FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA KİMDİR?
Süvari Yarbay Hasan Hüsnü Bey'in oğlu olan Fazıl Hüsnü Dağlarca, 30 Ağustos 1914'te İstanbul'da doğdu. İlköğrenimini Konya, Kayseri, Adana-Kozan da yaptı. Ortaokulu Tarsus ve Adana'da okudu. Sonra Kuleli Askeri Lisesine girdi. 1933'te Kuleli’yi, 1935'te Harp Okulu'nu bitirdi. Piyade subayı oldu. Doğu Anadolu'da Erzurum, Iğdır ve Sivas'ta; Orta Anadolu'da, Trakya'da on beş yıl görev yaptıktan sonra ordudan ayrıldı. 1951 yılında Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünde çalıştı, sonra Çalışma Bakanlığında İş Müfettişliği yaptı (1953-1959). Emekti olduktan sonra İstanbul'da Aksaray'da açtığı "Kitap" adlı yayınevinde etkinlik gösterdi (1959-1969). Önceleri, oturduğu Beyoğlu'nda geniş bir çevreyle ilişkilerini sürdürmekte iken, şimdi, yerleştiği Kadıköy'de yapıtları üzerinde çalışıyor; yeni yapıtlar ortaya koyuyor.
Sanat eseri, hem Bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, Hem de Bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir.[1]
Yazdıklarımda evrensel bir bitkinin yürüyüşünü duyarım. Sanıyorum ki şiir olayı, ozanların kendi dillerinden sürüp gelen, tarihsel olaylardan geçen, ulus coğrafyasını ta uzaklardan olsa bile gözleyen, ülkenin bütün çabalarına, savaşına, açlığına, tokluğuna, bütün katlarındaki ayrıntılara dek yaşayan büyük bir varlıktır. En eski ozanlardan başlayan bu dil, bizimle belki milyonuncu iliğini yaratmaktadır.[2]
Fazıl Hüsnü Dağlarca
ÇEVRESİ-KİŞİLİĞİ-GÖRÜŞLERİ
Daha dört yaşının içinde şiire başladığını söyleyen Dağlarca, ilkokul 2. sınıfta armağan alır; 4. sınıfta Adana’da bir basımevinde, baskı makinelerinin pedalı, klişeleri ile zarflar, kâğıtlar, dergi ve kitaplar arasında “Fütürizm” adlı sanat görüşünü düşsel bir sezgi olarak anımsamakta; bunun sanatı için yararı olduğunu sanmaktadır.
İlk yazısı, “Yeni Adana” gazetesinde yayımlanan bir öyküdür. Fazıl Hüsnü’ye yarışma armağanı verilir. Kuleli’de yazdığı “Yavaşlayan Ömür” şiiri, İstanbul dergisinde yayımlanır (1932). Sonra Varlık dergisinde şiirleri çıkar 18 Ocak 1933’te, Cumhuriyet gazetesinde Yusuf Ziya, “Taş Bebek” başlıklı yazısında Fazıl Hüsnü’den şöyle söz eder: “Bugün, ben de size, ismi henüz bir lisenin duvarlarını aşmamış bir şairden bahsedeceğim, Fazıl Hüsnü... Bana kara kaplı bir defter verdi... Bu kara kaplı defter ve bu genç şair, bize bir şey haber veriyor: Taş bebeğin gözleri görmeye, dili söylemeye başlamıştır.”
Babası, oğlunu subay yapmak için; Fazıl Hüsnü Dağlarca da, kılıçla birlikte “şiirlerinin kitap kuşanması” için Kur’an-ı Kerim’i öpmüşlerdir. 1935 yılı 30 Ağustos’unda, Dağlarca hem kılıç kuşanır, hem de ilk şiir kitabı olan Havaya Çizilen Dünya'yı yayımlar.
Subay olarak dolaştığı Anadolu topraklan, onun Anadolu insanını yakından tanımasına neden olmuştur.
Kendi çocukluğuna, çocuklara ve çocuk dünyasına duyduğu ilgiyle düşüncelerinde Tanrı’ya varan boyutlar, ona, şair kişiliğini kanıtlayan yapıtını kazandıracaktır: Çocuk ve Allah (1940)[3]
Sivas’ta kaldığı yıllar, Ankara ve İstanbul’daki çalışma yaşamı, çeşitli çevrelerdeki insanları tanıma olanağı vermiştir. Ama onu en çok etkileyen ve yönlendiren, emekli olduktan sonra Aksaray’da açtığı “Kitap” evi ile çıkardığı “Karşı Duvar Dergisi"dir. O, böylece toplumsal duyarlığına yeni boyutlar kazandırmış; birkaç yılda çıkardığı şiir kitaplarına, kitabevinin vitrinine asılan ve on beş günde bir değişen, büyük boy bir kartona yazılı şiirler eklenmiştir.
Dağlarca, şiirle, anadiliyle; yalnız başına; ama ülkesiyle, tarihiyle, evrenle bütünleşerek yaşayan bir şairdir.
Dağlarca’nın önem verdiği toplumsal kurumların başında “dil” gelir. Şiirin başlıca öğesi de ‘sözcük’tür. Bu yüzden, çıkarma fırsatı bulduğu dergiye “Türkçe” adını vermiş; dilimizin özleştirilmesi yolunda görüşlerine de yer vererek 1960-1964 yıllarında etkinlik göstermiştir.
Bu derginin birçok sayısında, kısa kısa görüşlerini yayımlayan Dağlarca, dil’in yapısını incelemekte, doğayla, us’la, eğitimle... ilişkilerine değinmektedir. Bir konuşmasında, bu konuda şunları söylüyor:
“Diller, ulusların kimlikleridir. Büyük yapıtlarda ilk görülen ulusallık ya da evrensellik, bu dilin kendi içindeki bakışlar alanını kapsayan birer çeviridir. Demek istediğim şu: Diller tek dile doğru giden adımlarımız... O gün gelecek, bütün yeryüzü o genel dille konuşacak. Yine o yeryüzünde kocaman bir eski diller müzesi kurulacak. O müzede şimdi kullandığımız yeryüzü dilleri, bu dillerdeki başarılı yapıtlarla sergilenecek belki, o diller müzesindeki rafların birinde Türkçeyi yapabildiğim yapıtlarla değerince yaşatmak için yazıyorum.”[4]
Engin olduğu kadar, çok uzak ufukları görmeye çalışan Dağlarca’nın şiir’le ilgili kişiliğini ve görüşlerini açıklamaya girişmek, gerçekten üstesinden gelinemeyecek güç bir iş. Biz ancak onun konuşmalarından alacağımız görüşleriyle bunu ortaya koymaya çalışacağız. Önce, kimi yazarların onu nasıl tanıdıklarına değinelim:
Oktay Akbal, “Şair Dostlarım” (1964) adlı kitabında Dağlarca’dan şöyle söz ediyor:
“...Uzun yıllar boyunca Dağlarca sanatçı çevremizin en vazgeçilmez dostlarından biri olarak kaldı. Şiirlerinden ayırıp düşündüğüm zaman da onun kişiliğinin etkisi altında kalıyordum. Her hafta Asmalı Mecsit’te buluştuğumuz kahveye gelirdi. Geceleri sinemaya, tiyatroya giderdik... Lokantalarda, meyhanelerde üç beş arkadaş çene çalar, sanattan, siyasetten dem vururduk. Renkli şarap içmezdi. Sağlık konusunda dehşetli bilgi sahibiydi. İtinalı, düzenli bir hayatı vardı. Öylesine dosttuk, arkadaştık. Şiir sözü etmeden de onun sanatı üzerinde ne kadar düşündüğünü anlamak kolaydı. Birkaç kelime içinde sanat ve şiir konusu üstünde belki de hepimizden fazla durduğunu, kafa yorduğunu belli ediyordu. Korkunç bir seziş ve anlayışı vardı. Aynı zamanda da müthiş zeki! Gözlerini küçülterek insana bir alaycı bakışı vardı, ne diyeceğinizi şaşırırdınız... Sanatı üzerindeki düşünceleri de çok ilgi çekicidir. Şiirin bir oyundan başka bir şey olmadığını söyler. Yani bir çeşit alışkanlık, ustalık. Onun için şiir yazmak bir çeşit idman sayılabilir. İstediğiniz konuda, istediğiniz zaman size şiir yaratabilir. Şiirin sadece bir kelime oyunu olduğunu kabul etmiştir. Hiç duymadığı, yaşamadığı konularda şiir yazabileceğini söylemiştir... Hele aşkı tanımamasına, inkâr etmesine ne demeli! Bu da bir oyundur diye avunmak en iyisi!...”
Cemal Süreya da 1976’da çıkan “Şapkam Dolu Çiçekle” adlı denemelerinde Dağlarca’yla ilgili şunları yazıyor:
“Bir gün bana şöyle demişti: Ben şiiri koklayarak bulurum. Gerçi bunu yeni bir döneme girdikten sonra söylemişti, ama sanırım kendi sezgi dönemini bundan daha iyi anlatan bir söz bulamazdı. Gerçekten de şiiri koklayarak buluyordu, güdüleriyle. Ona göre espri iki türlüdür: erkek espri, dişi espri. Güneşinki erkektir, çünkü ışığı kendindendir, ayınki ise dişi, çünkü bir ışığı yansıtmaktadır. Şair daha çok sezgisiyle bir şey yapıyorsa, o erkektir; daha çok kültürüyle var oluyorsa, o da dişi... Görüntünün bir sorun olarak şiirimize girmesi, görüntünün bir şiirin kendisiyle kaynaşması, kendisi olması, görüntünün şiirden şiire organik bir şekilde dağılması ilk Fazıl Hüsnü’yle başlamıştır. Bu, Fazıl Hüsnü'nün yazdığı şiire iyice uyduğundan o şiire bir yücelik kazandırmıştır. Şiirimizde anlamsızı ilk deneyen de odur.”
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, şiirle ilgili, çeşitli yayınlarda çıkan görüşlerini şöyle sıralayabiliriz:
“Kişi evrene açılmış bir kapıdır. Nasıl bu kapıdan çıkmaz, nasıl araştırmaz ötesini? Sanırım yalnız şair değil, yalnız sanatın öbür türleri değil, zanaat da bunun araştırılmasındadır. Evrenin sonsuzluğu, bitim- sizliği ardındadır. Ben bunu daha bilinçle yapıyorsam, kavramlara belki de daha uzak oluşumdan, daha tutkulu olduğumdan yapıyorum."[5] “Ben şiir yolumu, bu yol içindeki duyarlığımı kendi gözlemlerim, kendi olay dizilerimi arama, değerlendirme çabalarımda buldum.”[6] “Görmek, görülmenin de eşanlamıdır. Ben görürken gördüğümü yorumlarım da. Karşıdaki ağacı başka başka görmemiz, gördüklerimizi başka başka yorumlamamızdan doğar. Gözlerin de alfabesi vardır. Ayrı yorumlar bu alfabelerden ötürüdür. Kısaca anlatmak istersem, ben birisini görürken, bir çocuğu, bir denizi görürken, çocuğun da, denizin de beni gördüğünü duyarım.”[7]
“Asıl yazılarım yazılmayanlardır. Bir büyük saatin içinde gibiyim. Bu saatin üzerinde dolaşan çizgiler —ki biri uzun biri kısadır— her geçtikleri yerden ancak bir kez geçiyorlar, siz bu ‘birer geçişi’ nasıl çoğaltıyorsunuz, anlamıyorum. Yazmak, şiir kentleriyle yeryüzünü, gökyüzünü söylemektir. Gecekondu kurmakla ozanlık olmaz. ”[8]
“Şiir, öteki sanatlardan daha kişiseldir, daha ulusaldır. Okuyanına, dinleyenine geniş bir yer bırakır, kendi olayına girmesi için. Böylece de bütün halklara dönüşmesi daha derinden daha etkili olur. ” [9]
“Şiir gerçekte bir toplum olayıdır. Bunun nedeni de günceldir. Söylediğim güncellik takvim günüyle ilgili olmayabilir, olabilir de. Oluşumuyla bir yaşamadır, demek istiyorum. Bilinçle duyarlığı birbirinden ayırırsak, ortada şiir kalmaz... Duyarlık, geleceğin bilincidir; bilinç, eski bir duyarlıktır, sanısındayım.” [10]
“Yalın diye adlandırdıklarınız bu birbirine girmiş imgelerin durulmasıdır... Aydınlığa ulaşmış şiirler, şiir yapısının gelişmesi ölçüsündedir. Nerede sözcüğün karşı koymasını yenmişsem, orada aydınlığa ulaşmışımdır. Kişi şiir yazarken en azgın bir yaratığı, canavarı eğitiyor gibidir. " [11]
Yaptığı bir söyleşide de[12] diyor ki Dağlarca:
“Şiirde iki kanat; imaj ve lirizm’dir... Şairin bir tek görüşü, bir tek kişiliği vardır; hiçbir zaman değişemez... Şiirimde açıklık yerine göre vardır. ”
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şair kişiliğine özenen bir Makedon ozanı şunları söylemektedir:
“Özellikle beni Türk şiirinde ilgilendiren şey, Dağlarca’nın şiir yazma biçimidir. Onun şiiri retorik biçimlemelerden kurtulmayı amaçlamakta, kendi şiirimde buna yakın bir yerlere varmaya çabalıyorum...” [13]
Dağlarca, Ertuğrul Erbil’in Kaynak şiir dergisi için, 1 Mart 1950’de yaptığı bir konuşma sırasında, sanatla ilgili sorusuna şu yanıtı veriyor: ‘‘Gerçek sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz vakti göstermeli; hem de pusula gibi değişmez ciheti işaret etmelidir:”
YAPITLARI
Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Yapıtlarımın ilki dışında hepsi bir bütünlük taşır. Bunlar belki de bilinçaltındaki kalıcılık isteğimdir. Yapıtlarımın hepsi bakışlarımdır benim. Onlarla görmek isterken, görünürüm de. Görmek istediklerim, göründüklerimin bin katıdır.” [14] diyor.
Böyle demesine karşın, 1935’lerden bu yana yayımlanan yetmişi aşkın kitabını bütünleştirerek tanıtmaya olanak yoktur. Yazıldıkları ayrımlı dönemler, apayrı konular, bambaşka görüntüler, değişik biçimler... Kimi yapıtların anlaşılır; kiminin, üstünde günlerce düşünülerek bir şeyler sezinlenebilecek nitelikte olması bütünleştirmeyi güç kılmaktadır.
Dağlarca, “Dört Kanatlı Kuş” (1985) adlı kendi şiirlerinden yaptığı derlemede 71 yapıtını, yayımlanma sırasına göre tanıtıyor. 1985-1986 yıllarında, eklemelerle yayımlanmaları yinelenen yapıtlarının sonuna koyduğu tarihlerine göre sıralamada tüm yapıtlarıyla ilgili bilgi veriyor.
Biz, Dağlarca’nın yapıtlarının tanıtımından söz ederken, ancak kimi yönleriyle özdeşlik ya da yakınlık gösterenleri bir araya getireceğiz.
Fazıl Hüsnü Dağlarca “şair”dir; edebiyat türü olarak “şiir”i seçmiştir. Şiirin her türüyle; örneğin şiirin epik-lirik tür olarak “destan” (Üç Şehitler Destanı, Bağımsızlık Savaşı...), didaktik tür olarak “öykü”, dramatik tür olarak “oyun” (Vietnam Körü) biçimleriyle de yazmıştır. Şiirlerinin önemli bir bölümü “çocuk”la ilgilidir.
“Karşı Duvar Dergisi” olarak yayımlanan şiirleri de, bu başlık altında toplandıkları için, ayrıca söz konusu olabilir.
Bağımsız şiir kitapları olarak yayımlananlar, işlendikleri konular ya da içerik yakınlığı yönlerinden şu bölümlerde toplanabilir:
1.“Yaşam”ı, bitimsiz “zaman (süreç)”, “çevre”-”evren” içinde araştıran ve yer yer fizik ötesine uzanma çabasına giren yapıtları:
Havaya Çizilen Dünya (1935), her dizesi bir tümce, ya da yan tümce olan bu ilk yapıt, ölçülü, uyaklı, düzenli nazım biçimleriyle yazılmıştır. Şair, dış dünyayı gözleyen bakışlarıyla, ruhuna yansıyan görüntüleri yakalamaya çalışmaktadır.
Çocuk ve Allah (1940), ölçü ve düzenli biçimlerin kırıldığı yapıtların ilkidir. Şair, çocuk çağıyla yeryüzü ve evrenden Tanrı sonsuzluğuna uzanan her türlü düşünce ve duyguyu somut görüntü ve imgelerle, çoğu zaman yarı kapalı, kimileyin anlaşılmaz bir söyleyişle şiirleştirmiştir.
Peyami Safa, Çocuk ve Allah’ın yayımlandığı günlerde, Cumhuriyet gazetesinde (2 Nisan 1940) çıkan “Eski ve Yeni üstüne” adlı yazısında: “Dağlarca’nın herhangi iki mısraı Gazali’den daha eski ve daha sıcak bir imajla gece ve ölüm soluğunu içimizden geçiriyor:
Geceyle aramızda mavi bir şey sallanır
Ki ölüm kadar uzak, ki ölüm kadar güzel...
Zamana mukavemet eden eskiyi mukavemet etmeyenden ayırcak bir tasfiye kadar, zaman mukavemet edecek yeniyi mukavemet etmeyenden ayıracak bir tasfiyeye her yerde ve her zaman ihtiyaç vardır..." diyerek kalıcı yenilikten söz açıyor. Ertesi gün, yine Cumhuriyet gazetesinde çıkan makalesinde de; “Çocuk ve Allah’ın birçok manzumeleri, şekle ait bazı tazeliklerine rağmen, an’aneyi pek az yadırgar. Bazıları tam bir sembolizm geçirmektedir. Bazıları bu merhaleyi de aşarak, şuurun gerilerinde, taazzuvdan evvelki dağınık ve dinamik oluşu sezdiren, şuurun uzaklardan göz ettiği ihtiyari bir delilin yahut uyanıkken görülen bir rüya halinde, modern şiirin karakterine sürtünüp geçer. Böylece, Fazıl Hüsnü’nün şiirlerinde, lirik, sembolik ve modern üç merhale fark etmek ve Türk şiirinin bütün tekâmül istikametini sezmek mümkündür.” diye, Dağlarca’yı yeniye yönelen şiirimizin simgesi olarak görür.
"Beyaz” (Mayıs 1986) dergisinde, Çocuk ve Allah yapıtıyla ilgili, ilginç bir araştırma yapan Ahmet Soysal ise, baş tema saydığı “vücut” ile “arzu” ve “nedamet” arasında kurduğu ilişkiyi, Dağlarca’nın şiirlerinden aldığı dize örnekleriyle açıklıyor; bunlara bağlı olarak “gece”, “karanlık”, “şehvet”, “felaket”... arasındaki ilgiyi araştırıyor.
Çocuk ve Allah’ın düşünsel değeri konusunda “varlık” kavramını esas alan Soysal, araştırmasında şu özet yargılara varmış görünmektedir:
‘‘Çocuk ve Allah, bir bakıma arzu’nun kitabıdır. Arzu’da çocuk söz konusudur. Yapıtta, arzu, yalnızca çocuğun arzusu olarak karşımıza çıkmaz oysa. Ama çocuğun arzusu olmadığında bile, arzu çocukla ilgilidir. Buna göre, bir anlamda, arzu çocuk’tur." (s. 28)
“Allah düşüncesi, yapıtta, genel olarak, vücudu, arzuyu, şehveti yadsıyan bir düşünce değildir, tam tersine, vücut düşüncesiyle, bir çeşit dorukta birleşmektedir...” (s. 30)
“Çocuk ve Allah'ın son bölümü özellikle yaşamayla, varoluşla, varlıkla ilgilidir. Varlığın evetlenişini, “talih açıklığı” ile birlikte anmaktadır.” (s .36)
“Tanrı, düşüncede, eski ve alıştığımız bir ‘dost’tur. Bir çeşit dert ortağı...” (s. 38)
“Çocuk ve Allah, ne nedametin, ne ölümün, ne de Tanrı’nın kitabı olarak üzerimizde etkilidir. Çocuk ve Allah’ın önemi, arzunun ve varlığın ayrı ayrı evetlendiği bir yapıt olmasındadır. Bu arada, vücudun ayrıcalığı belirmektedir: Hem arzuda söz konusu olan vücut olarak, hem de ‘varlık ilişkisinin’ oluştuğu taban olarak. Arzuda bir çeşit ‘vücut kayboluşu’ olduğuna değinmiştik. Ama ‘ontolojik taban olarak vücut, indirgenmez ‘bulunuştur’. Vücut, hem arzuda, hem varlıktadır...’’ (S .40)
Daha (1943), “üçüncü Halim”, “Hayvanlar”, “Harman Yeri”, “Askerlerim”, Kapalı Çarşı”, “Kız Gecesi” gibi bölümlerden oluşur. Her bölümdeki şiirin, bölüm başlığında belirtilen konuyla ilgisi vardır. Dağlarca, “Evrenin ekseni olarak ele alınan güçlü kişi, yapıt boyunca karşımızdadır.” diyor.
Taş Devri (1945), eski çağlarda doğayla başbaşa yaşayan insanın bilisiz şaşkınlığı, ilkelliği, hüneri vb. üstüne açık söyleyişli şiirleri kapsar. Dağlarca, “O çağdaki insan sözlüğünde bulunduğu düşlenen bir avuç sözcükle yazılmıştır. ” diyor.
Aç Yazı (1951)’daki, çoğu uzunca şiirlerde, savaşın yıkıntı ve acımasızlığından geriye kalan, tedirginlik arasında duyulan, yaşama özlemi dile getirilir.
“Ama yeşil bir şey düşünüyordu yaşlı ağaç,
Kuşun kuş olduğunu, dalın dal olduğunu. ”
1956’ta Yeditepe Şiir Armağanı’nı alan Âsû (1955), “gökler” anlamına gelen “Âsuman”ı çağrıştırır. Şairin “değirmiler” dediği sınırsız, sonsuz, ölümsüz imgelem evrenleri, “sürez” dediği “zaman”la ilgilidir. Orada çağ ayrımı yoktur, her şey sürmektedir. Ağıtlar yazdığı dostları Sait Faik, Orhan Burian, Ataç, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, Peyami Safa... da bu sürez içinde yer alır. Asû’da fizikötesi, apaçık ortaya konulamayan, ama sezgi, çağrışım ve düşlem gücüyle yaratılan bir şair, bir Dağlarca evreni vardır. Kimileyin belirli sözlerle söylenemeyen, ancak yeni sözcüklerle çizilebilen imgeler de onun yaratıcılığının başka bir yanı olarak yer alır: Delitaş, olu, yeşilcek, hiçil hiçil, Günaltı, akşamaca... Âsû’da noktalama da kullanılmamıştır. Dağlarca, “Âsü'nun dili evrencedir, ağzımızdan, anadilimizden başlar... Âsû, bir büyük aydınlığın ta kendisidir...” diyor.
Konör, Dağlarca’yla yaptığı konuşmadan sonra, Âsû’yla ilgili şu açıklamalarda bulunuyor[15]
“Âsü’nun kolay anlaşılan bir kitap olmaması, kişinin evrendeki yeriyle ilgiliydi. Evreni seçik olarak göremiyorduk. Hepimiz biraz kördük. Yüzyıllar boyu çözümlenememiş sorular karşısında şaşırıp kalışımız yüzünden açık tasarımlara ulaşamıyorduk. Âsü’nun bir yönü bu yüzden kapanık idi.” Ve şu yargıya varıyor: “Dağlarca’nın ana sorunlarının ‘zaman’ ve ‘varlık’ konuları olduğunu söyleyebiliriz. ‘Doğa’, bu iki düşüncenin birleştiği, birbirlerine bağlandığı çevredir...”
Mevlâna’da olmak (1958), Dağlarca’nın açıkladığına göre, “Mevlevi âyinlerinin ‘yaşandan beden’ üzerinde bütün diğer varlıklara ‘dönerek’ çoğula erdiklerini anlatırken, dönen imgelerle okuyucuyu o fiziğe ulaştırır.”
Hoo’lar (1960)’daki gazel biçimine benzer, değişik deyişler de kullanılarak yazılmış olan şiirlerde soyutluk, anlam kapalılığı egemendir. Evrenden, evrenselleşen sevgiden, geometrik simgelerden, cinsel duyguların varlığından söz edilebilir. Şair, bu şiirlerin, “en kişisel yapıtı” olduğunu, söylemekte; “okuyanın kendisine pay alacağını” belirtmektedir.
Aylam (1962): Kendi deyişiyle, “Ruslar’ın uzay başarısına ilgisiz kalamayan” Dağlarca, bu yapıtında, “kişinin uzaydaki varlığını, uzay kişilerinin varlığında yaşamıştır”; Aylam, “Ay’a değmek” anlamındadır. Ay’daki duygu ve düşünceler yer- yüzündekinden çok başkadır.
“Ama biliyorum dediğini,
Bir güzelliğin, bir güzelliğe.
Haydi (1968)’deki, on dokuz yıl uğraşarak ulaştığı, 1243 bağımsız dörtükten oluşan şiirlerin yapısı, yine Dağlarca’nın deyişiyle ‘‘bütün gereksizliklerden soyutlanmıştır..."; Dağlarca, ‘‘kişiyi, ne durumda olursa olsun (aldanmış, yoksul, mutsuz, umutlu, bir işe yeni başlayan...) sevince ‘haydi’ diye seslenerek çağırmaktadır."
“Dört gözünü açar
Karanlık
Dört kanadının
Düşünü görmek için."
2. Dağlarca’nın en duyarlı olduğu “toplum boyutlu” konular, şiirleri arasında önemli yer tutmaktadır. Bunlar, Çakır’ın Destanı (1945), Toprak Ana (1950), Kınalı Kuzu Ağıdı (1972), Haliç (1972) adlı yapıtlarıdır. “Karşı Duvar Dergisi”nde, çoğu kez yergi niteliğinde olan birçok şiiri de bu bölümde anılabilir.
Çakır’ın Destanı’ndaki bir şiir, 1964 yılı CHP şiir yarışmasında üçüncü olmuştur. Bu yapıt için, “toplumcu olmanın bireycilikten dışarı çıkmak olmadığını, tam tersine toplumun kişi kişi olduğunu anlatır." diyor Dağlarca. Yaşar Nabi Nayır ise, “Küçük insanın, yaşama şaşkınlıkla bakan adamın serüvenidir." diyor. Toplumda yaşayan kişilerden bir bölümünün simgesi olan Çakır, doğada, kırda, insanlar arasında, rüyada, şehirde; onlarla ve kendi kendine düşünüyor, soruyor... Aslında aradığı, insancı yaşamak, sevmek, mutluluğa ermektir.
“Destanlarla uzuyor elim, yüzüm, ayağım.
Binlerce sene sonra ansızın
Ben destan olacağım.”
Toprak Ana, toprak insanının yaşayışını, köy ve köylü sorunlarını, “türkü” benzeri nazım biçiminden ve yerel söyleyiş özelliklerinden de yararlanarak dile getirdiği bir yapıtıdır Dağlarca’nın. Ona göre, “Yurdunun, ulusunun aydın günlere ulaşma çabası bu yapıtla başlamıştır.” Kınalı Kuzu Ağıdı buna ektir.
Haliç ise, “taşı, toprağı altın” sanılan İstanbul’a işsiz akını sorununu işler; İstanbul Fetih Destanı’na ektir.
3. Ulusal sınırlar dışında gezinen, sömürgenliğe karşı olmak, yeryüzü yurt taşlığı gibi temalarla yazılmış olan yapıtları arasında, Sivaslı Karınca (1951), Batı Acısı (1958), Hiroşima (1970), Cezayir Türküsü (1961), Vietnam Savaşımız (1966) yer alır.
Sivaslı Karınca'yı “Yeryüzü yurttaşlığını işleyen bu yapıt, kısa olmasına rağmen, çok uzun boyutludur." diye niteleyen Dağlarca, “En sevdiğim armağan, Toprak Ana ve Sivaslı Karınca yapıtlarının 25. yayın yılında Sivas Belediye Meclisi’nin oy birliğiyle verdiği ‘Sivas Hemşehrilik Beratı’dır.[16] diyor. Sivaslı Karınca’da, kardeşçe ve dünyaca olması gerekirken, bölünmüşlüğün nedeni sorulur. Her şeyin insanca barış ve sevgiyi getirmesi, bütün yeryüzündeki insanların mutlu, aydınlık ve özgürce yaşaması istenir.
Batı Acısı, çokluk az sayılı, kısa dize kümelerinden oluşan; Akdeniz’i, İtalya ve Fransa izlenimlerini işleyen bölümlerdeki şiirlerle, “Almanlar Makinaları Sever, Roma-Romulus-Romus, Bencil Din, Stromboli, Batı Acısı” başlıklı, gelişmişlik yanında sömürüyü ve Türkiye özlemini dile getiren şiirleri kapsar. Bunlar kolay anlaşılır nitelikte şiirler değildir.
Cezayir Türküsü, Vietnam Savaşımız ve Hiroşima ise, uygarlık diye diye sömüren acımasız sömürgenlere karşı, “yeryüzü yurttaşlığının duyduğu tepkileri sergiler.
4. Genellikle destansı söyleyişle oluşturulan, Bağımsızlık Savaşı gibi ulusal olgularla Atatürk’ü konu alarak övünçlü duyarlığı dile getiren yapıtları da bir bölümde toplanabilir: Malazgirt Ululaması (1971), İstanbul Fetih Destanı (1953), Çanakkale Destanı (1965), Delice Böcek (1957), 19 Mayıs Destanı (1969), Samsun’dan Ankara’ya (1951), İnönüler (1951), Üç Şehitler Destanı (1949), Sakarya Kıyıları (1973), İzmir Yollarında (1973), Yedi Memetler (1964), Kubilay Destanı (1968), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1973), Anıtkabir (1953), Özgürlük Alanı (1960)...
Bunlardan üstüne en çok yazı yazılanlar Delice Böcek ve Üç Şehitler Destanı’dır. Bağımsızlık Savaşı dizisine ek olan Delice Böcek, simgesel bir öykü-şiir’dir; 1958 Türk Dil Kurumu, Şiir Ödülü’nü almıştır. Dağlarca, bu yapıtta, “Kurtuluş Savaşı’mızın bilinçaltı, Erzurumlu bir böceğin (Erzurum Kongresi) yer altındaki İzmir’e doğru yürüyüşünü, Akdeniz’e, Kurtuluş’a, Barış’a (9 Eylül) ulaştığını anlatır.’’ diyor. Yaşar Nabi Nayır ise, “Diyeceksiniz ki bu bir destan öyleyse, öyle gibi, ama değil de. Çünkü hiç savaştan söz edilmez içinde, olsa olsa doğu ucundan batı ucuna baştanbaşa Anadolu’nun acıklı görünüşü serilir gözlerimizin önüne.” diye yorumluyor.
‘Havaya Çizilen Dünya’daki ‘Bir Gece’ şiirini önsözü sayar Dağlarca. Burada, İkinci İnönü Savaşı sırasında savaşanlarca Üç Şehitler Destanı’nın sık sık el değiştiren ‘Adsız Tepe’nin tanık olduğu yiğitlikler öykülenir; uğruna şehit olanların anısına adının “Üç Şehitler Tepesine dönüşmesi ve Mustafa Kemal’in yücelen önderliği” dile getilir.
İşledikleri konular ve kimi benzer niteliklerine göre belirtilen bu dört bölüm dışında Karşı Duvar dergisinden ve Çocukla İlgili yapıtlardan söz edilebilir:
Karşı Duvar dergisi, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Aksaray’da açtığı kitabevinin camında, 1963 yılında başlayarak, büyük bir kartona yazılan, her birini on beş gün askıda bıraktığı şiir dizisine (yüz sayıdan fazla sürmüştür) verdiği genel addır.[17] Konuları[18] ve nitelikleriyle, çokluk üstte belirtilen bölümlere alınabilecek, ayrıca kimisi çocukla ilgili olan bu şiirler küçük kitaplar olarak yayımlanmıştır:
Türk Olmak (1963), Dışardan Gazel (1965), Kazmalama (1965), Yeryağ (1965), Horoz (1977), Ağrı Dağı Bildirisi (1977), Almanya’larda Çöpçülerimiz (1977), İki Anlaşma Anıtı (1977), Pir Sultan Abdal Günleri (1977)’ni kapsar Horoz adlı yapıtıyla Sedat Simavi Vakfı ödülü (Peride Celal’in üç Yirmidört Saat romanıyla birlikte) almıştır.
Balina ve Mandalina (1977), Hollandalı Dörtlükler (1977), Anıtlarla Solukalan (1979), Bir Elde Yaşamak (1979), Çukurova Koçaklaması (1979), Göz Masalı (1979), Türk İstanbul (1979), Yaramaz Sözcükler (1979), Yazıları Seven Ayı (1980), Şeker Yiyen Resimler (1980), Cinoğlan (1981), Çıplak (1981), Güneş Doğuran ya da Yurt Koçaklaması (1981), Kaçan Uykular Ülkesi (1981), Hin İle Hincik (1981), İlkokul 2’deki/Kanatlarda (1981). Nötron Bombası (1981), Uzun İkindi (1981), Yunus Emre’de Olmak (1981), Çıplak (1981), İlk Yapıtla 50 Yıl Sonrakiler (1985), Dişiboy (1985), Takma Yaşamalar Çağı (1986) Uzaklarla Giyinmek (1990), Eylemlerde, 10 Kasımlarda (1998), O’ 1923/Tapınağa Asılmış Gövdeler (1998), Seviştilerken (1999), İmin Yürüyüşü/Biçimlerle Soyunmak (1999), Ötekinde Olmak (2000), Dün Geceki/En Sevmek (Şeyh Galib’e Çiçekler) (2000)...
Düzyazı/Şiir: Dildeki Bilgisayar (1992)
Çocukla İlgili yapıtları arasında Açıl Susam Açıl (1967), Kuş Ayak (1971), Arka Üstü (1974), Yeryüzü Çocukları (1977), Yanık Çocuklar Koçaklaması (1977) ayrıca yayımlanmıştır.
Dağlarca, son çıkan kitaplarından Takma Yaşamalar Çağı’nda (1986), organlarımız, organ aktarımı ve bunu sağlayanlara, yaratana karşı oluşan duygu ve düşünceleri dile getiriyor. Şeyh Galib’e Çiçekler'deki (1986) aruzun “mef’ûlü mefâilün feûlün” dizisiyle ikiye bölünerek oluşturduğu dörtlüklerde ise, doğa ve sevgi, düşüncelerle kucak kucağadır.
Hollanda’da 1986’da yayımlanan Sanık Ayağa Kalk (Verdachte Staop)’taki şiirler Esma Yiğitoğlu’nun çevirisiyle Türkçe-Hollandaca olarak karşılıklı sayfalarda yer alır; bunlar yeryüzündeki tüm insanların özgürlüğüne, eşitliğine, mutluluğuna özlemi dile getirirken, şimdiki savaş, işkence gibi kara gerçeklerin açtığı zararlardan yakındığını; bağımsızlık için savaşanların ünlemlerine karşı, koca devletlerin suskunluğunu; onlardaki sahte insanlığa acıdığını yalın bir dille ortaya koyar.
International Peetry Forum (Uluslararası Şiir Formu) (Pittsburg, Amerika), Dağlarca’yı en iyi Türk şairi seçti (1967). Struga (Yugoslavya) 13. Şiir Festivali’nde Altın Çelenk ödülünü alan (1974) Dağlarca, Milliyet Sanat Dergisi’nce de yılın sanatçısı seçildi (1974).
1990 yılında yayımladığı “Uzaklara Giyinmek (Sığmazlık Gerçeği), Dağlarca’nın insan-evren ilişkileriyle ilgili düşüncelerini içeren bir yapıtıdır.
YAZINSAL DEĞERİ
Doğru saydığı düşüncelere tutkuyla bağlanan, ancak en büyük tutkusu şiir olan Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın en çok önem verdiği nitelikse "içtenlik"tir. O, şiirinin başarıya ulaşmasını bu niteliğe bağlamaktadır. Gerçek şu ki, içtenlik, tüm ünlü sanatçıların ortak yanlarından biri olarak gösterilebilir.
Sanatçıların kalıcılığı, estetikle ve içtenlikle ilgili olduğu kadar, toplumsal ve bireysel erdemleri; kısacası insana bakan, insana seslenen; onu yücelterek evrenselliğe yönelen yapıtlar ortaya koymasıyla da orantılıdır.
Kişiliği ve yapıtlarıyla bu aşamaya ulaşmış; hangi koşulda olursa olsun şiirle yaşayan, şiirden uzak olamayan Fazıl Hüsnü Dağlarca, bilincine erip geliştirdiği şairlik yeteneğiyle yazınsal bir doruktur.
O, "Yazmak, şiirkentleriyle yeryüzünü, gökyüzünü söylemektir. Gecekondu kurmakla olmaz." diye nitelediği şiir kitaplarında, kendine özgü çok yönlü bakışlarını dile getirme çabasındadır.
İnsanın başlangıç düşüncesi olan "çocuk" ve "Tanrı" kavramlarından yola çıkarak önce gençliğini yaşadığı Atatürk döneminin güven veren ortamında yazmış; İkinci Dünya Savaşı'yla sonrasının egemen olduğu yıllarda, epik türe de yönelerek ulusal savaşlarımızın uyardığı düşünce ve duygularını yansıtmaya ağırlık vermiştir.
1950 sonrası toplumsal değişikliklerin getirdiği aksaklık ve yozlaşmalar ise, onu bireysel tedirginliklere götürmüş, eleştiriye de yöneltmiştir.
Şair, zaman zaman çevresinden başlayarak yaşama, geçmişe, topluma, uzaklara, yabancılara... gözlerini çevirip güncel ya da sürekli olguları, izlenimleri, düşünce ve duygularıyla özümleyerek değişik imgeler ve deyişlerle duyurmak ister; kimileyin açıkça söyler, kimileyin buğulu, kimileyin simgelerle...
Dağlarca, kendisinin konularına göre, "Ayrı yaklaşımlar; Bağımsızlık Savaşı, Toplum, Karşı Duvar Dergileri, Yeryüzü, Uzay, Çocuklarda”[19] diye yedi bölüme ayırdığı yapıtlarında:
1. Çocuk duygularından, çevresinden başlayarak evrene ve Tanrı'ya kadar uzanan duyarlığı,
2. Toplumsal boyutlu duygu ve düşünceleri,
3. Sömürgenliğe karşı yeryüzü yurttaşlığını,
4. Destansı söyleyişli ulusal duyarlığı ve övüncü,
5. Çocuklarla ilgili temaları... dile getirmektedir.
Dağlarca'nın yapıtlarında, gözle görülen ölçü ve uyaktan yoksun, yalnız dizelerin sıralandığı, biçim yönüyle baştanbaşa özgür olan şiirlerden tutun; hece, aruz dizileriyle yazılmış, dörtlük, beşlik... kümeler halinde düzenli uyakları bulunan şiirleri de vardır. İlk şiir kitaplarındaki koşuk (nazım) biçimleri çokluk dörtlüklerle, ölçü ve uyaklarla kurulmakta; Toprak Ana'dan sonraysa daha çok beşlik, altılıklardan ya da özgür kümelerden oluşan biçimler göze çarpmaktadır. Son yıllarda ise küçük dörtlüklerle oluşan kısa şiirler yazdığını görüyoruz.
Dağlarca şiirinin biçimselliği, ölçü ya da uyakların varlığı, yokluğu ile değil; içerikle, söyleyişle kaynaşan bir özellik taşımaktadır.
Özgür koşuklu şiirlerde uyaklar da seyrekleşir; kimi zaman iç sesler, yinelenen sözcük ya da dizeler, anlamı güçlendirdiği gibi şiire uyumlu bir söyleyiş de getirir...
Allah tek, kavaklar tek tek,
Yıldızlar çift,
Çiftlerin derdini duymanı,
Sallanır,
Tekler İsmail İsmail.
Verecek bazlama yok,
Diyecek söz,
Gece acıkmış, gece susamış,
Gece durur kapımsıra,
Bekler İsmail İsmail
(Toprak Ana-Acıkmış Oğıd'dan)
"Bir Gece"nin dörtlüklerinde görünen abba, cddc uyak düzeni,
"Destan Önü"nde terkib-i bent benzeri biçim,
"Hoo'lar"da rastlanan serbest gazel,
"Yunus Emre'de Olmak"ta sekizli hece ölçüsü,
"Şeyh Galib'e Çiçekler"de aruzun bir dizisinden ikiye bölünerek elde edilen İkililerle oluşturulmuş dörtlükler, Dağlarca'nın şiirde biçimi gözardı etmediğini; ancak biçimsel bir kaygı da taşımadığını gösterir.
Şu da bir gerçektir ki, Dağlarca'da, şiir yazarken kendiliğinden oluşan biçimsel özellikler arasında, kulağı okşayan ve yine kendiliğinden ses veren, örnek bir uyak ustalığı da vardır.
"Çocuk ve Allah"ta (Nereye Gidiyorlar): versin-herkesin, değildir-gezinir, sahipsiz-içindeyiz, mermere-hikâyelere, diyar-ağlasınlar... aynı türden olmayan sözcük ve eklerden yapılmış olgun uyaklardır.
"Mustafa Kemal'in Kağnısı"ndaki; geceden geceden, heceden heceden, önceden önceden, inceden inceden, düşünceden düşünceden, iyceden iyceden, yüceden yüceden... uyaklarıysa, bu başarıyı, kağnı seslerindeki tizlikle birlikte yineler.
Bir insan, bir Türk, bir yurttaş, bir aydın olarak yaşayan şairin ilgisini neler çekebilir: Evren, yeryüzü, ülke, ulus, insanlar, doğa, yaşamak, ölmek... İşte bunların hepsiyle içli dışlıdır, Dağlarca; bir ona bakıyor bir ötekine; duyuyor, düşünüyor... Duyduklarını, düşündüklerini dizelerle yakalamaya çalışıyor. Kimini yakalayıp açıkça ortaya koyuyor; kimi okurun avuçlarında gölgeler, tüyler bırakıyor...
Fazıl Hüsnü Dağlarca, şiiriyle, yer ve zaman (sürez) içinde; tarih öncesinde ve sonrasında; dün, bugün, yarın; köyde, kentte, doğada; yeryüzünde, evrende; önceki ve sonraki sonsuzlukta; çocukta, insanda; toplumda, Tanrı'da; yaşamda, ölümde... sürekli araştırıyor. Şaşkın, iyimser, karamsar, mutlu acılı, öfkeli, sevecen, övünçlü duyarlıkları yaşıyor, düşünüyor, bildiriler hazırlıyor...
Onun duyguyla, duyarlıkla; özellikle de insancıl ya da toplumsal duygularla beslenmiş şiirlerinde "düşünce" daha da kanatlanıyor; güçlü betimlemelerle canlanarak etkili ve şiirsel oluyor. Böylece Dağlarca'nın şiiri, yaygınlık kazanarak ''kalıcı' niteliğini de elde ediyor.
Okur, onun kimi şiirinde duymanın, kiminde düşünmenin; kimindeyse, duymanın, düşünmenin tadına varmaktadır. O, okurun usuna, düşlemgücüne, düşüncesine seslenir daha çok.
Dağlarca'ya göre:[20] "Dil bir şeyler söylemek istiyorsa, önce kendi yapısı içinde gerçek kişiliğine ermelidir. Budur ulusçuluk. Sözcükleri arasında bir uyuşuma ulaşmalıdır. Bunsuz hiçbir şey söylenemez. Hele kalıcı bir şey söylemenin olanağı yoktur. Dillerin arınması, dillerin büyümesi, o ulusun imgeleminin büyümesi demektir. O ulusun imgelemi büyükse yapınç uygarlığı da büyür."
"Türkçe Katında Yaşamak" bildirisinden sonra yüzde doksan dokuz, yüzde yüz Türkçe sözcüklerle yazdığını ileri süren Dağlarca'nın ereği ve en duyarlı olduğu konu Türkçeyle evrenselleşmektir.
Bir Türkçe düşkünü olan Dağlarca, sözlükteki sözcüklerin sınırına dayandı mı, dilin üretkenliğinden yararlanarak yepyeni deyişli, yepyeni kavramları karşılayan sözcükler, sözler yaratıyor.
Anadan ekmeğecek
Anılayacaksın
Ölmüşü sağ"
Batı Acısı (Stromboli)
"Bilmeden yaşadım bunca yıl servileri
Kendimden öte bir olu göremedim."
Âsû (Kara Duyarlık)
"Sallanır ötelerin yıldızları
Hiçil hiçil"
Âsû (Yoklukta Sağlar)
"Yoksul bir rahatlık çöker üstümüze mavileyin."
Batı Acısı (Büyüyen
'Açılanmak"
(Hoo'lar)
"Aylamaktan aylam"
Aylam (Daha Eksilmek)
"Ya toprak ko beni gideyim gideyim,
Varmış ardına öcül öcül"
(Cezayir Türküsü)
Dağlarca'nın ilk yapıtlarındaki şiirlerinde görülen dizede tümce ve yan tümce bütünlüğü; giderek daha sonraki şiirlerinde tümce öğelerinin de dize oluşturabileceği biçime dönüşmüş; kimi dizeler bir tek sözcükten oluşmuş; kimileyin sözcüklerde bölünmeye başlamıştır (Şeyh Galib e Çiçekler).
Doğrudan, dolaylı; çoğu kez çağrışım, benzetme, simgesel gibi dilin tüm olanaklarından yararlanarak oluşturduğu imge ve kavramlarla yüklü olan şiirlerinde Dağlarca, kimi zaman apaçık, anlaşılır; kimi şiirinde yan kapalı; kimisinde ise "anlamsız", "soyut" diye nitelendirilen "anlamda kapalı söyleyişlerle karşımıza çıkar. Ne var ki yinelenerek okunan bu kapalı şiirlerde, başlıktan da yararlanma sonucu, anlam gittikçe açıklık kazanmaya başlar; hiç değilse sezgi ve sezinleme yoluyla imge ya da simgelerin tadına varılarak anlama yakınlaşma olanağı sağlanır.
Çocuk ve Allah, Taş Devri, Toprak Ana, Aç Yazı, Aylam, Hiroşima gibi genellikle anlaşılır nitelikte yapıtlar ile coşkusuna, duygularına katılarak kavradığımız Bağımsızlık Savaşı'yla ilgili yapıtlar yanında; Daha, Çakırın Destanı, Âsû, Hoo'lar... anlaşılması güç olanlardır.
"Bir şehir mumyasıdır alnımda rüzgâr şimdi
(Şehir Geceleri)
"Hücum borusuydu bu: kan renginde parladı sükûn
(Bir Gece)
"Yüzümde, güneşten yaprakların altında yüzümde,
Bir yayla rüzgârının ay ışığı gibi kanatları
….
Yüzümde en derin deniz diplerinin kâinatları
Ve sonbahar dallarının gölgeleri yüzümde
Sonsuz mevsimlerin o altın nebatları
(Çocuk ve Allah)
Bütün bu yeni bakış, arayış ve deyişleriyle; değişik duyarlığı ve içtenliğiyle adını 'Yirminci Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi'nin doruğuna yazdıracak olan Dağlarca, özgün ve ölümsüz bir şair olarak yaşayacaktır
BU ELLER MİYDİ
Bu eller miydi masallar arasından
Rüyalara uzattığım bu eller miydi.
Arzu dolu, yasamak dolu,
Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan.
Bilyaların aydınlık dünyacıkları
Bu eller miydi hayati o dünyaların.
Altın bir oyun gibi eserdi
Altın tüylerinden mevsimin rüzgârı.
Topraktan evler yapan bu eller miydi
Ki simdi değmekte toprak olan evlere.
El isi vazifelerin önünde
Tırnaklarını yiyerek düşünmek ne iyiydi.
Kaybolmuş o çizgilerden
Falcının saadet dedikleri.
O köylü çakısının kestiği yer
Söğüt dallarından düdük yaparken...
Bu eller miydi kesen mavi serçeyi
Birkaç damla kan ki zafer ve kahramanlık.
Yorganın altına saklanarak
Bu eller miydi sevmeyen geceyi.
Ayrılmış sevgili oyuncaklardan
Kirmiş küçücük şişelerini.
Ve her sedyen ve her şeyden sonra
Bu eller miydi Allaha açılan!
Fazıl Hüsnü Dağlarca
[1] Oktay Akbal, Şair Dostlarım, 1964
[2] Fazıl Hüsnü Dağlarca, İlk Yapıtla 50 Yıl Sonrakiler, 1985
[3] Agy. Ve “Dört Kanatlı Kuş”, 1985
[4] Fazıl Hüsnü Dağlarca, İlk Yapıtla 50 Yıl Sonrakiler, 1985.
[5] Milliyet Sanat Dergisi, 3 Ocak 1975.
[6] Agy.
[7]Cumhuriyet g. 8 Ekim 1986.
[8.9[Fazıl Hüsnü Dağlarca, İlk Yapıtla 50 Yıl Sonrakiler, 1985.
[10-11] Milliyet Sanat Dergisi, 5 Nisan 1974.
[12] Dağlarca’yla Mahir Ünlü’nün 10.05.1985’te yaptığı söyleşi
[13]Kemal Özer, Sanatçılarla Konuşmalar, 1979
[14] Bu alıntı ve bu bölümdeki Dağlarca’dan alınan sözler, onun “İlk Yapıtla 50 Yıl Sonrakiler” (1985) adlı yapıtında yer almaktadır.
[15] KONÖR (Konur Ertop), Dağlarca’nın Şiirleri, Varlık d. 15 Eylül 1957.
[16] Cumhuriyet g, 17 Aralık 1977.
[17] Milliyet Sanat Dergisi, 5.04.1974
[18] Yaşar Nabi Nayır, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Dört Kanatlı Kuş adlı derlemesinin Önsözü’nde, bunlar için, “çok kere güçlü, hatta bazen sarsıcı bir sosyal ya da politik hiciv örneği...” demektedir.
[19] Fazıl Hüsnü Dağlarca, Takma Yaşamlar Çağı, Şeyh Galib’e Dörtlükler…. D.E.V. Yayınlar, 1986
[20] Kutluk’un Evindeki Konuşma, s.74
İNKILAP YAYINLARI, TÜRK EDEBİYATI TARİHİ
İLGİLİ İÇERİK
FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA HAYATI ve ESELERİ
ÜÇ ŞEHİTLER DESTANI ŞİİRİ- FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
MUSTAFA KEMAL’İN KAĞNISI - FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
BU ELLER MİYDİ? - FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA