Kullanıcı Oyu: 2 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 Reşat Nuri GÜNTEKİN (1889 -1956)

 1889'da İstanbul'da doğan sanatçı 1956'da Londra'da öldü. Sanatçı İstanbul Üniversitesi'ni bitirdikten sonra yurdun çeşitli yörelerinde öğretmenlik ve müfettişlik yaptı. Çanakkale'den milletvekili seçildi, daha sonra Paris Kültür Ataşeliği'nden emekli oldu.

 Türk edebiyatının en tanınmış roman, hikâye ve oyun yazarlarından biridir. Yazın hayatına "Eski Ahbap" adlı uzun hikâyesi ile başlamıştır. Sanatçı, bir taraftan tiyatro eleştirileri ile ilgili araştırmalar yayımlamış, bir taraftan da hikâye yazmıştır. "Çalıkuşu" romanının yayınlanmasından sonra ünü daha da artmıştır. Hareketli olayların yer aldığı eser ve bu eserin idealist ve aydın kahramanı Feride sayesinde Anadolu geniş ölçüde romanımıza girmiştir. Eser, hem aydın çevreler hem de az okumuş çevreler tarafından ilgiyle karşılanmış; konusu, doğallığı ve canlı diliyle okuru kendisine bağlamıştır.

  Reşat Nuri'nin hemen bütün romanlarında, çevre olarak taşradaki kasabalar, şehirler ile bu yerlerdeki tipleri ve sorunlarıyla Anadolu'yu görmek mümkündür. Ayrıca "Çalıkuşu, Acımak, Kan Davası, Yeşil Gece" romanlarında birinci derecedeki kahramanlar öğretmendir. Bunun nedeni ise yazarın eğitim ve öğretim sorunlarıyla yakından ilgilenmesidir.

 Eserleri:

 Roman: Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi, Bir Kadın Düşmanı, Gizli El, Damga, Yeşil Gece, Acımak, Yaprak Dökümü, Kızılcık Dalları, Gökyüzü, Kavak Yelleri, Son Sığınak, Kan Davası, Eski Hastalık, Ateş Gecesi, Değirmen, Miskinler Tekkesi, Harabelerin Çiçeği.

 Öykü: Tanrı Misafiri, Sönmüş Yıldızlar, Gençlik ve Güzellik, Roçild Bey, Eski Ahbap, Olağan İşler, Leyla ile Mecnun.

 Oyun: Balıkesir Muhasebecisi, Hançer, Eski Rüya, Ümidin Güneşi, Gazeteci Düşmanı-Şemsiye Hırsızı-İhtiyar Serseri (Üç oyun bir arada), Taş Parçası, Felaket Karşısında-Gözdağı-Eski Borç (Üç oyun bir arada), İstiklal, Vergi Hırsızı, Bir Yağmur Gecesi, Tanrıdağı Ziyafeti, Yaprak Dökümü, Hülleci, Bir Köy Hocası, Babür Şah'ın Seccadesi, Bir Kır Eğlencesi, Ümit Mektebinde

 Gezi: Anadolu Notları.

 Yaprak Dökümü: Çeşitli memuriyetlerde bulunan Ali Rıza Bey, emeklilikten sonra İstan-bul'da çileli ve geçim zorlukları içinde bir yaşam sürmektedir. Oğlu Şevket eğlenceye düşkün biridir; onun harcamaları yüzünden geçinmek daha da zorlaşır. Kızları Fikret ve Leyla ise iyi evlilikler yapamaz. Sonunda Ali Rıza Bey felç olur.

 Miskinler Tekkesi: Romanda, daha önce soylu bir ailenin çocuğu olan bir delikanlının, zamanla dilenecek duruma düşmesi ve bunu bir meslek hâline getirmesi anlatılır.

 Kan Davası: Küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Ömer, öğretmen olur ve Kurtuluş Savaşı'nda yedek subaylık ve daha sonra Ege yöresinde öğretmenlik yapar. Bu görevi sırasında aralarında kan davası olan iki köy halkını barıştırır.

 Yeşil Gece: Bir köylü çocuğu olan Şahin'i, İslam birliğinin sembolü olan bayrağın bir gönüllüsü olması için babası memleketlerindeki bir medreseye gönderir. Fakat bir süre sonra babası ölen Şahin'in yetenekli bir öğrenci olduğunu düşünen hocaları, onu İstanbul'daki bir medreseye gönderirler. Fakat o, dört yıl okuduğu bu medresede inançlarını yitirir ve İstanbul Öğretmen Okuluna gidip öğretmen olur.


 ÇALIKUŞU – REŞAT NURİ GÜNTEKİN

 ÇALIKUŞU

 Romanın özeti

 Reşat Nuri Güntekin'in en tanınmış romanlarından biri olan "Çalıkuşu", roman kahramanı Feride'nin hatıra defteridir. Feride, küçük yaşta annesini ve babasını kaybeder. Erenköyü'ndeki teyzesi, onun yatılı bir okulda eğitim almasını sağlar. Yaz tatillerini teyzesinin Kozyatağı'ndaki evinde geçirir. Teyzesinin oğlu Kamuran'la birbirlerini severler ve iki genç nişanlanır. Kamuran'ın başka bir kadınla ilişkisinin olduğunu, düğün günü kendisine verilen bir mektuptan öğrenen Feride, her şeyi yüzüstü bırakıp İstanbul'dan ayrılır. Anadolu'da Zeyniler, Bursa, Çanakkale, İzmir, Kuşadası gibi köy, kasaba ve şehirlerde dolaşır. Güzelliği her yerde başına dert olur; her gittiği yerde kendisine evlenme teklif eden bir erkek çıkar. Zeyniler köyünde tanıştığı Doktor Hayrullah Beyle kâğıt üzerinde evlenir. Fakat aralarındaki ilişki bir baba-kız ilişkisidir. Feride, öğretmenliğe başlayınca bir günlük tutmuş ve yaşadığı maceralı yaşamı bu günlükte anlatmıştır. Hayrullah Bey bir gün Feride'nin bu günlüğünü bulup okur. Hastalanınca Feride'ye, içinde onun günlüğünün bulunduğu bir zarf uzatır ve bu zarfı Kamuran'a vermesini söyler. Hayrullah Bey, Kamuran'a yazdığı mektupta olan biteni anlatıp Feride'yi bırakmamasını öğütler. Kısa süre sonra da Feride ve Kamuran evlenirler.

 Romandan bir parça:

 Araba inişli yokuşlu dağ yollarına girmiştir. Kâh kurumuş sel çukurlarından geçiyor, kâh boş tarlaların, bozulmuş bağlantı kenarlarını takip ediyordu. Seyrek fasılalarla tek tük köylülere, yorgunluktan inler gibi sesler çıkaran kağnılara tesadüf ediyorduk (rastlıyorduk).

 Yıkık bir değirmenin önünde, abalı, sarıklı bir ihtiyar adama rastgeldik. Kaburga kemikleri soyulmuş zayıf bir ineği çeke çeke, sürükleye sürükleye götürmeye çalışıyordu. Bizi görünce durdu, dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Bu ihtiyar hoca Zeyniler muhtarı imiş... Arabacı onu tanıyordu. Birkaç kelime ile benim kim olduğumu anlattı.

 Köyün dar sokakları içine girmiştik. Evleri şimdi daha iyi görebiliyordum. Hani Boğaziçi'nde eski zamandan kalma kayıkhanen yalılar vardır. Bu evler tıpkı onlara benziyordu. Altlarında dört direkten ibaret açık ahırlar, üstlerinde asma merdivenle çıkılan bir iki oda... Herhalde bu Zeyniler gördüğüm, işittiğim köylerden hiçbirisine benzemiyordu.

Etrafı tahta havalelerle çevrilmiş bir bahçenin kırmızı kapısı önünde durduk. Yapraklarına varıncaya kadar siyah görünen bu köyde gördüğüm ilk renk bu kırmızı tahta oldu.

İlk defa söz söylemeye cesaret ettim:

-    Galiba içerde kimse yok, dedim. Muhtar başını sallayarak cevap verdi:

-    Hatice Hanım akşam namazını kılıyor olmalı... Az bekleyeceğiz...

Arabacının beklemeye vakti yoktu. Bavulu kapının önüne bırakarak bizden ayrıldı. Muhtar, abasının eteklerini toplayarak yere çömeldi, ben bavulun kenarına iliştim. Konuşmaya başladık.

Bu Hatice Hanım pek Müslüman bir kadınmış... Tarikata men-supmuş... Köyün dirisine ölüsüne o yetişirmiş... Mevlitleri o okur, gelinlerin yüzünü o yazar, "sekeratta bulunan" (son anlarını yaşayan) hastaların ağzına son Zemzem damlasını o akıtır, cenazeleri o yıkayıp yaşmaklarmış...

Geldiğimin ertesi günü derse başladım. Bu ilk gün hayatımın en unutulmaz bir hatırası gibi yaşayacak... Sabahleyin erkenden aşağı inmiştim. Maarif müdürünün "büyük fedakârlıklarla tecdîd ve ihya ettiği" dershaneyi şimdi daha iyi görebiliyordum. Burası eski bir ahırdı. Yalnız zeminine tahta döşemişler, pencerelerini genişleterek cam, çerçeve takmışlardı.

Ocak bacalarının içi gibi simsiyah görünen kaplamaların üstünde, ters takılmış bir harita ile bir iskelet levhası, bir çiftlik ve bir yılan resmi sarkıyordu. Dershanenin sokak tarafındaki duvarının dibinde ahırdan kalma bir hayvan yemliği vardı ki bozmaya lüzum görmemişler, üstüne kocaman bir tahta kapak takarak bir nevi dolap hâline getirmişlerdi.

Büyük fedakârlıklarla temin edilen levazımdan (eşya) büyük bir kısmı da beş tane eski biçim battal mektep sırasıydı. Fakat tuhafı şu ki bunları dershanenin bir köşesine atıvermişlerdi.

-    Bunları niçin böyle yaptınız Hatice Hanım? dedim.

-    Eski Hoca Hanım yaptı kızım, çocuklar bunun üstünde rahat oturamazlar. Böyle yerde adamın zihnine ders girer mi? Hoca Hanım müfettiş filan gelir diye büsbütün atmaya da korktu. Çocuklar mektebe geldiği vakit oraya oturturuz. Sonra ders okuyacakları zaman şuradaki hasırın üstüne indiririz.

İhtiyar kadına, bana yardım etmesini söyleyerek, sıraları tanzim etmeye, temizlemeye başladım. Çehresinden, memnun olmadığı belliydi. Fakat itiraza cesaret edemiyordu. Eski muallimler, zavallı kadıncağıza mevkiini öğretmiş (haddini bildirmiş) olacaklardı. Ben ellerim toz toprak içinde bu işleri bitirirken talebelerim de birer birer sökün etmeye (gelmeye) başlamışlardı. Zavallıların kıyafetleri öyle sefil, öyle düşkündü ki... Hemen hiçbirisinde çorap, potin yoktu. Başları eski bez parçalarıyla sımsıkı kundaklanmış, çıplak ayaklarındaki nalınları taşların üstünde şıkırdata şıkırdata geliyorlardı.

Hatice Hanıma:

-    Her zaman böyle gürültü içinde mi çalışırsınız? Buna tahammül edilmez, dedim. O biraz hayretle yüzüme baktı:

-    Elbette kızım. Mektep bu. Balta vurmadan ağaç yontulur mu? Ne kadar ses çıkarırlarsa,   ders zihinlerinde o kadar yer eder.

 Reşat Nuri Güntekin

*****************************************************************************

 "Çalıkuşu" romanı 1922'de yayımlanmıştır. Bu dönemde Anadolu yoksulluk ve sefalet içindedir. İnsanımız, yüzyıllar süren savaşlar, işgaller ve eğitim alamamaktan dolayı perişan durumdadır. Eğitimsizlik ise sefaleti ve yaşam koşullarını daha da ağırlaştırmaktadır. Muhtar, Hatice Hanım ve köylüler ise o dönemde eğitimden bihaber olan kişileri temsil etmektedir.

 "Çalıkuşu" romanında "Zeyniler" önemli bölümlerden biridir. Çünkü eserin kahramanı olan Feride, bin bir zorluğu göze alarak bu dağ başındaki Anadolu köyüne gelmiştir. Onun amacı ise köy okulunu tekrar eğitime açmak ve okuma yazma bilmeyen çocuklara eğitim vermektir. Feride'nin buradaki mücadelesi de eserin temasını vurgulayan önemli bölümlerden biridir. Bu bölümde de gördüğünüz gibi Anadolu'daki çocuklarımız eğitimsizdir, onlara eğitim verecek, ışık olacak öğretmenlere ihtiyaç vardır. Bütün bunlardan dolayı eserin teması "Anadolu'daki çocuklarımızın eğitilmeye ve onları eğitmek için fedakâr nice Feride Öğretmenlere ihtiyaç vardır." şeklinde ifade edilebilir.

 Okuduğunuz romanda, liseden mezun olan genç bir kızın, evleneceği sırada nişanlısının başka birini sevdiği dedikoduları yüzünden öğretmen olarak tayinini istemesi ve bunun ardından gelişen olaylar anlatılmıştır. Bunlar bire bir gerçek olaylar değildir. Romanın birinci kahramanı Feride idealize edilmiş bir karamandır. Roman kahramanı bir modeldir. Böyle kahramanların örneklerine günlük yaşamda sıkça rastlamak pek mümkün olmaz. Bu romandaki olaylar ve kişiler kurgulanmıştır. Fakat bunlar bizde yaşanmış ya da yaşanması mümkün olan olaylar hissini uyandırıyor.

 Bu romandaki olay örgüsü, Anadolu insanın çileli yaşamı ve eğitimden yoksun oluşu ile ilgili gerçekliği, bir tema etrafında Feride'yle Kamuran'ın birbirine olan aşkları ile birleştirilerek anlatılmıştır.

 Feride zorlu bir yolculuktan sonra Zeyniler'e gelir. Daha geldiğinin ertesi günü okula koşar. İlkin okulu elden geldiğince düzene sokar. Ardından öğrencileri birer ikişer okula gelmeye başlar. Feride'nin şartlar ne olursa olsun, öğretmenlik mesleğini fedakârca yapmaya çalışması, metne anlam bakımından bir bütünlük kazandırmıştır.

Reşat Nuri, toplumsal sorunlarla kişilerin duygusal yanlarını birlikte vermeyi yeğleyen bir yazardır. Özellikle romancılığının ilerleyen dönemlerinde, toplumsal özün eserlerinde önemli bir yer tuttuğu, hatta amaç durumuna geldiği açıkça görülür. Onun kahramanları ülkesinin eğitimi, kalkınması, yenileşmesi için sağına ve soluna bakmadan çalışan ideal tiplerdir. Çalıkuşu'ndaki Feride, o döneme kadar yer verilen tiplerden daha da mücadeleci bir kişi olarak karşımıza çıkar. Onun romanlarında aydın, işçi, köylü, asker, öğretmen, mühendis, esnaf kısacası toplumun her kesiminden kişiler yer alır. Bunlar Çalıkuşu'ndaki Doktor Hayrullah Bey, Kamuran, Zeyniler'deki muhtar, Hatice Hanım, çocuklar, köylüler gibi dönemlerinin çevre ve tarih koşulları içinde yaşamlarını sürdüren tiplerdir. Sanatçının kişileri tek boyutlu olup ya iyi ya da kötüdür.

 Sanatçının, romanlarında çocuk kahramanlara da yer verdiği görülür. Bunlar genellikle Çalıkuşu romanındaki "Munise" gibi bir kenara itilmiş çocuklar olup bunların topluma nasıl kazandırabileceği üzerinde durulduğu görülür.

 Okuduğunuz metinde de gördüğünüz gibi, Çalıkuşu romanındaki olaylar, kahramanın bakış açısıyla ve gözlemci bir tavırla anlatılıyor. Fakat eserde yazarın, kendi duygu ve düşüncelerini başkahraman Feride'nin ağzından anlattığı görülüyor.

 Çalıkuşu romanında çevre olarak İstanbul dışına -Anadolu- çıkılmış, Anadolu ve Anadolu insanının yaşamı anlatılmış, yalın bir dil kullanılmıştır. Bütün bunlar eserin Millî Edebiyat geleneğine bağlı kalınarak yazıldığını göstermektedir.

 Romanda gözleme büyük önem verilmiş. Çevre her yönüyle incelenmiş, betimlemeler tarafsızca yapılmış, her şey gerçek yönleriyle, realist bir tutumla anlatılmıştır. Aşağıdaki metinde gördüğünüz gibi romanın pek çok bölümünde doğayı, toplumu, olayları olduğu gibi vermek yeğlenmiştir:

 “Ocak bacalarının içi gibi simsiyah görünen kaplamaların üstünde ters takılmış bir harita ile bir iskelet levhası, bir çiftlik ve bir yılan resmi sarkıyordu. Dershanenin sokak tarafındaki duvarının dibinde ahırdan kalma bir hayvan yemliği vardı ki bozmaya lüzum görmemişler, üstüne kocaman bir tahta kapak takarak bir vevi dolap haline getirmişlerdi”


 Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889 -1974)

 1889'da Kahire'de doğan sanatçı, 1974'te Ankara'da öldü. İlk ve orta öğrenimini Manisa, İzmir ve İskenderiye'de tamamlayıp İstanbul'a geldi. İkdam ve Peyam gazetelerinde makale ve hikâyeler yazdı. Millî Mücadele sırasında Anadolu'da Mustafa Kemal'in yanında yer aldı.

 Yakup Kadri, yirminci yüzyıl Türk edebiyatının en tanınmış roman yazarlarından biridir. Eserlerinde Türk toplumunun Tanzimat'tan Atatürk Türkiye'sine kadar olan yaşamını güçlü bir biçimde yansıtmıştır. Gerçekçi küçük hikâyeler ve mensur şiirlerden sonra romana geçmiş, romanla-rında birbirini tamamlayan toplumsal ve bireysel yaşamı bir zincir hâlinde anlatmıştır. Sanatçı, içinde yaşadığı toplumun sorunlarına eğilir, bunlara kafa yorar. Romanlarındaki tiplerin büyük bir bölümü iç dünyaları zengin, karamsar, törelere bağlı, düzensiz kişilerdir. Hemen her romanında tarihî olaylara bağlı insanların kişiliklerini yansıtır.

 Betimleyici, çözümleyici, tezci yönleri ile dikkat çeken bir sanat adamıdır. İlk dönemlerinde Servet-i Fünûn'un etkisiyle ağır bir dil kullanır; fakat Millî Edebiyat akımına girdikten sonra dili yalınlaşır ve akıcı, çekici bir hâl alır. Hikâye, roman, anı, tiyatro, deneme, makale, oyun, monografi, şiir türlerinde eserler vermiştir.

1920'de roman yazmaya başlayan sanatçı, bireysel bunalımlardan çok, toplumsal sorunları ele alır ve bütün dikkatiyle Türk insanı üzerine yönelir. Onun romanlarında, Batı uygarlığı ile karşılaşan insanımızın değişen yaşam biçiminin anlatıldığı görülür.

 Yazarlık yaşamı boyunca Batı edebiyatına da sıkı sıkıya bağlı kalmış; Flaubert, Balzac ve Emile Zola'dan etkilenmiştir. Sanatçı, 1955'ten sonra da anıları dışında kitap yazmamıştır.

 Eserleri

Roman: Kiralık Konak, Nur Baba, Erenlerin Bağından, Sodom ve Gomore, Hüküm Gecesi Yaban, Ankara, Bir Sürgün, Panorma, Hep O Şarkı.

Hikâye: Bir Serencam, Millî Savaş Hikâyeleri, Rahmet.

Anı: Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Zoraki Diplomat, Anamın Kitabı, Vatan Yolunda, Politikada 45 Yıl.

Makale: Kadınlarımız, Seçme Yazılar, İzmir'den Bursa'ya (Halide Edip, Falih Rıfkı Atay ve Mehmet Asım Us ile birlikte), Kadınlık ve Ergenekon, Alp Dağları'ndan ve Miss Chalfrin'in Albümünden

Monografi: Atatürk, Ahmet Haşim.

Şiir: Erenlerin Bağından, Okun Ucundan.

Oyun: Nirvana.

 Kiralık Konak: Yazarın ilk romanıdır. Roman 1908 -1918 yılları arasındaki dönemi konu alır. Bu eserde aile hayatıyla ilgili sorunlar, insanımızdaki değişmeler ve toplumsal buhranlar işlenir. Eserdeki hâkim bakış açısı ise konak çevrelerinde geleneksel yaşam biçimi sürdürecek nitelikte bir neslin yetişmemesidir. Kiralık Konak, farklı devirleri temsil eden Naim Efendi ile torunu Seniha arasındaki çatışma üzerine kurulmuştur.

 Nur Baba: Romanda üç mekânın çatışması anlatılır. Bunlar "düzensizliğin hâkim olduğu Nur Baba Tekkesi, Nigâr Hanım'ın yaşadığı konak -tekke ve bu konak arasında tam bir tezat söz konusudur- ve bir zamanlar cazibe merkezi durumundaki Safa Efendi'nin yahşidir.

 Hüküm Gecesi: Sosyal yaşamın geniş biçimde anlatıldığı bir romandır. Bu romanda 1908-1911 yılları arasında meydana gelen siyasi olaylar anlatılır. İttihat ve Terakki partisi çevresinde gelişen olaylarla ilgili gözlemlere yer verilir. Yazar bu romanıyla aile ve tekke ile sınırlı bir mekânın dışına çıkar ve daha geniş bir çevreye açılır. Osmanlının bozulan durumu Ahmet Kerim aracılığı ile ortaya konur.

 Ankara: Üç bölümden oluşan romandaki olaylar; Selma Hanım, Nazif Bey, Hakkı Bey ve Neşet Bey etrafında örgülenir. Romanda, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki heyecanlı, ateşli Ankara ve bu süreçte Neşet Sabitin kişiliği etrafında yeni yetişen nesil anlatılır.

 Sodom ve Gomore: Roman, Kaptan Jackson Reed, Leyla ve Necdet arasındaki ilişki üzerine kurulmuştur. Eserde Mondros Mütarekesi dönemindeki İstanbul yaşamı anlatılır. Eserde "Reed" işgalci güçlerin, "Leyla" o dönemdeki modern yaşamın, "Necdet" ise uyanmaya başlayan millî bilincin temsilcisidir. Reed ile Necdet arasında bir çatışma söz konusudur. Bu da eserde iki millî gururun çatışması olarak karşımıza çıkar.


 YABAN – YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

Romanın özeti

 Birinci Dünya Savaşı yıllarında yedek subay olan Ahmet Celal, İstanbul'da yaşayamayacağını düşünür. Bunun üzerine eski emir eri Mehmet Ali'nin çağrısına uyup onun Haymana Ovası'nın ortasında Porsuk çayı dolaylarındaki köyüne gelir. Bakımsız ve dünya ile ilişkisi son derece sınırlı olan bu köyde köylü tarafından çok yadırganır. Dost olup kaynaşmak istediği köylüler ona hep bir yabancı gözüyle bakarlar. Hatta bu insanlar onun kolsuz olduğunu bile fark etmezler, fark edenler de bunu önemsemezler ve Ahmet Celal'e "yaban" adını takarlar ve ondan uzak dururlar. Hâlbuki Ahmet Celal kolunu onlar için kaybetmiştir ve bunun bilinmesini ister. Ama kimse oralı olmaz. Çünkü bu köyde sakatlık herkese özgü bir hâldir. Ahmet Celal bir süre sonra Mehmet Ali'nin kardeşi Emine'ye ilgi duymaya başlar. Bu ilgi zamanla sevgiye dönüşür. Mehmet Ali tekrar asker çağrılınca Ahmet Celal yalnız kalır. Yaşadıkları köy İstiklal Savaşı'na karşı kayıtsız kalır. Bir süre sonra Yunan ordusu köyü işgal eder ve yakıp yıkmaya başlar. Ahmet Celal bu ortamdan Emine'yi kurtarmaya çalışır ama bu sırada her ikisi de yaralanır. Emine'nin yarası ağır olduğundan, Ahmet Celal köydeki anılarını yazmış olduğu defteri Emine'ye verip perişan bir durumda köyden ayrılır. Sakarya Savaşı'nın sona ermesinden sonra, düşmanın yaptığı zulümleri araştırma kurulu köye gelir; bu sırada yıkıntılar arasında kenarları yanık ve yırtık bir defter bulu-nur. Bu, Ahmet Celal'in anı defteri, yani Yaban romanıdır.

 Romandan bir parça:

 Buraya geldiğimin bilmem kaçıncı haftası idi. Mehmet Ali'ye sordum:

-    Kadınlarınız niçin yalnız benden kaçıyorlar?

-    Yabansın da ondan, beyim.

Bu "yaban" sıfatı beni önce çok kızdırdı. Fakat sonra anladım ki, Anadolulular, Anadolu köylüleri, tıpkı kadim Yunanlıların kendilerinden başkasına "barbar" lakabını vermesi gibi, her yabancıya "yaban" diyorlar.

Bir gün... bir gün onlara ispat edebilecek miyim ki, ben bir "yaban" değilim; benim damarlarımdaki kan onların damarlarında işleyen kandır; aynı dili söylemekteyiz, aynı tarihî ve coğrafi yollardan hep birlikte gelmişizdir. İspat edebilecek miyim ki, aynı Allah'ın kuluyuz; aynı siyasi mukadderat, aynı içtimai bağlar, bizi kardeşlik, evlatlık, analık, babalık fevkinde (onlardan daha üstün) bir yakınlıkla birbirimize bağlamıştır.

Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk entelektüeli, Türk okumuşu, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip münzevidir.

Bir münzevi mi? Hayır, bir "galat-i hilkat" demeliyim. Öyle ya, bir mahluk tasavvur edin ki, hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir; kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor...

Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında aynı derin uçurum mevcut mudur? Bilmiyorum. Fakat mektep görmüş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark, bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.

Bunu yazarken elim titriyor.

Lakin, Türkiye'nin münevver sınıfı, hakikaten bu cemiyetin kaymağı mıdır? Eğer öyle ise, bu Salih Ağalardan, bu Bekir Çavuşlardan, bu İsmail'lerden, bu Zeynep Kadınlardan bende bir şey bulunması lazım gelmez miydi? Halbuki ben burada hayvanlara insanlardan daha yakınım. Onları, tiksinmeden, şefkatle sevmesini biliyorum ve bu sevgim onlara geçebiliyor. Boz eşek bana iyiden iyiye alışmıştır. Zira, onun başını koltuğumun altına alıp saatlerce okşarken, o, tatlı tatlı bana bakar ve bazen ben yürüyünce kendiliğinden arkama takılır.

Geçen gün, Zeynep Kadını, sokak kapısının önünde benden şikâyet ederken yakalamayayım mı? Ben, onun bütün işlerini karıştırmışım. Salih Ağa ile aralarını bozmuşum. Zaten yanlarına geldiğim günden beri evlerinin beti-bereketi kalmamış. Mehmet Ali askere gitmiş. Başlarına şu arazi davası çıkmış, İsmail şımarmış, kimseyi dinlemez olmuş.

Ben bunları duymazlıktan geldim. Kapıdan çıkmak üzere iken ayaklarımın ucuna basarak tersyüzü odama döndüm. Şimdi başım iki ellerimin arasında, düşünüyorum.

 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

 

***

Okuduğunuz metin, esere neden "Yaban" adının verildiğinin anlatıldığı ve romanın yazılış amacının ortaya konduğu önemli bir bölümdür. Bu romanda, asırlar boyunca ihmal edilen, yüzüstü bırakılan Anadolu köylüsü ile aydın kesim arasındaki büyük uçurum, kopukluk gösterilmek istenmiştir. Köylülere göre aydın kesim bir "yaban"dır. Köylü yaban bildiklerinden uzak durur, böylelerine şüphe ile bakar. Aşağıdaki bölüm de bütün bunları doğrular niteliktedir:

"Buraya geldiğimin bilmem kaçıncı haftası idi. Mehmet Ali'ye sordum:

- Kadınlarınız niçin yalnız benden kaçıyorlar?

- Yabansın da ondan, beyim.

Bu "yaban" sıfatı beni önce çok kızdırdı. Fakat sonra anladım ki, Anadolulular, Anadolu köylüleri, tıpkı kadim Yunanlıların kendilerinden başkasına "barbar" lakabını vermesi gibi, her yabancıya "yaban" diyorlar."

 Yaban, ilk yayınlandığı dönemlerde sanki köylü karşıtı gibi algılanmış fakat bunun doğru olmadığı bizzat yazar tarafından belirtilmiş; Anadolu insanının geri kalmışlığının, cehaletinin asıl sorumlusunun aydın olduğu kitaptan alınan örneklerle gösterilmiştir:

 "Bunun sebebi, Türk münevveri gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kütlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa hâlinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun..."

Yazar, Sakarya Savaşı'ndan sonra "Tedkik-i Mezalim Heyeti" ile birlikte yaptığı inceleme gezilerinde gördüklerini bazı hikâye ve makalelerinde anlatmıştır. Hatta sanatçı "Düşmanın Yaktığı Köyler Ahalisine" adlı yazısında köylü ve aydın arasındaki uçuruma, uzaklığa değinmiş, bundan on yıl sonra da aynı temayı işlemiş olduğu "Yaban" romanını yazmıştır.

 Yazarın o dönemde tanık olduğu olaylar ve kişiler, romanda anlatılanlarla bire bir örtüşen şeyler değildir. Sanatçı, Birinci Dünya Savaşı yıllarında yedek subay olan roman kahramanı Ahmet Celal'i İstanbul dışına göndermiş, bu yolla aydın ve köylü arasındaki uçurumu, kopukluğu gözler önüne sermiştir.

 Yaban romanın yazıldığı dönemde aydın ve köylü arasında büyük bir uçurum vardır. Aydın, köylüyü aydınlatma görevini yerine getirmemiş, köylü de bunun sonucunda cahil kalmıştır. Yazar da bu gerçekliği Anadolu'nun ücra bir köyüne yerleşen Ahmet Celal'in günlüğü olarak okuyucusuna sunmuştur.

 "Ahmet Celal'in emir eri Mehmet Ali'nin köyüne gittikten sonra ondan başka konuşacak kimse bulamaması, köylü tarafından dışlanması ve bunun üzerine -aydınlar adına- nerelerde yanlış yaptığına ilişkin bir nefis muhasebesi (özeleştiri) yapması metne bütünlük kazandıran olaydır. Zaten eserin tamamındaki olaylar da bu düşünceyi destekleyecek şekilde örgülenmiştir.

 Eserdeki kişiler, dönemin koşullarına uygun olarak düşünülmüştür. Köylülerin üzerinde uzun yıllar devam eden savaşların izleri ve yorgunluğu görülür. Hemen hepsi yoksul, cahil, medeniyetten uzak ve ümitsizdir. Düğünleri bile kasvetli, oyunları ağırdır. Çocuklar, ağır işlerde çalışmaktan oynamaya vakit bulamaz. Bir paşa oğlu Ahmet Celal ise gözüne sadece kara bir gözlük takar; aldığı eğitime, terbiyeye ve kendi yaşam biçimine pek uymayan köy ve köylüyü olumsuz bir bakış açısıyla anlatır. Ona göre, köyde çirkin ve pis olmayan tek bir kimse bulamazsınız. Bunun nedeni ise "okuru etkileyebilmek için bir duygu yükü yakalamak, hatta iğrenç denebilecek bir atmosfer oluşturmak" olarak açıklanabilir.

 Romandaki olumsuz bakış açısı kişilerle de sınırlı değildir. Bu her yere, bütün çevreye yansımıştır. Akarsular bile bizim düşündüğümüz gibi serinletici, berrak ve bereketli değildir:

 "Yeknesak ovayı ikiye bölen Porsuk çayı, kuvvetli bir zelzelenin açtığı uzun bir yılankavi bir kuyruk gibidir. Hiç suyu görünmez. Ta yanına gittiğiniz zaman, bile o suyun cana can katan serinliğini ve rengini bulamazsınız. Elinizi bir soksanız, günün hangi saatinde ve hangi mevsiminde olursa olsun, bir cerahat gibi ılıktır."

 Yaban romanındaki olayların birinci tekil kişi ağzından anlatılması; olay, mekân ve insanın, kahraman anlatıcıya özgü bakış açısıyla anlatılmasına imkân vermiştir. Bunun nedeni ise yazarın olay, kişiler ve heyecandan çok, iletmek istediği mesaja, ana fikre yoğunlaşmasıdır. Bundan dolayı yazar, eserin pek çok yerinde romandan uzaklaşmış ve makale sınırlarına dayanmıştır:

 "Eğer biliniyorlarsa kabahat kimindir? Kabahat, benimdir; kabahat, ey bu satırları okuyacak arkadaş, senindir! Sen ve ben onları, asırlardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak şevkinden mahrum bir avuç kazazede hâlinde bırakmışız."

 Bu satırlar, yazarın kişiliğini de açıkça ortaya koyar, fakat onun takındığı bu tavır realist bir eserde bağışlanamayacak bir kusur olarak karşımıza çıkar. Yakup Kadri bu konuyla ilgili düşüncelerini eserin ön sözünde, "Yaban, objektif bir roman değildir. Bu, ne bütün manasıyla bir roman ne bütün manasıyla bir sanat ve edebiyat işidir. Yaban, çölde bir feryattır." sözleriyle ifade etmiştir.

 Yaban romanında mekân olarak İstanbul dışına çıkılmış, istiklal Savaşı dönemindeki Anadolu ve 

Anadolu insanın acıklı yaşamı, sefaleti bütün çıplaklığı ile ortaya konmuştur. Bütün bunlar da eserin Millî Edebiyat geleneğine bağlı kalınarak ve realist bir tutumla yazıldığını ortaya koyar.


 Refik Halit'in Romanları

 İstanbul'un Bir Yüzü: Romanda Meşrutiyet öncesinin zenginleriyle Meşrutiyet sonrasındaki güç ve servet sahiplerinin yaşam ve anlayışları karşılaştırılır.

Çete: Romanda, faklı çevrelerden gelip birbirinden farklı amaçları olan iki insanın Antakya (Hatay) dağlarındaki aşkı ile bir Türk çetesinin Fransızlara karşı olan mücadelesi anlatılır. Adana Lisesi Fransızca Öğretmeni Nezih Suad'ı bir akşam evinin önünde kadın kılığına girmiş biri karşılar. Bu Binbaşı Demir Bey'den mesaj getiren Yoksul'dur. Demir Bey Nezih'i cepheye çağırmaktadır. Nezih kendisine yapılan bu teklifi sevinçle kabul eder ve cepheye koşar.

Yezid'in Kızı: Bir inceleme romanı olan eserde, Güneydoğu Anadolu'da yaşamlarını sürdüren Yezidilerin anlayış ve yaşamları anlatılır. Eserde Yezid'in kızı canlı ve sürükleyici bir roman kahramanı olarak karşımıza çıkar.

Anahtar: Tahlilci roman türünün başarılı bir örneği olan eserde, karısını çok seven bir erkeğin kıskançlık krizleri anlatılır. Eserdeki kadın kahraman erdemli, ahlaklı, olgun bir Türk kadınıdır.

Sürgün: Romanda, Yüzbaşı Hilmi Efendi'ye bir komiserin kin gütmesi yüzünden Hilmi Efendi'nin Beyrut'a sürgün edilmesinin ardından gelişen olaylar anlatılır. Eşi ve kızını İstanbul'da bırakıp Beyrut'a gelen Hilmi Efendi, beş parasız kalır ve son derece bakımsız bir medresede kalmaya başlar. Sağlığı bozulunca Osmanlı şehzadelerinden Keramettin Bey'in konağında kalmaya başlar. Bir süre sonra konaktaki Suzidil Kalfa ile Hilmi Efendi arasında bir aşk filizlenir.

Bugünün Saraylısı: Romanda, İstanbul'da orta gelirli bir aileye sonradan görme bir akraba kızının katılması ile aile değerlerinin alt üst oluşu anlatılır. Ata Efendi Haydarpaşa Garı'nda karşılaştığı Ayşen'i evine getirir. Çok geçmeden Ayşen'e babasından para gelmeye başlar. Aile ferahlar, Gedikpaşa'da kendine bir yer edinir, sosyeteye karışır. Bir süre sonra Ayşen, Mısırlı Rüveyha Paşa ile evlenip Mısır'a gider. Bu duruma ise en çok Ata Efendi üzülür ve bir gün Ayşen'in hayaline doğru koşarken bir arabanın altında kalır ve yaşamını yitirir.