Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

MAKALE

Edebiyatımızda Tanzimat’tan itibaren görülmeye başlanan bir türdür makale. Makale zamanla gelişme göstermiş, birçok yazar bu türde başarılı yapıtlar ortaya koymuştur. Namık Kemal, Ahmet Mithat, Ziya Paşa gibi sanatçılar Tanzimat döneminde bu türde yazmış; Hüseyin Cahit Yalçın, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin gibi Servet-i Fünûn sanatçıları bu türü geliştirmiştir.

Makale, Millî Edebiyat döneminde daha da yaygınlık kazanmış, yazarlar düşüncelerini ortaya koymak için makaleye ağırlık vermişlerdir. Bu çerçevede Millî Edebiyat yazarları Türkçülük akımını bütün yönleriyle ortaya koymak, yeni dil anlayışını benimsetmek, halkı eğitmek ve bilgilendirmek, siyaseti yönlendirmek için düşüncelerini makale yazı türüyle ortaya koymuşlardır.

Bu dönemde sanatçılar dilde sadeleşmenin yanında ilk defa Anadolu ve Anadolu insanına yönelmişler; yazılarının konularını Türk tarihinden, Türk toplumunun o günkü sorunlarından (ilim, Batılılaşma, Türkçülük düşüncesi, dilde sadeleşme...), örf ve âdetlerden, halkın yaşayışından almışlardır. Bu dönemde özellikle Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp bu türle millî duygu ve düşünceleri dile getiren yazılar yazdılar. Millî Edebiyatın temellerini oluşturan düşünceleri makale aracılığıyla kamuoyuna duyurdular.

Ömer Seyfettin, Genç Kalemler dergisinde Türk dilinin sadeleştirilmesi için makaleler yazmış, bu yazılar “Yeni Lisan” hareketinin yayılmasında ve Millî Edebiyat Akımı’nın başlamasında etkili olmuştur.

Ali Canip Yöntem, yeni edebiyatın savunmasını yapmış, edebiyat ve edebiyat tarihi konularında yaptığı çalışmalarıyla tanınmıştır. Çoğu, Türk Yurdu’nda yayımlanmış olan makalelerini “Millî Edebiyat Meseleleri” ve “Cenap Beyle Münakaşalarım” adlı kitaplarında toplamıştır.

Ziya Gökalp ise Türkçülük akımını bir sisteme oturtan, temel ilkelerini ortaya koyan, bunları halka indirmeye çalışan sanatçıdır. Sanatçı, Türkçülüğün dilde, sanatta, bilimde, hukukta, dinde, ahlakta, siyasette, felsefede ve iktisatta nasıl gerçekleşeceğini yazılarıyla ortaya koymuştur.


 

İLME DOĞRU

Asrî milletler sırasında geçmek için mutlaka lâzım olan bazı şartlar var: Bunlardan birincisi “ilme doğru” gitmektir. Ferdin kendine mahsus düşünüşü, duyuşu, iradesi olduğu gibi milletlerin de bu kabilden ruhî melekeleri vardır: Milletlerin düşünüşü ilim ve felsefe, duyuşu din ve sanat, iradesi ahlak ve iktisattır.

İlim her hadisenin sebebini gösterir. Bir hadisenin sebebini biliyorsak onu faydalı ve zararlı olduğuna göre açıklayıp sınıflandırabiliriz. Aynı zamanda ilim, her hadisenin neticesini, hizmetini de gösterir. Demek ki ilim, gayelerimize ulaşmak için vasıtaların neler olduğunu gösteren ameli bir rehberdir. O hâlde ilim adamı olmaktan ziyade amel adam olalım demekte bir mana yoktur. İşte Avrupa ve Amerika milletleri meydanda. Oralarda en ameli milletler, en ziyade ilimle düşünen cemiyetler değil midir?

İlmin bir faydası da cemiyetin bütün fertlerini ortak kanaatlerle birbirine bağlamasıdır. Fertlerin düşünüş tarzları ayrı ayrı olduğundan, ferdî zekâlarıyla düşünenler, yalnız kendi fikirlerinin doğru olduğunu, başkalarının yanlış düşündüğünü zannederler. Bu zanlar, beraber çalışmaya, hatta görüşüp konuşmaya mani olur. O hâlde hem cemiyetin bütün fertlerini ortak kanaatlerde birleştiren, hem de ameli neticelerdeki ile öz cevhere uygunluğu sabit olan ortak bir düşünüşe ihtiyaç olduğu tezahür eder. Bu ortak düşünüş, aletlerle yapılan şeyi tecrübelere dayanan ve müspet usullere tabi olan asrî ilimden başka ne olabilir?

…..

(Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları)

 

YENİ LİSAN

Konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi, en tabii bir lisandır.

Klişe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla mükâlememize (konuşma) girmez. Yazı lisanıyla konuşma lisanını birleştirirsek edebiyatımızı ihya (diriltme) yahut icat etmiş olacağız. Maharetimizi, sanatımızı, zekâmızı yalnız beş on kişilik bir edip kümesi takdir etmeyecek, karşımızda anlayan, takdir eden, alkışlayan ve mükâfatını veren bir çoğunluk bulunacak.

Nasıl?

'Nasıl mı? Pek kolay... Biraz fedakârlıkla herkes yapabilir. Balınız, biraz zahmet demiyoruz. Zira tabii bir hareket için zahmet ve ıstıraba lüzum yoktur. Biraz fedakârlık...

Türkçe kaidelerle terkip yapılabilir. Arabî ve Farisî kaidelerle için yapıyoruz? Bu bir ihtiyaç mıdır? Hayır, biz onları tezyin

için, süs için yapıyoruz. Şüphesiz süs için... İşte bundan vazgeçelim. Lafza tapmayalım. Eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın; fikre, hisse ehemmiyet verelim. Yazılarımız sade, beyaz, muhteşem, sağlam, ebediyete namzet (kalıcılığa aday), mermerden abideler olsun. Bunu ihtiyarlar, bunu dünküler yapamazlar. Hiçbir ölü, mezarını kendisi kazmaz. Onlar tabii yaşamak isterler. Hayatları eksiklikle kaimdir (ayakta durmak). "Yeni" onların en büyük düşmanıdır.

(Ömer Seyfettin, Genç Kalemler)

 

ŞİİR HAKKINDA BAZI MÜLAHAZALAR 

Her şeyden evvel şunu itiraf edelim ki, şiirde manadan ne kastedildiğini bilmiyoruz. "Fikir” dedikleri bayağı mütalaalar (düşünceler) yığını mı, mazmun mu, "vuzuh''(açıklık) bunların adi idrake göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları elzem addedenler (gerekli görmek), şiiri tarih, felsefe, nutuk, belagat gibi bir sürü söz sanatıyla karıştıranlar ve onu asıl çehre ve âleminden seçip tanımayanlardır. Şiirin bu mahiyette (nitelik) telakki olunuşu (kabul etmek), resim, musiki ve heykeltıraşi gibi sanatların, kendilerine has münhasır (özel) fırça, boya, nota ve kalem gibi istimali güç bir hünere mütevakkıf (bağlı) vasıtalara mecbur olmasındandır. Bundan dolayıdır ki, parmaklarının tutmasını bilmediği noktaya karşı mütehaşi (sevgiyle karışık korku) ve hürmetkâr olan naehiller (ehil olmayan), kendi gördükleri şiirleri alelade "lisan” mahiyetinde telakki ile sırf bu zaviye-i rüyetten (bakış açısı) bakarak, başkaca hazırlıklı olmaya hiç lüzum göstermeksizin, onu küstahane bir laubalilikle muhakeme etmek hakkını kendilerinde bulurlar.

Hâlbuki şair, ne bir hakikat habercisi ne bir belagatli insan ne de bir vazı-ı kanundur (kanun koyucu). Şairin lisanı “nesir” gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt (anlaşmayı sağlayan) bir lisandır. Nesirde üslubun teşekkülü için zaruri olan anasırın (öge) hiçbiri şiir için mevzu-bahs(söz konusu) olamaz. Şiir ile nesir, bu itibarla yekdiğeriyle nisbet ve alakası olmayan, ayrı mevzulara tabi, ayrı sahalarda, ayrı ebat ve eşkâl (biçim) üzere yükselen iki ayrı mimaridir.

 

(Ahmet Haşim)


 

FIKRA

Fıkra, gazete ya da dergilerin belli bir köşesinde yayınlanır. Bu özelliği dolayısıyla edebiyatımıza gazeteyle girmiştir. Başlangıçta siyasî içerikli olan fıkra yazıları zamanla konu bakımından genişlemiştir. Fıkralar zaman içinde günlük sosyal konuları işleyen, hak ve hukuk konularına el atan, bir kişi ya da edebî konuyu tartışan yazılara dönüşmüştür. Millî Edebiyat döneminde günlük sosyal konuların yanında bir kişiyi ya da edebî bir konuyu tartışan fıkralar da yazılmıştır.

Edebiyatımızda  Ahmet Rasim, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Haşim, Refik Halit Karay, Falih Rıfkı Atay, Halide Edip Adıvar gibi yazarlar fıkra türünde yazılar yazmıştır. Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları, Eşkâl-i Zaman, Muharrir Bu Ya; Ahmet Haşim’in Bize Göre, Gurabahane-i Laklakan; Refik Halit Karay’ın Bir    Avuç Saçma, Bir İçim Su, Ay Peşinde, Gukuklu Saat, Kirpinin Dedikleri; Orhan Seyfi Orhun’un Kulaktan Kulağa; Ziya Osman Saba’nın Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Gün Doğmadan; Falih Rıfkı Atay’ın Eski Saat, Çile fıkra türünde yazılmış eserlerdir.


 

HASPAYA YARAŞIR/Fıkra

Hoca kadın kıyafetleri ve düzgünleri aleyhinde vazediyor-muş. Cemaatten bir kadın:

-    Senin karın da süsleniyor, düzgün sürüyor hocaefendi! demiş.

Fakat Hoca, derhal cevap vermiş:

-    Öyle ama haspaya yaraşıyor.

Bu hikâyeyi bana hatırlatan İngiliz gazetesi, Japonya’nın Çin’deki emperyalist siyaseti aleyhine yazıyordu. Japonya’nın teşkilatçılığından, ihtirasından bahsettikten sonra Kuzey Çin'i alırsa iki yüz milyon insanı istismar edeceğini, bunun hak ve adalete ne kadar zıt olacağını yana yakıla anlatıyordu. Eğer makalenin yazıcısı karşımda olaydı, soracaktım:

-    İngiliz emperyalizminin 350 milyon Hintliye tahakküm edişine ne dersin?

O da mutlaka Hoca’nın cevabını verecekti:

-    Öyle ama ona yaraşır...

(Halide Edip Adıvar)

 

 KUVVET/Fıkra

Yolun üstündeki bir cami avlusunda her akşam geçtikçe görürdüm: Bir sürü çocuk türlü türlü oyunlarla, haylazlıklarla meşgul olurlar, arada bağrışırlar, kavga ederlerdi.

Bir akşam yine geçiyordum. Oyun yoktu; şimdi çocuklar yine halka olmuş, bir şey seyrediyorlardı. Pek tuhaf, pek eğlenceli bir temaşa (seyir) karşısında bulunuyorlar gibi hepsi mütebessimdi. Kemal-i zevk (büyük zevk) ile seyrettikleri manzara ihtimal ki her gün gördükleri bir hâldi. Oradakilerin hepsinden büyük bir çocuk, âdeta genç bir adam üzerine saldıran küçük bir çocuğu dövüyor, galiz (kaba, ağır) lakırdılarla yanından itiyordu. Fakat beriki, her tokat yiyişinde yeni bir feryatla haykırarak, bütün yüzü gözü her yere düşüp kalkmaktan kirle, gözyaşlarına bulanmış olduğu hâlde, yine karşısındakinin üzerine atılıyor:

- Benimdir o, ver!

âvâzesiyle (feryat) bir kamçıyı almak, istirdat (etmek geri almak) istiyordu.

Ve böyle bir taleb-i muhikkine (haklı istek) karşı bir tokat, bir tekme yiyerek, geriliyor; ağlamaktan, bağırmaktan sesi dönmüş, kısılmış bir hâlde, aciz ve zayıf, onu vermemeye çalışarak kamçısına doğru fırlıyordu.

Nihayet bir defasında hain bir tokat ile şiddetli bir tekme yedi; bir daha kalkmaya zavallı vücudunda kuvvet bulamadı; oraya, tozların içine yuvarlandı. Aczinin, zaafının bütün biçarelikleriyle (çaresizlik) olduğu yerde içine çekerek, bağırarak ağlarken, öteki, zorla aldığı kamçıyı müftehirane (övünerek) sallayarak etrafındaki çocukların, kuvvetle karşı müdâhaneyi (dalkavukluk) bilen bu küçük mahlûkların (varlık, canlı) kahkahaları arasında salıp gidiyordu.

 

(Hüseyin Cahit Yalçın)


 

SOHBET (SÖYLEŞİ)

Yazar bu yazı türünde bir düşünceyi açıklar, bir konuyla ilgili bilgi verir. Ele aldığı konuda fazla derinleşmez. Düşüncelerini kanıtlama yoluna gitmez. Sohbet yazılarında herkesi ilgilendirecek konular seçilir. Cümleler çoğu zaman konuşmadaki gibi devriktir. Yazar sorulu cevaplı cümlelerle, konuşuyormuş hissi verir.

Sohbet yazılarında samimi ve içten bir dil ve anlatım kullanılır, Yazarın makalede olduğu gibi, düşüncelerini kanıtlama düşüncesi yoktur. Sohbet yazıları hemen her konuda, özellikle güncel sanat olayları üzerinde yazılabilir. Bu türün en ünlü isimleri Ahmet Rasim ve Şevket Rado’dur.

Fıkra gibi sohbet yazı türü de Millî Edebiyat döneminde şahsî unsurlardan oldukça arınmış, sosyal ve siyasal konulara yönelmiş, nükte ve konu çeşitliliği bakımından zenginleşmiştir. Sosyal ve siyasal eleştiri ön plana çıkmıştır.


 

KAVUKLU HAMDİ/Sohbet

Meşhur kavuklu Hamdi Efendi’yi pek sever, onunla pek samimi görüşür idim. Bizzat ta Eyyüp’e kadar giderek Merhum’u aradım, buldum. Biçare ortaoyunlarının önemini yitirerek yerini sahne oyunlarına bırakması üzerine işi kahveciliğe dökmüş, kıt kanaat geçinir idi.

Beni görünce ziyadesiyle sevindi. Kendi eliyle pişirdiği şekerli, üstü inci inci tabir olunan köpük kabarcıklı kahverengine devetüyü i si m i ne kallavi dedikleri ağzı yayvan, içi geniş bir fincan ile getirerek oyunda mirasyedi karşılarken Pişe-kar’ın “Pati çâk!’’ der demez dizine kadar indirip kavuğundan aşırmak üzere salladığı temennayı (eli alnına götürerek selâmlama işareti yapma) müteakip (sonrasında) bir iskemle çekerek yanı başıma oturdu idi.

-    Nasılsın, iyi misin?

den başlayan bir hoş beşten sonra dedim ki:

-    Hamdi Efendi, sen bu oyunculuğa kimin yanında başladın?

Yüzüme baktı. Hamdi’nin en kahkahaferma olan (güldüren) mimik hareketlerinden biri de böyle bakışlarıydı. Hafif, ela göz bebeği dairesi üst kapağının altına doğru çekilir, beyazı çoğalır, bu art arda yaptığı hareket ile siması güldürücü bir şaşkınlık halini alırdı.

Dedi ki:

-    Kimsenin yanında çalışmadım.

-    Ya senin için Kör Mehmet'in çırağı derler...

-    Hayır! Kör Mehmet diye bir kavuklu olduğunu sonradan işitir idim. Fakat ben çocuk idim.

-    O hâlde bu oyunculuğa nasıl girdin?

-    Biz mahallede birkaç arkadaş nereden görmüş isek görmüşüz. Bir araya gelir, oynar idik. Kimi ondan eski bir ferace giyerek, kimi oyuncakçıdan bir havan ister, döğe döğe gelirdi. Mesela ben amcamın kavukluğundan kavuğunu aşırır, giyer idim. Biz oynarken şu, bu da etrafımızda toplanırdı. İşte biz, böyle azıttık. Bir gün önümüze biri düştü, dedi ki: “Gelin şu tahta havalı yerde oynayın. Ben kapısında durayım. Girenlerden beşer onar para alırsak pay ederiz. Olur mu olur! Biz tahta havaleden içeri girdik. Hâlâ o giriş!

(Ahmet Rasim)

 zmbk yay.

SON EKLENENLER

Üye Girişi