Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 “ŞAİR-İ ÂZAM”


“Ancak biri vardır, ona der: Şair-i Âzam!”

- Abdülhak Hâmid

Burada biraz durup, İki fotoğrafta da merkezde yer alan Abdülhak Hamid’e biraz daha yakından bakmaya ne dersiniz? Çağdaşlarının “göklerin fevkinden etrafa ibzâl-i ziyâ eden” bir güneş gibi görüp eserlerini ezberledikleri Hâmid, aslında o günlerde kolu kanadı kırık bir “monşer” ve birkaç yıl sonra Resimli Ay mecmuası etrafında kümelenen bazı gençlerin devrilmesi gereken bir numaralı put olarak ilan edecekleri, dili ve şiir anlayışı eskimiş, dolayısıyla mevcut eğilimlerin büsbütün dışında bir şairdi. Eşi Lüsyen Hanım’ı 7 Ekim 1920’de Kont Soranzo’yla evlendirmiş, daha sonra onları ziyaret maksadıyla Venedik’e gitmiş, oradan geçtiği Viyana’da savaş sonuna kadar sefalet içinde, kendi tabiriyle “füls-i ahmere muhtaç bir halde” yaşamıştı. “Şair-i Âzam” şiirinde, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Viyana’da neler çektiğini anlatır. Bu şiir Ankara ve İstanbul’da büyük bir yankı uyandıracak, hatta çok üzülen Halife Abdülmecid Efendi tarafından bir telgrafla kendisinden hilafet genel sekreterliğini (başkâtibe) kabul edip etmeyeceği sorulacaktı. Hâmid, teklifi kabul etmiş, fakat “kimbilir hangi sebebe mebni o memuriyet icra olunamamıştı.”

Büyük Zafer’den sonra tekrar Venedik’e gidip oradan Lüsyen ve onun kayınbiraderi Anderya Soranzo’yla birlikte İstanbul’a dönen Şair-i Âzam, hatıralarında, önce Pera Palas’a yerleştiklerini, çok geçmeden Kont Soranzo’nun da İstanbul’a geldiğini ve birlikte yeğeni Keçecizâde Nâzım Bey’in Çemberlitaş’taki evinde ikamet ettiklerini anlatıyor. Bir süre sonra Soranzo’lar başka bir eve geçerler; Hâmid de Halife Abdülmecid Efendi’nin kendisine Dolmabahçe Sarayı’nda tahsis ettiği daireye yerleşir.  Öyle anlaşılıyor ki, genel sekreterlik görevine başlayacak vakit bulamayan Hâmid, Hilafet 3 Mart’ta ilga ediliverince ister istemez saraydan ayrılmış ve Maçka Palas’ın bodrum katında, kendisi için Belediyece tahsis edilen daireye yerleşmek zorunda kalmıştır.  O tarihte, aynı bodrum katında yaşayan başka bir aristokrat da, Keçecizâde Fuad Paşa’nın oğlu İzzet Fuad Paşa’dır. Hâmid, ışığı sadece bir tarafından alan bu daracık, iç karartıcı dairede yazdığı Gazub Bir Şair’de

Sanmayın yer katında bir bodrum

Açmışım gökyüzünde bir uçurum

diyerek sözüm ona halinden hoşnut olduğunu anlatmaya çalışır.  Aslında saraydan bir bodrum katına düşüşün yalılarda ve köşklerde doğup büyümüş bir aristokrat olan Hâmid’in ruhunda nasıl bir dalgalanma yarattığı kolayca tahmin edilebilir.

Eğer bir Osmanlı aristokrasisi varsa, Hâmid’in halis bir aristokrat olduğu söylenebilir. Büyükbabası Abdülhak Molla, II. Mahmud’un hekimbaşısı, babası Hayrullah Efendi ise tanınmış bir tarihçiydi. Bebek’te, Osmanlı irfan, muaşeret ve terbiyesinin en süzülmüş biçimiyle yaşandığı bir yalıda doğup büyümüş ve kendini çok küçük yaşta hariciyeci olarak bulmuştu. On yaşındayken hariciyeci ağabeyi Nasuhi Bey’le Paris’e gitti ve orada bir kolejde bir yıl kadar okudu. On üç yaşındayken Tahran elçiliğine tayin edilen babasıyla birlikte İran’da üç yıl yaşadı. Yirmi beş yaşındayken Paris elçiliğine ikinci kâtip olarak tayin edildi; Poti, Golos ve Bombay şehbenderliklerinde, Londra elçiliği başkâtipliğinde, daha sonra Lahey ve Brüksel elçiliği görevlerinde bulundu. Eczahanesine “Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı” levhasını asan ve yalısının bahçesinde çiçek ve meyve yetiştiren bir Osmanlı zarifinin, Abdülhak Molla’nın torunu Abdülhak Hâmid artık alafranga bir zarif, bir “monşer”di.

Osmanlı’nın Avrupa’yla dramatik karşılaşması ve aşk-nefret ilişkisi Hâmid’in şahsında tecessüm etmiş gibiydi. Kılığı kıyafeti, hali tavrıyla İngiliz aristokratlarına benzeyen Şair-i Âzam, ne kadar uğraşsa da, içinde dedesinin diliyle konuşan rindi söküp atamamıştı. Aslında ondan derin bir istekle kurtulmak istediğini sanmıyoruz. Şöyle de söylenebilir; Rind, Hamid’de bohem kılığına girmişti. Bir insan, şahsiyetinin bir parçasını yapan âlemi istediği zaman kolayca kesip atabilir mi? Hâmid’in ve çağdaşlarının yaşadığı dram budur. Yahya Kemal, İthaf şiirinde:

O yerlerden gelen son yolcu Hâmid

Haberdar olmaz olmuş maveradan

derken, belki de bu dramı anlatıyordu. Bir medeniyete, bir iklime bir duyuş tarzına âdeta veda niyetiyle yazılmış bir şiir olan İthaf’ta Yahya Kemal, “o yerler”le, hiç şüphesiz, Hâmid’in içinde hâlâ konuşan dedesinin temsil ettiği dünyaya ve bu dünyaya asıl rengini veren “ledünnî” kaynaklara işaret ediyordu. Yahya Kemal, Abdülhak Hâmid’e Gazel’inde de bir rind portresi çizmişti.

Hâmid’in bodrum katına yerleştirildiği Maçka Palas, Mütareke yıllarının sonlarına doğru, İtalyan asıllı Vincenzo Caivano tarafından yaptırılan, “palazzo” olarak tasarlanmış bir apartmandır. Önceleri, bodrum katındaki dairede, 1918 yılında kaybettiği oğlu Abdülhak Hüseyin’in İngiliz eşi ve iki kız torunuyla birlikte yaşayan Hâmid, Lüsyen Hamm’la 1927 yılında ikinci defa evlendikten sonra aynı apartmanın 4 numaralı dairesine geçti ve ölünceye kadar yaşâdığı bu daireyi tanınmış şair ve yazarların yanı sıra, Osmanlı bakiyesi devlet adamlarının, eski sefirlerin vb. devam ettiği bir buluşma yeri haline getirdi

Hâmid, Midhat Cemal’in davetine, herhalde çok bunaldığı Maçka Palas’taki karanlık bodrum dairesinden kalkıp gelmişti. O günlerde bir kısmı daha önce İkdam gazetesinde yayımlanan Hatırat'ının yeni bölümleri Vakit’te tefrika ediliyordu ve hiç şüphesiz Lüsyen Hanım’la sıra dışı ilişkisi İstanbul kahvelerinden Çankaya’daki sofraya kadar her yerde konuşuluyor, tartışılıyordu. Âkif gibi bir ahlâk adamının böyle bir ilişkiyi hoş karşılaması düşünülebilir mi? Başka birisi olsaydı, asla bir araya gelmek istemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bütün dostları, onun sevmediği adamlarla bir arada bulunmaya asla tahammül edemediğini kaydetmişlerdir.  Hafız Âsim Şakir, Akif’in bu özelliğini şöyle anlatır:

...sohbet koyulaştığı sırada kapı çalındı, ismini şimdi hatırlayamıyorum, müştereken tanıdığımız bir doktor geldi. Âkif Bey, onu görür görmez, bir eline yeleğini, bir eline saatini alıp kalktı, “Allahaısmarladık” filan demeden çıktı, gitti. Yolda “Niye öyle yaptınız?” diye sordum, “Sevmem o adamı!” dedi. Yine bir gün Sebilürreşad’dan çıktık, Meşrutiyet Caddesi’nden aşağı doğru iniyoruz. Âsım'ın henüz intişar ettiği günler. İzmir mebuslarından, gel de şimdi ismini hatırla, neyse hatırlarsam söylerim, ona rastladık. Adam Akif’e “Aman üstâd” dedi, “o ne eser, o ne âbide!” Âkif tutup adama “Yahu sen beni sevmezsin, ben seni sevmem! Niye söylüyorsun bunları?” demez mi? Yürüdü gitti. Adam arkamızdan “Hastasın sen üstâd!” diye bağırdı. Ben şaşıp kalmıştım. “Adamın sözlerinde riya yok üstâd,” dedim, “yeni eserin hakkında herkes onun söylediğini söylüyor!”

Midhat Cemal’in evindeki davette, Âsım’dan, karısının üstüne evlenmeye kalkışan torun tosun sahibi pinpon paşanın cemiyetteki bozulmanın ve kokuşmanın tipik bir örneği olarak tasvir edildiği bölüm okundu mu, bilmiyoruz. Eğer okunduysa, yüzlerde beliren ifadeyi görmek istemez miydiniz? Aslına bakılırsa, sadece Âkif için değil, bütünüyle o günkü cemiyet için Şair-i Âzam’ın karısını âşığıyla bizzat evlendirmesi ve Pera Palas’ta, gerdek gecelerini geçirdikleri odanın hemen bitişiğinde kalması kabul ve hazmedilebilir bir davranış değildi. Öyle anlaşılıyor ki, Âkif, şair olarak çok yükseklerde gördüğü ve ilk şiirlerine bakılırsa, bir zamanlar derinden etkilendiği Hâmid’in sıra dişiliğini en azından onunla ilişkisini koparmayacak kadar hoş görüyordu.  Bu, inanılır gibi değildir!

Âkif, Hâmid’i ilk defa Meşrutiyet’in ilanından önce Midhat Cemal’le birlikte Çamlıca’daki köşkünde ziyaret etmişti. Midhat Cemal, Âkif hakkındaki kitabında, şair Mehmed Celâl Bey’in aracılık ettiği bu ziyareti anlattığı bölüme, Hâmid’i ve şiirini nasıl gördükleri hakkında daha açık bir fikir verebilmek için “Dinlerin dağları yok mu? İşte Çamlıca da Hâmid’e vahiylerin indiği dağdı!”  cümleleriyle başlar. Aynı ziyareti Üç İstanbul'da da Adnan ve Şair Raif yaparlar. Midhat Cemal, bu romanda asıl duygularını yazıyorsa, o gün birlikte büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlar demektir:

Dağda ilâh olarak oturan büyük ilham adamına neşeli gittiler, meyus döndüler. Onlar o şairin yıldırımlarına koşmuşlardı. Hâlbuki karşılarına kendileri gibi bir insan çıktı. Şair Raif somurtuyordu. O, zaten kahkahaya garazdı; fakat Hâmid’i görünce Adnan da Raif kadar şaşırmıştı: Hâmid ne kadar peltek konuşan bir yıldırımdı. Yelesinde berberin, tarağın izleri vardı. Bitmeyen alnında aradıkları güzel tecennünü bulamadılar. Uzun sakalında vücudu kaybolan velinin yerinde, rubası örtülü bir zat vardı. Hâlbuki onlar, o dağa, gayritabii bir hilkat vak’ası görmek için tırmanmıştılar.

Hâmid, o gün ikisinin de şiirlerini dinlemiş, Midhat Cemal’in davetinde Faruk Nafiz’in de dikkatini çeken ünlü “Benim eserlerimde bu muvaffakiyet ne gezer! Ben böyle şeyler yazamadım!” gibi sözler söylemiştir. Ancak Âkif, Faruk Nafiz kadar iyimser değildir; köşkten çıktıklarında Midhat Cemal’e, “Midhat” der,

Makber şairi ne seni beğendi, ne beni! Hatta ikimizi de dinlemedi. O, oturduğu yerden o kadar emin ki, karşısına kim çıkarsa, o adamdan bir an önce kurtulmak için “Dahi sizsiniz, ben değilim!” diyor. Meramı kendi kendine kalmak! Haklı! Kendisi varken başkası çekilir mi?

 

Bir Fotoğrafın Uzun Hikayesi, BEŞİR AYVAZOĞLU

SON EKLENENLER

Üye Girişi