli Ay mecmuasında çalışmak zorunda kaldı. Ha­reket dergisinde de Nâzım Hikmet'le bir­likte yazı yazan Peyami Safa'nın bu dergi­nin ilk sayısında çıkan "Varız Diyen Nesil" başlıklı yazısı genç edebiyatçı neslin gö­rüşlerini yansıtan bir beyanname niteliği taşıyordu (1929) Bu nesil Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) tarafından Milliyet gazete­sinde eleştirilince basın tarihine "Saman Ekmeği Kavgası" diye geçen ünlü kalem tartışması başladı. Aynı yıl Resimli Ay'da başlatılan "Putları Yıkıyoruz" kavgasında da Nâzım Hikmet'le beraber hareket eden Peyami Safa bu yüzden sık sık Bolşevik­likle suçlandı, fakat kendisi her seferinde bu iddiayı reddetti. Nâzım Hikmet ve çev­resiyle ilişkilerini Resimli Ay kapandıktan sonra da sürdürdü. 1930'ların başında Ağa-oğlu Ahmet'in çevresinde oluşan fikir ha­reketine katılarak liberalizme kaydı (1932). Bu arada keşfettiği Cahit Sıtkı'yı (Tarancı) Cumhuriyet gazetesinde üç yazıyla kamu­oyuna tanıttı. Aynı yıl annesini kaybetti. Daha sonra ağabeyi İlhami ile birlikte Haf­ta adlı magazin dergisini çıkardı (1934-1936). Bu arada Nâzım Hikmet'in de yaz­dığı Tan gazetesinde köşe yazılarına baş­ladı (2 Ağustos 1935). İki yazarın aynı say­fada önce ima yoluyla birbirini eleştirme­si daha sonra büyük bir kavgaya dönüştü Bu çatışma, Peyami Safa'nın ömrünün Su nuna kadar sürecek antikomünist müca­delesinin başlangıcı oldu. Hafta dergisinin ardından yirmi bir sayı çıkarabildiği Kül­tür Haftası (1936) kapanınca Avrupa se­yahatine çıkan Peyami Safa, yaklaşık bir ay süren seyahat izlenimlerini Cumhuri­yet gazetesinde tefrika ettikten sonra Bü­yük Avrupa Anketi adıyla kitap halinde yayımladı (1938). Kemalist inkılâbın felsefî temellerini kurmaya çalıştığı Türk İnkı­lâbına Bakışlar da aynı yıl neşredildi.

Cumhuriyetten ayrıldıktan sonra (9 Ağustos 1940) Yeni Mecmuada yazmaya başlayan Peyami Safa ardından Tasvîr-i Efkâr'a geçti. Bu arada Orhan Seyfi Orhon ve Yusuf Ziya Ortaç tarafından çıka­rılan Çınaraltı mecmuasına milliyetçilik anlayışını temellendirdiği yazılar veriyor­du. Almanya'yı desteklediği ve ırkçılık yap­tığı iddiasıyla aleyhinde Rıza Çavdarlı imzasını taşıyan bir broşür yayımlandı (1943). Çalıştığı Tasvîr-i Efkâr gazetesi bir süre sonra kapatıldı (1944). Irkçılık-Turancılık konusunda hazırlanan bir raporda kırk ye­di kişi arasında adı geçti, fakat yargıla­nan yirmi iki kişi arasında yer almadı. Ziyad Ebüzziya'nın 1945'te Tasvîr-i Efkâr yerine çıkarmaya başladığı Tasvirde yaz­maya devam etti. Aynı yılın kasımında ya­yımlanan Büyük Doğu'nun ikinci dönem yazı kadrosuna katıldı. Öteden beri tek partiye ve millî şefe muhalif olan Ziyad Ebüzziya çok partili sistemi ve demokra­siyi, dolayısıyla Demokrat Parti'yi destek­lemeye başlayınca bu gazeteden ayrıldı. Savunduğu görüşlerin tabii bir sonucu ola­rak demokrasiye karşı olduğu için Nisan 1946'da yeni bir hamle yapan Vakit ga­zetesinin kadrosunda yer aldı ve Demok­rat Parti aleyhinde yazılar yazdı. Savaş yıllarında ilgi duymaya başladığı mistisizm, parapsikoloji ve metapsişik merakını da yeni gazetesine taşıdı. Bu arada Cumhu­riyet Halk Partisi'ne yakınlaştığı için Ne­cip Fazıl Kısakürek tarafından eleştirildi, bu yüzden aralarında büyük bir kavga çık­tı. Demokrat Parti'ye muhalefeti dolayı­sıyla Cumhuriyet Halk Partisi mensupla­rının dikkatini çekince o sırada milletve­kili olan Yusuf Ziya Ortaç tarafından Mart 1948'de yayın hayatına yeniden başlayan Çınaraltı'na davet edildi ve Ulus gazete­sinde yazmaya başladı (1949-1953) Bursa'dan milletvekili adayı olduysa da seçi­mi kazanamadı (1950)..

Demokrat Parti'ye kuruluş döneminde sosyalistlerle iş birliği yaptığından muha­lefet eden ve 1950'de Nâzım Hikmet için açılan af kampanyasına şiddetle karşı çı­kan Peyami Safa bir süre sonra Türk Düşüncesi dergisini yayımlamaya başladı (Aralık 1953) ve Milliyet gazetesi yazı kad­rosunda yer aldı (1 Ekim 1954). Demokrat Parti'nin antikomünist kimliği belirginleş­tikçe bu partiye ve liderine ilgi duymaya başladı. Milliyetteki "Objektif" adlı köşe­sinde Aziz Nesin ve Çetin Altan ile kalem tartışmalarına girdi (1958). Yönetimin so­la yakın bir kadronun eline geçmesi üze­rine bu gazeteden ayrılarak Tercümana geçti (Mart 1959) Büyük Doğuda da ya­zılarına yeniden başlamıştı; fakat bir süre sonra Necip Fazıl ile ikinci büyük kavgası­nı yaparak yollarını ayırdı. Çok geçmeden yazı işleri müdürüyle anlaşamadığı Ter­cümandan da çıkarıldı (29 Nisan 1960). 27 Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra Türk Dil Kurumu ve Türk Edebiyatçılar Birliği ile ilişkisi kesildi. Türk Düşüncesinin yayı­mına ara vererek Havadis gazetesine geçti. 21 Temmuz 1960). Bu gazetedeki yazıları yüzünden aleyhinde protesto gösteri­leri yapıldı. Düşünen Adam dergisinde (5 Ocak 1961) ve Son Havadis gazete­sinde (10 Mart 1961) yazmaya başladı. Bü­tün bu olaylar sırasında çok yıpranan Pe­yami Safa oğlu Merve'yi kaybedince (27 Şubat) büsbütün sarsıldı. 15 Haziran 1961 tarihinde Çiftehavuzlar'da bir dostunun evinde öldü ve iki gün sonra Edirnekapı Mezarlığında toprağa verildi.

Peyami Safa'nın edebî hayatı on bir ya­şında iken yazdığı Piyano Muallimesi adlı hikâye ile başladı. On üç yaşında iken Eski Dost adlı bir roman denemesi yaptı. Aynı yıllarda şiir de yazıyordu, fakat -dedesi, babası ve amcaları şair olduğu halde- şi­irde ısrar etmedi. Bir Mekteplinin Ha­tıratı I Karanlıklar Kralı (1913) adlı ilk kitabını Vefa İdâdîsindeki öğrenciliği sırasında çıkardı. Rehber-i İttihad Mektebin­de öğretmenlik yaparken Servet-i Fünûn ve Fağfur gibi dergilere hikâye, makale ve tercüme denemeleri gönderen Peyami Safa, ismini Yirminci Asırda bir kısmı imzasız yayımlanan Asrın Hikâyeleriyle duyurdu (1919). Abdullah Cevdet'in etki­sindeki ilk gençliğinde fikirleri henüz tam şekillenmemiş bir Garpçı olarak Beyoğlu, Şişli, Harbiye gibi semtlerde yaşanan ha­yatın cazibesine kapılan ve sosyal baskıya isyan eden Peyami Safa'nın ilk hikâye ve romanlarında tatmin edilmemiş gençlik arzularıyla millî idealler arasında yaşadığı bocalama açık biçimde görülür. Mütareke yıllarında tereddütleri artmakla beraber pozitivist ve materyalist eğilimleri henüz devam ediyordu. Nitekim o yıllarda imza­sına birçok arkadaşının yer aldığı Dergâh vb. dergilerde değil İctihad'da rastlan­maktadır. İlk uzun hikâyesi olan Gençliği­mizde (1922) ve aynı yıl yayımlanan Söz­de Kızlar adlı ilk romanında Mütareke İstanbul’undaki ahlâkî çözülmeyi eleştirdi. Bu arada geçinebilmek için Server Bedi imzasıyla aşk ve cinayet romanları da ya­zıyordu. 1924'te Maurice Leblanc'ın Arşen Lupin'ini örnek alarak yarattığı Cingöz Recai tipi beklenmedik bir ilgiyle karşılandı. 1924-1928 arasında onar kitaplık Cingöz Recai'nin Harikulade Sergüzeştleri ve Cingöz Recai Kibar Serseri dizileri çıktı.

Mütareke döneminde Hürriyet ve İtilâf Fırkası saflarında yer alan ve İngiliz man­dasını savunan Abdullah Cevdet'ten te­mel meselelerde yavaş yavaş uzaklaşan Peyami Safa'nın fikirleri, belirgin çizgile­rini I. Dünya Savaşı ve Mütareke yılların­da kazandı. Cumhuriyet'in ilk yıllarını ken­di neslinden birçok aydın gibi derin şüphe ve tereddütler içinde geçirdi ve koyu bir bohem hayatına daldı. Bu arada felsefeye ilgisi artarak devam ediyordu. Başta Mus­tafa Sekip (Tunç) ve Hilmi Ziya (Ülken) ol­mak üzere birçok felsefeciyle yakın dost­luklar kurmuştu. Türk Felsefe Cemiyeti­nin 1931'deki ikinci kuruluşunda aktif bi­çimde yer aldı ve cemiyetin tartışmalı kon­feranslarının ilkinde felsefe ve diyalektik konulu bir bildiri sundu (12 Ocak 1933). Bu tarihlerde rasyonalist olan Peyami Sa­fa, Kültür Haftasında yayımlanan "Seziş, Tahlil ve Riyaziye" başlıklı yazısında bu ko­nudaki görüşlerini açıkladı.

Doğu'nun geriliği. Batinin ileriliği ve ri­yaziye kafası gibi bir yığın meseleyle dolu olarak gittiği Avrupa'dan fikirlerini ken­dince test etmiş olarak dönen Peyami Sa­fa, Büyük Avrupa Anketi'ni yazdıktan sonra muhtemelen bazı bölümlerini daha önce kaleme aldığı Türk İnkılâbına Ba­kışlara tamamlayarak Cumhuriyet gaze­tesinde tefrika etti. Aynı yıl kitap olarak da basılan eser Mustafa Sekip Tunç'un ifa­desiyle "inkılâbımızın felsefî monografisi" niteliğini taşıyordu. Bu eserinde Avrupa medeniyetini "riyâzîleşmek" ve "siteleşmek" kavramları etrafında açıklayan Pe­yami Safa şu tezi savunuyordu: Ortaçağ'-da Türk-İslâm düşünürleri Yunan felsefe­sini devam ettirip Avrupa'ya aktarmışlar­dır; bugünkü akılcı ve tabiatçı Avrupa ka­fasının ilk çatısını kuran Türk mütefekkir­leridir. Ancak ciddi bir mukavemetle karşı­laşmış olsa da Garp'ta yaşama alanı bulan ve Rönesans'ı hazırlayan Türk-Arap rasyo­nalist felsefesi asıl büyük direnişi Şark'ta görmüş, mistik ve ilâhiyatçı fikrin galebesiyle yarı yolda kalmıştır. Başlangıçta İs­lâm felsefesi, bir yandan Fârâbî ve İbn Sînâ ile dünya bilgisi olmaya doğru gider­ken öte yandan bunun tam zıddı bir yön­de ilerlemiştir. Birinci kol olan akılcı ve ta­biatçı felsefe Hıristiyan Garp'ı etkilerken imancı ve ilâhiyatçı kol Müslüman Şark'ta yaygınlık kazanma eğilimi göstermiş, da­ha açık bir ifadeyle Hıristiyan Garp akılcı ve tabiatçı düşünceyi Müslüman Şark'tan alırken Müslüman Şark imancı ve ilâhiyat­çı düşüncede yavaş yavaş Hıristiyan Garp'ın tesir sahasına girmiştir. Mistik düşünce­yi ve ahlâkı kudretle temsil eden Gazzâlî, Hıristiyanlığın tesiri altındaydı. Müslüman Şark'ın yarı yolda kalışında Gazzâlî, Muhyiddin İbnü'l-Arabî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi şahsiyetlerin ve Eş'arî kelâmı­nın "meş'um" roller oynadığını ileri süren Peyami Safa, bu düşüncelerini eleştiren İs­mail Hakkı İzmirli ile polemiğe girmiştir.

Türk İnkılâbına Bakışlarda Kemalist milliyetçi olarak görünen Peyami Safa dün­yadaki gelişmeleri ve Almanya'nın yükse­lişini dikkatle takip etmiştir. 1930'ların ba­şından beri verdiği antikomünist müca­delenin bir sonucu olarak savaş sırasında fikren Almanya'yı, buna bağlı olarak tek sefilliği desteklemiştir. Türkçü bir politi­ka takip eden Çınaraltı dergisindeki ya­zılarında ferdiyetçi liberalizmin mekanik görüşünün yıkıldığını iddia ediyor, anti-Marksist ve antiliberal bir dünya görüşü olan korporatizmi savunuyordu. Millet ve İnsan (1943) adlı kitabında bir araya ge­tirilen Çmaraltı yazılarıyla gazetelerdeki yazılarında savunduğu bu görüşler yüzün­den Marksistlerin hedefi haline gelen ve aleyhinde broşürler yayımlanan Peyami Safa, 1940'lann başında Almanya'ya sem­pati duymakla beraber Türkiye'nin kendi millî, ekonomik ve jeopolitik bünyesinin özellikleri dolayısıyla Hitlerizm'in bazı pren­siplerine çok yabancı olduğunu ve yabancı kalması gerektiğini açıkça ifade etmişti. 1961'de Nasyonalizm adıyla yeniden ya­yımladığı Millet ve İnsanda bazı bölüm­lerin çıkarılması dışında ciddi bir değişik­lik yapmaması onun milliyetçilikte ve korporatizmde sonuna kadar ısrar ettiğini göstermektedir. Türk İnkılâbına Bakış­ların 1959'daki ikinci baskısında değişik­lik yaparak tezini Kemalist sıfatından arın­dıran Peyami Safa bu kitabında savundu­ğu, Doğu-Batı sentezi diye özetlenebile­cek görüşlerine de sonuna kadar bağlı kal­mıştır.

Peyami Safa'nın 1914-1961 yılları ara­sında gerçek ismiyle ve Server Bedi, Çö­mez, Serazad, Safiye Peyman, Bedia Ser­vet gibi takma adlarla yazdığı süreli ya­yınlar şunlardır: Gazete: Büyük Yol, Cum­huriyet, Havadis, Milliyet, Son Hava­dis, Son Posta, Son Telgraf, Tan, Tas­vir, Tasvîr-i Efkâr, Tercüman, Tercümân-ı Hakikat, Ulus, Vakit, Yirminci Asır. Dergi: Aydabir, Aydede, Bozkurt, Büyük Doğu, Çınaraltı, Düşünen Adam, Edebiyat Gazetesi, Fağfur, Hafta, Hare­ket, Hayat, Heray, İctihad, İslâm Mec­muası, Kültür Haftası, Resimli Ay, Re­simli Şark, Seksoloji, Servet-i Fünûn, Türk Dili, Türk Düşüncesi, Türk Yur­du, Türklük, Yedigün, Yeni Çağ, Yeni İstiklâl, Yeni Mecmua, Yeni Türk Mec­muası.

Eserleri. Eksiksiz bir bibliyografyası he­nüz hazırlanmamış olan Peyami Safa'nın irili ufaklı kitaplarının sayısı 5OO'e yakın olup yazılarının sayısını ise tahmin etmek bile zordur. Bu inanılmaz yazı faaliyeti onu Türkçeyi en güzel kullanan ve bir mese­leyi en kısa yoldan, en çarpıcı biçimde an­latmanın sırrını bilen yazarlardan biri ha­line getirmiştir. Hikâyeleri. 1. Gençliği­miz (1922). Peyami Safa'nın hikâyeden ro­mana geçişini sağlayan bu uzun hikâye­de kadın ve evlilik meselesi ele alınmış, geleneklerin ve aile baskısının yanı sıra Ce­lâl Nuri İleri'nin "Monmartr ahlâksızlığı" dediği İstanbul'un yüksek tabakasında ya­şanan ahlâkî çöküntü de eleştirilmiştir. 2. Siyah Beyaz Hikâyeler (1923). 3. Ateş Böcekleri (1925). 4. İstanbul Hikâyele­ri (tarihsiz). S. Hikâyeler. İlk Defa Bü­tün Hikâyeleri Bir Arada (1980). Asrın Hikâyeleri'yle Siyah Beyaz Hikâyeler, Ateş Böcekleri ve Resimli Ay mecmua­sının 1930 yılında verdiği Resimli Hikâ­yeler ilâvesindeki hikâyeler Halil Açıkgöz tarafından bir araya getirilmiştir.

Romanları.

1. Sözde Kızlar (1922). Se­razad takma adıyla Sabah gazetesinde tefrika edilen, gazete kapandığı için yarıda kalmış olmakla beraber geniş yankı uyan­dıran bu romanda devrin İstanbul sosye­tesinde yaşanan hayatla Anadolu'da ve­rilen büyük mücadele arasındaki tezat vurgulanır.

2. Şimşek (1923).

3. Mahşer (1924).

4. Bir Akşamdı (1924).

5. Canan (1925).

6. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930). Nâzım Hikmete ithaf edilen, ya­zarının hastalıkla boğuştuğu çocukluk ve ilk gençlik yıllarının izlerini taşıyan bu kü­çük roman büyük ölçüde otobiyografiktir. Bilinç akışı tekniğinin ustaca kullanıldığı eser aynı zamanda psikolojik roman ola­rak edebiyat tarihimizde önemli bir yere sahiptir.

7. Fâtih Harbiye (1931). Yanlış anlaşılan Batılılaşma'nın genç nesiller üze­rindeki olumsuz etkilerinin anlatıldığı ro­manda Fatih-Harbiye tramvayının birbiri­ne bağladığı Fatih semti Doğu'yu, Beyoğlu ise Batı'yı temsil eder. Peyami Safa, Batı­lılaşma meselesinin tartışıldığı, mûsikide alaturka-alafranga mücadelesinin hızlan­dığı ve Dârülelhan'da Türk Mûsikisi Bölümü'nün kapatıldığı günlerde yazdığı bu ro­manda Doğu-Batı meselesini tartışmak­tadır. Eser 1943 yılında İngilizceye çevril­miştir.

8. Bir Tereddüdün Romanı (1933) I. Dünya Savaşı'ndan sonra Türk aydınla­rının inanç buhranı, şüphe ve tereddütle­rinin anlatıldığı, yine otobiyografik özel­likler taşıyan bu romanda 1920'lerin so­nunda aralarında Peyami Safa'nın da bu­lunduğu bir grup aydının yaşadığı bohem hayatı tasvir edilmektedir.

9. Matmazel Noraliya'nın  Koltuğu (1949). Peyami Sa­fa'nın parapsikoloji, metapsişik ve ispri­tizma gibi meselelere ilgi duymaya başla­dıktan sonra yazdığı bu eser, bakış açısı ve merkez yansıtıcı gibi bazı roman tek­niklerinin büyük bir ustalıkla kullanıldığı, Türk romancılığında köşe taşı sayılabile­cek önemli bir eserdir. Romanda, birta­kım olağan üstü olaylar yaşayan ve bu olay­ları materyalist ve pozitivist anlayışlarla açıklamayı başaramayınca derin bir şüp­he ve tereddüt içinde nihilizme kayan Fe­rit'in özellikle Matmazel Noraliya'nın gün­lüklerini okuduktan sonra yaşadığı aydın­lanma ve nihilizmden mistisizme yöneliş süreci anlatılır.

10. Yalnızız (1951). Yeni İstanbul'da tefrika edildikten sonra ki­tap olarak yayımlanan bu romanda da parapsikolojik ve metapsişik meseleler ir­delenmiştir. Eserin önemli özelliklerinden biri Doğu-Batı sentezi tezinin ayrıca bir ütopya olarak işlenmiş olmasıdır. Simeranya, romanın kahramanı olan ve yazarın söz­cülüğünü üstlenen Samim'in zaman za­man sığındığı bir hayal ülkesidir ve bütün zıtlıkların birbiriyle barıştırıldığı bir mut­luluk adası olarak tasarlanmıştır.

11. Biz İnsanlar (1959). 1937de Cumhuriyet ga­zetesinde tefrika edildiği halde önemli de­ğişiklikler yapılarak kitap halinde ilk defa 1959 yılında yayımlandığı için Peyami Sa­fa'nın son romanı kabul edilen eserde Mü­tareke döneminde aydınların gündemini işgal eden materyalizm, sosyalizm, man­dacılık, milliyetçilik gibi fikirler tartışılır; bu yönüyle aynı zamanda Peyami Safa'nın entelektüel macerasına ışık tutmaktadır. Peyami Safa'nın ayrıca Gün Doğuyor adlı bir piyesi yayımlanmıştır (1937).

Fikrî Eserleri. 1. Türk İnkılâbına Ba­kışlar (1938). 2. Felsefî Buhran (1939). Yazarın Türk Felsefe Cemiyeti'nde verdiği, daha sonra Yeni Türk Mecmuasında yayımlanan "Felsefe ve Diyalektik" konulu konferansının geliştirilmiş ve yeniden ya­zılmış biçimidir. 3. Millet ve İnsan (1943). Yazarın milliyetçilik anlayışını temellendirdiği. 1940'larda Çınaraltı dergisinde çı­kan yazılarından oluşmaktadır. İkinci bas­kısı Nasyonalizm adıyla yapılmıştır (1961). 4. Mahutlar (1959). 5. Sosyalizm (1961). 6. Mistisizm (1961). 7. Doğu-Batı Sen­tezi (1962). Yazarın Türk Düşüncesi der­gisinde çıkan yazılarından oluşmaktadır. 8. Kızıl Çocuğa Mektuplar (1971). Nâzım Hikmetle kavgası sırasında yazdığı yazı­ların bir araya getirildiği kitaptır. Yukarı­daki üç eseri ayrıca Nasyonalizm-Sosyalizm-Mistisizm adıyla bir arada basıl­mıştır (1975).

Büyük Avrupa Anketi adlı eseri (1938) Peyami Safa'nın 1936 yılında çıktığı Av­rupa seyahatini, özellikle çocukluğundan beri rüyalarını süsleyen Fransa ile ilgili izlenimlerini ve fikirlerini anlatır. Peyami Safa'nın çeşitli gazete ve dergilerdeki ya­zılarından seçmeler konularına göre tas­nif edilerek "Objektif" adı altında basıl­mıştır: Osmanlıca, Türkçe, Uydurmaca (1970); Sanat, Edebiyat, Tenkit (1971);

DİYANET İSLAM ANS.


 PEYAMİ SAFA-EDEBİ PORTRELER

İnce, cılız bir boyun üstünde kocaman bir baş. Yorgun çizgili bir yüz. Solgun bir ten, ağır kımıldanışlı, azıcık şiş kapaklar altında, henüz uyanmış hissini veren dalgın, derin, fakat boş gözler. Bu boşluk duygusu, belki de onlardaki maviliğin tesiridir.

Keskin bir çizgiyle düşen alında bakışlarınız, tutunamadan kayar ve kemerli mağrur burnuna takılıp kalır. Peyami Safa’yı, en çok galiba bu mağrur burun ve acı manâlı ağız anlatıyor.

Boyuna göre sesi gürdür. Tok tok konuştuğunu işitince, arkasında daha gürbüz bir adam arayacak olursunuz.

Eskiden yürüyüşü daha hızlı, duruşu daha yumuşaktı. Son yıllarda adımları ağırlaştı, burnundaki gurur bütün varlığına yayılır gibi oldu. Önceleri kolay gülümserdi; şimdi çatkın bir yüzle geçiyor. Bu, belki de incittiği kimseleri daha evvel davranıp bastırmak için düşünülmüş bir tedbirdir. Fakat bu buruşuk maskede heybet değil, sadece nahvet var.

Ben, onu Mütareke yılları içinde tanıdım. Galiba bir mizah mecmuasının idarehanesinde görüşmüştük. Basık tavanlı, çıplak duvarlı ve tahta masalı bir yerdi. İnsanda cilt hastalığına uğramış bir hayvan tesiri bırakan meşin bir kanepeye oturmuştuk. Her kımıldanışımızda bu kanepenin tel bağırsakları gurulduyor, gıcırdıyordu.

Ama dekordan ziyade hayata, şekilden çok ruha baktığımız günlerde idik.

İçimize, tecrübenin ibret tortusu çökmemiş, gönlümüzdeki baharın meyveleri çürümemişti. Pek iyi anlaşıyorduk.

Hâdiseler, fikirler karşısında, aynı perdeye akort edilmiş sazların sesini verirdik. Gerçi içli dışlı değildik. Ama işlediğimiz mevzularda bu beraberlik sezdirdi. Sonra, aramıza ayrı ayrı yollarda harcadığımız geniş bir zaman dalgası girdi. Birbirimizi kaybettik.

Ondaki Marksizm düşmanlığım seviyor ve takdir ediyordum. Fikirlerini cesur bir atılganlıkla söyleyişi hoşuma gidiyordu. Yaralı sandığı yerlere çekinmeden öyle bir kalem saplayışı vardı ki yanlış hamleler yapsa bile, bunlar, niyetindeki halisliğe bağışlanabilirdi.

Ne yazık ki gitgide hamlelerinin ilhamını kalbinden ziyade ihtirasından almaya başladı. Gururunun tuttuğu dev aynasında kalemini mızrak olmuş gördü ve bu serap büyüklüğünü gerçek sandı. Fıkracı Peyami Safa’yı ben işte böyle görüyorum. Romancı ve sanatkâr Peyami’ye gelince:

Onun bu hüviyetini, ikiye bölünmüş buluyoruz:

1.    Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye gibi eserler veren sanatkâr adam,

2.    Cingöz Recâi tipinde şeyler karalayan kişi.

Edebiyat çerçevesine giren eserler ile Peyami, gerçekten bir kıymettir. Çizdiği ruh ve karakter hudutlarıyla romanı gelişigüzel bir macera ve vaka kumkumalığından çıkarır. Kahramanlarını, yalnız sanatkâr yaradılışların insiyakî kuvvetiyle yürütmekle kalmaz, onları geniş ve etraflı bir okuyuşun zengin tahlilleriyle de süsler. Müşahedelerinde kuvvetli bir objektifin zabıtları duyulur. Romanı küçük çapta bir dünya yapmasını bilir.

Çapraşık ve tezatlarla dolu karanlık ruh dehlizlerinde zekâsının ışığı ile sürçmeden yürür. Eğer o, bizde birinci sınıf bir romancı olarak tanınmamışsa, kabahat kendisinin değildir.

Peyami’nin belki bir gün bu hakkı da tanınacak, ruhlar ve fikirler, günlük hâdiselerin tortusundan sıyrılınca, hınçlar, durulacak, gerçeğe âşık aslî duyguların aydınlığında herkesin payı ayrılacaktır.

Server Bedi için, böyle bir şey söylenemez. Zaten bana kalırsa, onun böyle bir hak dava ettiği de yoktur.

Server Bedi’i aynı sermayenin daha aşağı bir semtte açtığı başka bir mağaza gibi düşünebiliriz. Onda sanat endişesi, güzel yaratmak gayesi aramak boşuna emek harcamak olur. 0 Peyami’nin sadece kazanmak için kullandığı bir kalem amelesidir.

Yalnız insaf namına şunu da söylemek lâzımdır ki, bu kalem amelesi Server Bedi’in de arada sırada, bir ustabaşı derecesine yükseldiği oluyor.

Peyami’yi tetkik eleğinden geçirirken, bu dakikaya kadar sade sanat bakımından göz önünde tuttuk. Verim bolluğunu hiç dikkate almadık. Hâlbuki doğru dürüst bir inceleyişte bu noktada iyi durmak gerektir.

Bugünün piyasasında şair, romancı, muharrir diye yer tutmuş, adını tarihe vermiş kıymetlerin hemen her biri, sanatı bir geçim yolu olarak tutmamıştır. Hayatta ayrı vazifeleri vardı. Sanatı, ancak zevk vasıtası diye tanırlardı.

Peyami, bütün hayatını sanata vermiştir. Ona dayanarak yürüdü. Hattâ şöhretsiz günlerinde bile bu yürüyüşten ayrılmadı. Server Bedi’in doğuşu da yine bu ayrılmayışa sıkı fıkı bağlıdır. Yaşamak için yazmaya muhtaçtı. Kalemi, kendi kendine kaldığı demlerde ayrı renk, başka koku, yeni hayal, denenmemiş tahlil arar; yine aynı kalem, kazanç tarlasında bir saban gibi işlerdi.

Onda iki türlü varlık görüşümüzün sebebi işte budur. Çok veren tarlada öz az olur; bol yemişli dallarda nasıl daneler büyüyemezse, Peyami de bütün eserlerinde, eğer seçme bir kudret göstermediyse, bunu biraz da bu bol verişin bir neticesi gibi kabul etmeliyiz.

Şurası da inkâr olunamaz ki eserleri iyi taranırsa, birçok meşhurlar kadar onun da güzel şeyler verdiği meydana çıkar. Zaman çakılla inciyi ayıracak ve ona hak ettiği yeri verecektir.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER