Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş


yusuf_kamil_pasaTürk edebiyatında Batılılaşma hemen her zaman siyasî Tanzimat hareketiyle beraber düşünülmüştür. Bunda, idarî ıslahatın ve edebî yeniliklerin aynı ad (Tanzimat) altında anılmasının rolü var­dır. Aslında bütün idari reformların baş­langıcı olarak Gülhane Hatt-ı Hümâyunu'nu göstermek ne kadar tartışma gö­türürse edebiyatta Batılılaşma faaliyet­lerini de bu fermana bağlı kabul etmek o derece gerçekten uzaktır. Bütün ta­rihî ve sosyal olaylar gibi edebiyat de­virlerini de ayı ve günü belirli bir tak­vime bağlamak ihtiyatsızlık olur.

Türk edebiyatında Batılılaşma'nın ilk belirti­leri tercümelerde, basın hareketlerinde veya edebî tür ve şekillerin doğuşunda yahut edebî metinlerin muhtevalarında arandığında her defasında farklı tarih­leri başlangıç olarak almak gerekir.

Türk edebiyatında Batılılaşma hare­ketlerini Şinâsi ile başlatmak öteden be­ri yaygın bir usul olarak benimsenmiş­tir. Bu başlangıç edebiyat tarihi için ka­tegorik tasnif bakımından isabetsiz de­ğildir. Gerçekten Şinâsi büyük bir yazar ve şair olmamakla beraber birçok hu­susta ilk olma vasfını taşıdığından bazı eserleri esas alınmak suretiyle edebiyatta Batılılaşma'nın itibarî başlangıcı ola­rak 1859 yılı kabul edilebilir. Edebiyat­ta Batılı türün ilk önemli örneklerinden biri olan Şâir Evlenmesi (1860) kome­disinin yazılması, Batı'dan yapılan man­zum ilk şiir tercümesi (Tercüme-i Man­zume) bu yıla rastladığı gibi diğer yeni­likler de buna yakın yıllarda yer alır. Şi­irde şeklin, özellikle muhtevanın değiş­mesini gösteren "Reşid Paşa'ya Kaside­ler" (1856), bunlarla bütünleşen diğer şiirlerini ihtiva eden Müntehabât-ı Eş'âr (1862), edebî dilin değişmesinde ve tür­lere sosyal konuların girmesinde rolü olacak ilk yerli gazete Tercümân-ı Ahvâl'in neşri (1860), yine konuşma diline ve halk kültürüne eğilmenin ilk ciddi de­nemesi sayılabilecek Durûb-i Emsâl-i Osmâniyye (1863), bu yıllarda hep Şinâ­si'nin gerçekleştirdiği çalışmalardır. Bü­tün bunlar aynı zamanda Osmanlı aydın kesiminin Batı'ya açılmasının ve Batı'­dan tesadüfi veya şuurlu olarak giren yeniliklerin izlerini taşıdığı için bu devir Tanzimat edebiyatının yanı sıra Avrupaî Türk edebiyatı, Edebiyât-ı Cedîde, Batı tesirinde Türk edebiyatı, yeni Türk ede­biyatı gibi isimlerle de anılmıştır. Böyle­ce bu yıllardan itibaren edebiyattaki bü­tün yenileşme hareketlerinin kaynağını az veya çok Batı'ya bağlamak zaruri ve tabii görülmüştür.

Bu tesir olmaksızın edebiyatımızın ken­di içinden bir hamle ile yenileşmesi dü­şünülebilir miydi? Sağlam ve kapalı bir gelenek edebiyatı olan divan şiiri, XIX. yüzyılın ikinci yarısında son büyük temsil­cisi Şeyh Galib'den sonra küçük ve mev­ziî oyalanmalarla kalır. Aynı geleneği de­vam ettirme azminde olan Tanzimat son­rasının Encümen-i Şuarâ mensupları bi­le harikuladelikler gösteren ustaca şiir­ler ortaya koydukları halde bir yenilik hamlesinin müjdecisi değildirler. Tan­zimat devrine yetişmekle birlikte ede­biyatın yenileşmesi yıllarını göremeden ölen bir devlet adamının tek şiiri zama­nından günümüze kadar tenkitçilerin dikkatlerini çekmiştir. Âkif Paşa'nın (ö. 1845) "Adem Kasidesi" dili ve bütün es­tetik sistemiyle eskinin devamı olmak­la beraber kaside geleneği içinde bir şahsa değil bir kavrama methiye yaz­mak, olağan üstü bir ihtirasla yokluğun ve bedbinliğin felsefesini yapmak gibi yenilikleri taşır. Ahmet Hamdi Tanpınar bu şiirin Garplı ve modern bir poem ma­hiyeti kazandığını, burada ferdî mesele­lerin bir nevi felsefî azaba döndüğünü söyler. Âkif Paşa'nın hece vezniyle toru­nu için yazdığı mersiyesi ise yine Tanpınar'a göre Türk romantizminin başlan­gıcı sayılmalıdır.

Edebî türlerin şiirden sonra ikinci önemli kolu olan roman-hikâye vadisin­de poetik ve sembolik karakteri ağır ba­san mesnevilerde de Tanzimat'tan ön­ce büyük bir değişme yoktur. Keçecizâ-de İzzet Molla'nın Mihnet-i Keşan'ında (1852) birtakım ferdî mizaçların tezahü­rüne, hatta anlatıcının bir aynada ken­disini seyretmesinin bir küçük psikolo­jik vakıa olduğuna yine A. H. Tanpınar dikkatleri çeker. Ancak bu alanda divan şiiri geleneğinin mesnevi yoluyla da ol­sa romana inmesi düşünülemez. Olsa ol­sa romana mesneviden daha yakın olan halk hikâyesinin usta sanatkâr ve na­şirlerin eline geçerek romanın yerli tü­rünü yakalamak mümkün olabilirdi. Ni­tekim önce Pertev Nailî Boratav'ın, da­ha sonra genişleterek Şükrü Elçin'in ta­nıttığı örneklere ("Kitabî, Mensur, Rea­list İstanbul Halk Hikâyeleri", Halk Ede­biyatı Araştırmaları [1988], II, 56-81) Gi­ritli Ali Aziz Efendi'nin Muhayyelatı da ilâve edilirse romana doğru bir yolun açı­lacağına hükmedilebilir.

Tarihlerinde tam bir isabet olmasa bile her ikisi de Batılılaşma'ya bağlanan siyasî Tanzimat ve Tanzimat edebiyatı arasındaki yirmi yıllık ara edebiyatın si­yaseti sürükleyici olmadığını, aksine si­yasetin arkasından gittiğini gösterir. Ni­tekim edebiyatımızda Batılılaşma'nın bu ilk devresi (yaklaşık 1859-1885 arası) di­ğer edebî devrelere kıyasla aşırı bir sos­yal-siyasî karaktere sahiptir.

Edebiyatta yenileşmeler Batı tesirle­rine bağlandığına göre bu tesire aracı olarak ilk mahsullerin tercümeler olma­sı gerekmektedir. Ancak itibarî olarak 1859'da başladığı kabul edilen yenileş­me devresini içine alan ilk on yıl içinde bu gibi tercümeler zannedildiği kadar büyük bir yekûn tutmamaktadır. 1859-1868 yılları arasında, biri gazetede tef­rika halinde kalmak şartıyla, felsefî-ede­bî karakteri hâiz kitap çapında sadece altı tercümenin basıldığı bilinmektedir. Bunlar Şinâsi'nin çeşitli şairlerden çevir­diği Fransız. Lisânından Nazmen Ter­cüme Eylediğim Bazı Eş'âr (Tercüme-l Manzume, 1859), Münif Mehmed Paşa'­nın Fenelon'dan çevirdiği Muhâverât-ı Hikemiyye (1859), Yusuf Kâmil Paşa'­nın yine Fenelon'dan Telemak (1862), Victor Hugo'dan Hikâye-i Mağdûrîn (1862, özet halinde Ruznâme-i Cerîde-i Havâdis'te tefrika edilir), Ahmed Lutfî'nin Daniel Defoe'dan (Arapçasından) Hikâye-i Robenson (1864) ve Memduh Paşa'nın Lamartine'den Hikâye-i Jöneviyev'in (1868) tercümelerinden ibaret­tir. Çevrilen kitap sayısının azlığına kar­şılık 1880 yılına kadar Telemak'ın on bir, Hikâye-i Robenson'un altı defa basıl­mış olması Batı edebiyatına karşı uya­nan ilgi ve tecessüsü göstermektedir. Bu tarihler dikkate alındığında edebiya­tın Batılılaşma'sında tercümelerin ön­celiğinden değil olsa olsa yerli eserlerle paralelliğinden söz edilebilir.

Türk edebiyatında Batılılaşma hareketinin öncü yazarlarından Şinâsi ve Fransız Lisânından Nazmen Tercüme Eyledi­ğim Bazı Eş'âr (Tercüme-i Manzume) adlı kitabından iki sayfa

<!--[if !vml]--><!--[endif]-->Türk edebiyatında Batılılaşma birkaç hususta varlığını gösterir. Bunlardan il­ki edebî türler ve şekillerdir. Türk şiiri­ne Batı tesiri uzun bir devrede ve tedri­cî olarak girmiştir. Bu gecikmede diğer türlerden farklı olarak şekli, muhtevası ve teferruatlı kaideleriyle divan şiirinin direnişi düşünülebilir. Şiirde gayret gös­teren bütün yenilikçiler bile asrın sonu­na kadar divan tarz ve şekillerinden ken­dilerini tamamıyla kurtarabilmiş değil­dirler. Şinâsi'nin şiirde yeniliği, başlığını kaside koyup mesnevi gibi kafiyelendirmesi bir tarafa, şekilden ziyade muhte­vaya aittir. Eski mazmunları bırakması, sehi-i mümteni gibi yalın, dilin mantığı­na dayanan sağlam mısralara ulaşması, halk deyimleri ve atasözlerinin, hayvan hikâyelerinin, siyasî ve sosyal kavramla­rın şiire girmesi bunlar arasında sayıla­bilir. Muhteva bakımından Nâmık Ke­mal onun takipçisi olmakla beraber şe­kil bakımından ancak Abdülhak Hâmid'in denemelerinden sonra yeni nazım şekil­lerini tecrübe eder. Klasik şiirin kalıpla­rının kırılması ve Avrupaî şekillerin de­nenmesi asıl Abdülhak Hâmid'le başlar. Disiplinli ve her zaman şuurlu olmamak­la beraber Hâmid muhtevada da şekil­de de büyük ve cüretli yeniliklerin pe­şinden koşmuştur. Onu Avrupaî nazım şekilleri, yeni bir şiir dili ve sentaksı ile Servet-i Fünün şiiri takip eder. Bilhassa divan şiirinde muayyen bir kalıba bağlı müstezad şeklinin hemen her vezinde ve kural dışına çıkan kullanılışı, serbest müstezada ve serbest şiire doğru yapıl­mış denemelerdir.

Batı kaynaklı edebî türlerden biri de roman-hikâyedir. O yıllar için birbirin­den ayrı düşünülemeyen bu türde ilk ör­nekler 1870-1876 yılları arasında görü­lür. Hikâyeci neslinin ilk muharriri ola­rak Ahmed Midhat Efendi'yi kabul et­mek gerekir. Bu yıllar arasında onun, büyüklü küçüklü on yedi hikâye-roman kitabıyla Türk okuyucusunun orta sını­fını bu tarza alıştırdığı görülür. Dile ve hikâye tekniğine fazla itina gösterme­yen Ahmed Midhat, eski meddah gele­neğinden gelen bir üslûpla Şinâsi'nin ve Nâmık Kemal'in makalelerle anlattığı birtakım sosyal meseleleri bu yeni tü­rün içinde vermeye çalışmıştır. Esaret, evlilik, kadın, tahsil, Batı'yla karşılaşan Osmanlı'nın bütün problemleri, pek de edebî olmayan bir tarzda bu hikâye-ro­man türünün içinde yer almıştır. 1872-1875 yılları arasında yine eski gelenek­le yeni muhtevaları konu alan Emin Ni­had Bey'in Müsameretname'si neşre­dilir. Binbir Gece Hikâyeleri'yle Dekameron arasında her ikisinden de fayda­lanmışa benzeyen yedi hikâyeden ikisi, Osmanlı subaylarının Avrupa'da ve Tür­kiye'de karşılaştıkları hıristiyan ailelerle münasebetlerinde ortaya çıkan iki me­deniyetin ve kültürün çatışmaları prob­lemini sergiler. Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat'ı ise halk hikâ­yesine birkaç küçük unsur ilâve etmek­ten başka bir özellik taşımaz. El yorda­mıyla başlayan bu denemelerin ardın­dan Nâmık Kemal'in İntibah'ı gelir. İn­tibah, birçok bakımdan halk hikâyesin­den Avrupaî tarz romana geçişin ilk ör­neği olarak kabul edilmiştir. Şiirde ol­duğu gibi romanda da teknik, üslûp, dil ve Batılı mekteplerin takibi açısından başarılı romanlara Servet-i Fünûn dev­rinde ulaşılacaktır. Tiyatro da Batılılaşma devrinin mah­sulleri arasında Türk edebiyatına girer. Bu tarihten önce meddah, karagöz, or­taoyunu gibi seyirlik oyunlar belli bir ya­zara ve metne dayanmadığından edebî bir tür olarak tiyatro alanının dışında düşünülmelidir. Bu bakımdan Şinâsi'nin Şâir Evlenmesi, dili, sahneye koyma tek­niği ve entrika bakımından, kendisinden sonra yazılmış pek çok tiyatro eserinden başarılıdır. Şinâsi'den sonra tiyatro Ali Haydar, Nâmık Kemal, Şemseddin Sami, Abdülhak Hâmid'in eserleriyle ve daha çok trajedi türünde devam etmiştir. Bun­lar Fransız klasik tiyatrosu ile Shakespeare romantizmi arasında büyük de­ğerleri tema olarak alan, diyalog ve tiradlarda teatral olmaya özenen, teknik bakımdan Şinâsi'yi aşamayan çalışma­lardır.


 

Eski edebiyatımızın eksiklerinden biri de teori ve tenkit konusunda bir gele­neğin oluşmamasıdır. Divan edebiyatı­nın büyük ağırlığını teşkil eden şiir ala­nında bile meselâ tezkirelerde bir divan şiiri estetiği bulabilmek için epey gayret sarf etmek gerekir. Bu bakımdan ede­biyat teorisi ve tenkit de Tanzimat'tan sonra, hatta diğer türlere göre daha da geç başlamıştır. Nâmık Kemal'in "Lisân-ı Osmânînin Edebiyatı Hakkında Bâzı Mü­lâhazatı Şâmildir" (1866), Ziya Paşa'nın "Şiir ve İnşâ" (1868) makaleleri bunların ilkleridir. Yine Ziya Paşa'nın manzum "Hârâbat Mukaddimesi", Nâmık Kemal'­in buna karşı yazdığı Tahrib-i Hârâbat (1874) ve Tâkib (1875), aynca Celâleddin Harzemşah adlı tiyatro eseri için kale­me aldığı ve kitap halinde yayımlanan uzun mukaddime de (1883) ilkler arasın­da ihmal edilmemesi gereken önemli tenkit çalışmalarıdır. Tanzimat'ın ikinci neslinde bu çalışmalar daha yoğun ve daha ciddidir. Recâizâde Ekrem, birçok bahsi Fransa'da liselerde okutulan re­torik kitaplarından mülhem, yenileşen edebiyatımızın da ilk teorik kitabı sayılan Ta'lîm-i Edebiyyât'ı yayımlarken (1879) Muallim Naci'nin Istılahât-ı Edebiyye'si eski geleneğin son belagat kitabı ola­rak neşredilir (1890). Buna karşılık Na­ci'ye Beşir Fuad'la dostluğunun kazan­dırdığı ve ortaklaşa yayımladıkları İntikad (1887), devrine göre daha sağlıklı bir tenkit anlayışı getirmiştir. Bu seriye, gençler için muhakkak ki yol gösterici­lik görevini yerine getirmiş olan Recâizâde'nin Takrîzât'ı (1896), özellikle yeni şiirin beyannâmesi sayılacak Takdîr-i Elhân'ı (1884), nihayet üçüncü Zemze­me 'si (1884) ve bütün bu yayınların se­bep olduğu Naci-Ekrem tartışması ilâ­ve edilmelidir. Fakat her bakımdan Ba­tı'nın pozitivist görüşlerinin temsilcisi durumunda olan Beşir Fuad'ın tenkit an­layışı çağını aşan tek örnek olarak yal­nız başına kalır. Hemen bütün yazarları hedef alan oldukça tarafsız yazıları, özel­likle romantizmi tenkit ederek realist -natüralist bir edebiyatı müdafaa eden Viktor Hugo (1885) monograf isiyle Be­şir Fuad Türk tenkit tarihi içinde dikka­te değer bir şahsiyettir.

Türk edebiyatında Batılılaşma'nın ta­bii mecralarından biri de gazetedir. Her ne kadar gazete edebî bir tür değilse de kullandığı dil vasıtasıyla edebiyat tür­lerine zaruri bir yön göstermiştir. Gazetenin kitap gibi uzun süre satışta kal­mayıp, günlük okunmaya, bir bakıma ti­raja dayanması, onun daha geniş kitle­lere hitap edebilecek bir dile sahip ol­masını gerektirmiştir. Böylece gazeteye bağlı olarak edebî eserlerde de Şinâsi'­nin ifadesiyle "giderek umum halkın ko­laylıkla anlayabileceği" bir dil anlayışı yay­gınlaşmaya başlar. Zaman zaman sap­malar ve geriye dönüşler bu yaygınlaş­mayı önlerse de temelde konuşulan dil­le ilgisini kesmeyen bir edebiyat anlayı­şı değerini kaybetmez.

Batılılaşma'ya doğru giden edebiyat­ta dille beraber gelen başka bir mesele de birtakım yeni kavramlara duyulan ihtiyaçtır. Değişik ilim alanlarında Türkçede karşılığı bulunmayan bu yeni kav­ramların bir kısmı çok defa Fransızcadan olmak üzere ya aynen alınıyor veya Türkçede daha kolay telaffuz edilebile­cek bir şekle sokuluyordu. Bir kısmına da kelimenin menşei dikkate alınarak Osmanlıcada karşılık aranıyordu. Batılı gibi yaşamanın şartlarından biri olarak konuşmalar arasında Fransızca kelimeler kullanma özentisi edebî eserlerde miza­hî bir karakter kazandı. Ahmed Midhat Efendi'nin, Recâizâde Ekrem'in ve Hü­seyin Rahmi'nin romanlarında alafran­ga kelimelerle konuşan tipler karikatürize edildi. Batı düşünce sistemlerinin edebiyatı­mıza tesir ettiği bir diğer husus da fel­sefî düşüncelerin dinî duygu, kanaat ve inançlara yansımasıdır. Daha çok şiirde kendisini hissettiren bu durum, dinî aki­delerin, birtakım felsefî fikirlerle birle­şerek ferdin kendi inancını gelenek yo­luyla değil bizzat psikolojik bir tecrübey­le elde etme isteğinden kaynaklanmıştır. Böyle bir tecrübe tabiatıyla inanma, şüp­he, tereddüt ve reddetme gibi birbirin­den farklı tavırları ortaya koymuştur. Bunlar Batı'nın felsefî düşüncelerinden kaynaklanmakla beraber felsefi bir sis­tem halinde değil birtakım sezgiler ha­linde tezahür eder. Tanzimat sonrası şi­irini eski şiirden ayıran önemli farklar­dan biri de budur. Bu meselenin de ilk izleri Şinâsi'de görülür. Eski şiirimizin, birçok meseleyi aklı bir tarafa bıraka­rak bir gönül meselesi halinde çözme davranışına karşılık, Şinâsi aklî bir sis­tem arar: "Dilin irâdesini başta akl eder tedbîr"; "Ziyâ-yı akl ile tefrîk-i hüsn ü kubh olunur"-, "Vahdet-i zâtına aklımca şahadet lâzım" mısralarında geçen akıl, felsefî mânada rasyonalist bir sistemi değil olsa olsa eskinin hayaline yahut hislerine karşılık akla verilen önemi vur­gular. Fakat Şinâsi'nin dinî duygularında asıl tereddütlerin sezildiği mısralar Reşid Paşa için yazdığı kasidelerde dikkati çeker. Küçük Müntahabat’ında gelene­ğin dışına çıkarak Hz. Peygamber'den hiç söz etmeyen Şinâsi, Reşid Paşa'yı Peygamber'e ait sıfatlarla över: "Acep midir medeniyyet resulü dense sana"; "Sensin ol fahr-i cihân-ı medeniyyet ki hemân/ Ahdini vakt-i saadet bilir ebnâ-yı zaman";"Âyet-i beyyinedir âleme her bir sühanın" mısralarındaki "resul, fahr-i cihan, vakt-i saadet, âyet-i beyyine" gibi tabir­ler, her ne kadar lügat mânalanyla kulla­nılış alanları geniş gibi görünürse de İslâ­mî literatürde yalnız Hz. Peygamber hak­kında kullanılmış terim hükmündedirler. Yine Şinâsi'nin "Münacat”ında Allah'ın kudretine, büyüklüğüne inanıp hamdettiği dikkate alınırsa onun bir çeşit tabii din inancına sahip olduğu düşünülebilir. Aynı nesilden Ziya Paşa, özellikle "Ter­ciibendinde kader karşısında sürekli bir şaşkınlık içinde, âciz ve son derece ka­ramsar bir tavır takınır. Her bendin so­nunda âdeta bir tövbe cümlesi gibi, "Sübhâne men tahayyere fî sun'ihi'l-ukûl: Sa­natı karşısında akılların şaşkına döndü­ğü Allah'ı teşbih ederim" zikrini tekrar eder. Böylece Şinâsi'nin aynı devirde yü­celttiği aklı Ziya Paşa yetersiz bulur. Dünya kötüdür, her şey iyilerin aleyhin­de ve kötülerin tarafındadır, diyen Ziya Paşa samimi bir mümin olarak teselliyi tövbeye sarılmakta bulur. Şiir sanatını değiştirmekte olduğu kadar ölüm, ha­yat, inanç, kader gibi büyük beşerî kav­ramlar karşısında cüretli psikolojik de­nemelere giren Abdülhak Hâmid, Doğu'dan, Batı'dan, disiplinsiz ve karma­karışık olarak topladığı bilgileri, duygu ve sezgi halinde aynı karışıklıkla mısralarının içine boşaltır. "Külbe-i İştiyak", "Kürsî-i İstiğrak", "Hayd-Parktan Geçer­ken", "Devrân-ı Muhabbet" gibi şiirlerin­de, büyük tabiat karşısında bir çeşit pan­teist heyecanlar yaşar. Makber'de ise ölüm karşısında şüphe, tereddüt, isyan ve iman dalgalanmaları mısraların ara­sında gidip gelir. Her türlü edebiyatın, özellikle şiirin, şiirde romantizmin, hat­ta sistematik olarak felsefenin aleyhin­de bulunan, fakat devrinde çevresinde­ki insanların hepsinden daha köklü Batı felsefesi kültürüne sahip olan ateist Be­şir Fuad, bu yeni medeniyetin krizini en acı şekilde duyarak damarlarını kesmek suretiyle intihar eder.

 

BİBLİYOGRAFYA:

İsmail Habib [Sevük], Türk Teceddüd Edebi­yatı Tarihi, İstanbul 1924; Mustafa Nihat Özön, Türkçede Roman, İstanbul 1936; a.mlf. Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1941; Tan­pınar, Türk Edebiyatı Tarihi, tür.yer.; Orhan Okay. İlk Türk Pozitivist ve Naturalist Beşir Fuad, İstanbul 1969; a.mlf, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, Ankara 1975; a.mlf, "Edebiyatımızın Batılılaşması Yahut Yenileşmesi", Büyük Türk Klâsikleri, VIII, 301-316; a.mlf, "Edebiyatımızda Batılılaşma", Sa­nat ve Edebiyat Yazıları, İstanbul 1990, s. 44-53; Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, Ankara 1971 ; Banarlı. RTET, II, tür.yer.; Şerif Mardin, "Tanzimat'tan Sonra Aşırı Batılılaşma", Türkiye: Coğrafya ve Sos­yal Araştırmalar, İstanbul 1971, s. 411-458; Güzin Dino. Türk Romanının Doğuşu, İstanbul 1978; Fethi Naci, 100 Soruda Türkiye'de Ro­man ve Toplumsal Değişme, İstanbul 1981, s. 7-72; Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İstanbul 1983, s. 9-22; R. P. Fınn, Türk Romanı (İlk Dönem: 1872 1900) (trc. Tomris Uyar), Ankara 1984; Fevziye Abdullah Tansel, "Muallim Naci İle Recâizâde Ekrem Arasındaki Münakaşalar ve Bu Münakaşa­ların Sebep Olduğu Edebî Hâdiseler", TM, X (1953), s. 159-200; Ömer Faruk Akün, "Tanzi­mat Edebiyatı Sözü Ne Dereceye Kadar Doğ­rudur", KAM, VI/2 (1977), s. 15-37; VI/3 (1977),s. 22-39; TCTA, I-VI. tür.yer.

 

Orhan Okay, DİA

SON EKLENENLER

Üye Girişi