Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

KLASİK AKIM

(Classicisme)

Lâtince classicus kelimesi seçme anlamına gelir. Sonradan, Lâtince ve Grekçeyi iyi yazmak ve öğretmek için okutulan örnek eserlere denildi. Bugün de üstün­den çağlar geçtiği hâlde değerini yitirmeyen şaheserlere; bir ilim veya sanat dalın­da doğruluğu kesinlikle benimsenmiş kurallara, ana dilini en güzel yazan sanatçı­lara ve onların yazılarına; okullarda öğretilen kesin bilgilere vb. klâsik sıfatı veri­liyor. Hangi mânâya alırsak alalım, klâsik teriminin özünde kurallara sımsıkı bağ­lılık ve yetkinlik (mükemmeliyet) çağrışımı vardır. Klâsikler, ferdî ve şahsî olan­dan çok, insanlığı ilgilendiren umum değerler genel üzerinde durmuşlardır.

Burada Klâsik terimi, özellikle 17. yüzyılın İkinci yarısında Fransa'da gelişmiş olan bir akım için kullanılmaktadır. 17. ve 18. yüzyıllarda bütün Avrupa'ya yayıl­mış olan Klasisizm, iddiasına en uygun örnekleri 1650-1700 yıllarında Fransa'da vererek, Hümanizmin daha şuurlu ve kurallı bir devamı olmuştur.

Klasisizm'i Hazırlayan Ortam

Klâsik akım, her şeyden önce, mutlak krallık devrinde açılan bir çığırdır. Fransa'da 14. Louis, bütün derebeylerini dize getirmiş ve Tanrı'dan aldığı iddia edilen haklarla, tartışılmaz bir egemenlik kurmuştur. Krallık, o dönemde öylesi­ne yüksek bir nizamdır ki, kral bütün sanatçıların koruyucusu, ülkenin sahibi, ilâhî kudretin, akıl ve mantığın timsalidir. Bu durumda sanat ve edebiyat adam­ları, rejim ve toplum konularını tartışamazlar; çünkü onlar kraliyetle kesinleşmiş ilahî kaidelerdir.

Hıristiyanlık ve ona dayanan ahlâk kuralları, son derece sert ve sınırlıdır. Ay­nı zamanda kilisenin de başı ve koruyucusu olan kralın dini, bütün uyruklarının dini sayılır. Bunun için herkes kralın dininde, yani Katolik olmağa mecburdur. Krallar, ruhanî kuvvetlerini Papa'dan almakta, dolayısıyla Papa'nın nüfuzu da art­maktadır, Bu yüzden edebiyatçılar, din ve inanç meselelerini de tartışamazlar.

1635'te Kardinal Richelieu'nün kurduğu Fransız Akademisi'nden sonra başka ülkelerde de kurulan akademi ve Arkadya'lar, eski Yunan ve Lâtin sanatlarına da­yanan klâsik sanatı destekliyorlardı.

Saray ve salon hayatı (bazı tanınmış asil kadınların edebiyatçılara açık olan ko­nakları) çok parlak ve ihtişamlıdır. İlim, sanat, zarafet barınağı olan bu salonlarda her davranış ve her söz usul ve nizama bağlanmıştır. Sosyete töresini ve kuralları­nı bilmemek yahut onlara uymamak buralarda, insanı gülünç eden ayıplardır. Bu çağ Fransız aydınlarının hayran oldukları ideal varlık, seçkin insan (honnete homine) tipidir ki onun da timsali yine Kral Louis'dir. Bu tip, iyi giyimli, hareket ve söz­lerinde ölçülü, kibar, görgülü ve zariftir. Antikiteye (eski kültürlere) hayranlık, sağduyu ve mantık onun şiarlarıdır. Bu seçilen insan, mükemmele varan zevki ile Klâsik akımın sanattaki modeli ve aynı zamanda muhatabı olmaktadır.

 

Klasisizm'in Fikir Kaynakları

Klasisizm'in dünya görüşü, biri Yunanlı, biri Fransız, iki büyük akılcı filozofa dayandırılmaktadır: Aristo (M,Û. 384-322) ve Descartes (1596-1650).

Aristo, felsefeye ve metafiziğe mantık kapısından girilebileceğini söylemiştir. Zaten "Mantık'ın babası" unvanını taşır. O, Eflâtun'un diyalektik usulüne karşı is-bat'ı savunmuştur; hakikate kıyas ve tümdengelim (deduction) yoluyla varılacağı­nı belirterek ilmin genel olanı incelemesi gerektiğini ifade etmiştir. Ancak genelin özü fertlerde saklı olduğuna göre; fertlerin duyumlarından hareketle kav­ramlara ulaşabiliriz.

Yine Aristo, bir zihnin şeref ve itibarını ancak mükemmel olmasında bulur. Tanrı'ya ve saadete yetkinlikle ulaşılacağını söyler. Estetiğini de güzellik, düzen­lilik, kesinlik, simetri gibi üstün vasıflar üzerine kurmuştur. Aristo ahlâkına gö­re: "En iyi yaşamak, en iyi hareket etmeğe bağlıdır." Hatta aklını sürekli olarak kullanabilen bir kimse tanrılara eşit olur, der. Günlük hayatta tedbirli ve Ölçülü olmak bizi mutluluğa kavuşturur. Bu ise iki tarafı uçurum olan bir yolun tam or­tasından (Juste milieu) yürümek gibi zor ama lüzumlu bir gayrettir.

Descartes ise, "akıl ve mantıkla yönetilen bir iradenin ihtirası ve güçsüzlüğü her zaman yenebileceğini, akıl için tek bir yol olduğunu, her şey gibi edebiyat ve sanatta da usûl ve metodların hâkim olması gerektiğini" belirterek klâsik esteti­ğin temellerini atmıştır. Boüeau'dan önce: "Hakikatin tek Ölçüsü, fikirlerin apa­çıklığıdır. Bu da ancak akla bağlanmakla mümkündür, Çünkü fikirleri apaçık ola­rak kavrama imkânı, bulunmayan kişi, kararsızlık içindedir" sözlerini söyleyen de Descartes'tır.

Klasisizm'in Edebî Görüşleri

Bu edebî akımın esas görüşleri, Boileau'nun Şiir Sanatı (Art Poetique) adlı eserinde belirtilmiştir. Buna göre:

Sanatta mutlaka uyulması gereken kaideler vardır. Bu kaideler fantezi değil­dir. Yazarlık zor meslektir, şaheser, ancak sürekli çalışma ile meydana gelir. Yük­sek bir ahlâk şuuruna dayanmayan sanat, boş ve zararlı olur.

"Akıl ve mantığı seviniz, eserleriniz en büyük süs ve kıymetini ondan alsın. Ta­biattan hiç ayrılmamalı, Çünkü tabiat, hakikattir. Hakikatten başka hiçbir şey se­vimli ve güzel değildir. Sahte şeyler, can sıkıcı ve yorucudur. Aklınızla bir seçim yaparak tabiatı taklit ve tasvir ediniz. Bize, insan kalbinde değişmeden kalan şey­leri tanıtan "eskiler"i inceleyiniz!"

Bu görüşlerin ve o devre hükmeden felsefî ve sosyal meyillerin ışığı altında buluşan Klâsikler, dilde ve zevkte ideal bir noktaya ulaşmak amacı güttüler. Sağ­duyu ile üstün zevki ve "hoşa gitme sanatı" denen şeyi kaynaştıran eserler yazdı­lar. Kraliyet ve Hıristiyanlık nizamı gibi, edebiyatın sert kaidelerini de tartışmasız kabul ettiler. Coşkunluğu, lirizmi, savruk ilhamları, aşırı tabiat hayranlığını ve ya­zıcıların şahsî eğilimlerini sanat dışına attılar. Hayatta nadir görülen, acaip, gü­lünç ve kaba sayılan vak'aları konu edinmediler. Onun gibi, yabancı, sakat, dağ­lı, köylü, çocuk gibi tipleri de hem seçkin insan idealine hem de tabiatın genel tiplerine aykırı buldukları için eserlerinde yaşatmadılar. (Sadece Moliere gülünç etmek için bu tipleri ele aldı). Zamanlarında yaşayan gerçek insandan çok, her çağda ve her yerde yaşaması gerektir diye düşündükleri ideal insanı ele aldılar. Kıyafet, çevre, yerli hayat, tarih, töre ve âdet gibi kavramları hiçe saydıkları için millîlik iddiası olmayan, hatta ona karşı çıkan beşeri bir edebiyat kurdular. Bu bakımdan Hümanizmdi devam ettirmiş oldular.

Bol ayrıntılara dayanan dış hayat, günlük yaşayış ve yerli insan bir yana bıra­kılınca, insanların iç hayatı ve ruh dünyası tüme varmak, genele ulaşmak gayre­tiyle, bilhassa incelendi. Bu yüzden Klâsik akım bir tahlil edebiyatı oldu. İnsanla­rın şahsî özelliklerini ele almadıklarına göre bütün insanlarda ortak bulunan umumî duygu ve eğilimleri yaşattılar. Aşk, kıskançlık, cimrilik, şeref, kin vb. gibi beşeri temaları baş tacı ettiler. Bu ihtirasların insanlığın hayatı boyunca değiş­mez olduğunu belirtmek için bilhassa eski Yunan ve Lâtin eserlerini taklide ça­lıştılar. Nitekim Racine, İphigenie tragedyasının önsözünde bu hususu açıkça an­latmaktadır:

"Gerek Buripides'ten, gerek Homeros'tan taklit ettiğim şeylerin tiyatromuz üzerinde yaptığı tesir karşısında, sağduyunun ve aklın her çağda aynı olduğunu sevinçle kabul ettim. Paris zevki, Atina zevkine uygun düştü. Seyircilerim, vaktiy­le Yunanistan'ın bilgili halkım gözyaşlarına boğan aynı şeylerle heyecanlandı­lar."

Ve böyle düşünerek günlük hayattan, millî konulardan, yerli halka ait tasvir­lerden, Fransız tarihiyle ilgili vakalardan, ferdî duygulan, haksızlıkları, sosyal dertleri anlatmaktan sakınan Klâsikler, daha sonra Romantik akım temsilcileri­nin sert tepkileri ile karşılaşacaklardır.

Klasisizm'in Edebî Türleri ve Başlıca Sanatçıları

Klasisizm, en büyük edebî atılımı tiyatroda (tragedya ve komedya) göstermiş­tir. Bu yüzden ilk bakışta bir tiyatro edebiyatı gibi görünmektedir. Ancak bu dev­rin yazarları, fabl, deneme, roman, hitabet, özdeyiş ve mektup türlerinde de güç­lü eserler vermişlerdir. Bu türlerin başlıca temsilcileri:

Tragedyada Corneille ve Racine; komedyada Moliere; fabl türünde La Fonta-ine; denemede Pascal ve La Bruyere; roman'da Madame de La Fayette; hitabette Bossuet; özdeyiş'te La Rochefoucauld; mektup türünde ise Madame de Sevigne'dir.

 

Klasisizm'in Türk Edebiyatında İzleri

Türk edebiyatının batı tesirinde ürünler vermeğe başladığı 18601ı yıllarda Fransa'da klâsik akım, yerini romantik ve realist akımlara bırakmıştı, Bu yüzden Tanzimat yazarlarımız, bu akımı gereğince tanıyıp benimseyemediîer, Zaten Klâ­sikler, daha çok Yunan ve Lâtin kaynaklarına dayanıyorlardı. Biz ise bu kültürle­ri ancak İslâm medeniyet ve felsefesi yoluyla tanımıştık. Batı'da hazır bulduğu­muzu almıştık. Çünkü onların Yunan-Lâtin-Hıristiyan temellerine gitmek, kültü­rümüze aykırı gelmişti.

Şu var ki, Tanzimat edebiyatının öncüsü Şinasî, Klasik akımın fikir kaynağı olan Descartes'ı az çok tanımış, onun bazı fikirlerinden faydalanmıştır. Bu akılcı filozofun etkisi, Şinasi’nin birçok makalelerinde ve Münacaat şiirinde açık şekil­de görülmektedir. Şinasî, Racine'i de okumuş hatta onun Athaîie ve Andromaque tragedyalarından bazı parçalan Türkçeye de çevirmiştir.

Klasisizm, Türk edebiyatında bir akım olarak bilhassa Yunan ve Lâtin kaynak­larına bağlılığı ve bizim o kültürlerden uzaklığımız dolayısıyla benimsenmemiş­tir. Ayrıca akla dayanışı, sosyal problemlerden, milliyetçilikten, hürriyet fikirle­rinden uzak oluşu da, Tanzîmatçılar'ın inkılâpçı, memleketçi ve heyecanlı tutum­larına uymamıştır. Bununla birlikte Klasisizmin bazı büyük şair ve yazarları Tan­zimat'tan bugüne kadar bizde, çok tutulmuş ve sevilmişlerdir. Moliere ve La Fontaine'in pek çok adaptasyon ve tercümeleri yapılmış, onları izleyenler de görül­müştür. Abdülhak Hâmid ise Corneille'in tragedyalarına benzeyen eserler yaz­mıştır.

AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI ANSİKLOPEDİSİ

 

 


KLASİSİZM-2

 Klasizm, sözcük anlamı bakımından, kuralcı sanat yolu demektir. Fakat edebî akım olarak tanımlamak ge­rekirse, iki "şekilde tanıtmak mümkündür:

Klasizim, bir milletin kendi öz dilinde meydana gelen ve zamana dayanabilen, modaya göre değişmeyen edebî eserlerin bağlı bulunduğu akün dır.

XVII. yy. Fransa'sının Boileau, Moliere, La Fon­taine, La Buriyere, Racine, Cornel İle, Bosuet, Madam De La Fayette gibi sanatçılarının temsil ettikleri belli kural­lara dayanan bir edebî akımdır. Buna, «1660 Ekolü =Mek­tebi» de denir.

Klasizmin doğuş nedenini bilmedikçe, onun ölçüleri­ni kavramak mümkün değildir. Bu nedene nereden ve nasıl gireceğiz ? Bu soruya karşılık bulmaya çalışalım :

Avrupa'da yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans devinmesiyle Hümanizm denen bir akım, sanatçıların si­nirlerini sarsmaya başlamıştı. Hümanizm, eski Yunan ve Lâtin sanatına eğilim hareketidir. Bu eğilimin takıldı­ğı sorun şu idi:

Acaba, milâttan önce gelip geçmiş bu Yunan ve Lâ­tin sanatçılarının eserlerinde, zamanımızın insanlarının içini burkan, onların gözlerini yaşartan, onları düşüncenin dönemeçlerine düşüren sır nedir? Neden o eserleri

binlerce yıl önce meydan tiyatrolarında seyreden insan­ların heyecanıyla aynı eserleri okuyan, ya da modern sahnelerde seyreden bugünkü insanların heyecanı arasında bir başkalık yoktur ?

Bu sorulara, klasizmin yapışım kuran şu üç temele bağlı bir karşılık bulunmuştur:

a)Bu eserlerin konulan doğaya (tabiata) uygundur.

b)Davranışlar, aklın denetimine bağlıdır.

c)Konulan gerçektir.

Bu üç temelin ne olduklarını sırasıyla tanıtmaya çalı­şalım:

a) Konunun doğaya (tabiata) uygunluğu:

Konunun doğaya uygunluğunu anlayabilmek için, önce klasizme göre doğanın ne olduğunu kavrayalım:

Klasizme göre doğa, dış dünyada gördüğümüz, belli bir güzellik anlayışına ve ahenge bağlı olan dağ, su, ağaç, hayvan, eşya gibi varlıkların meydana getirdikleri düzen değildir. Bu dış doğa, klâsik sanatlıları hiç ilgilendirmemiştir. Yani dış doğayı eserlerinin dekoruna sok­mamışlar, eserlerinin çatısında ona yer vermemişlerdir.

Bu sanatçılar, doğa olarak insanın iç yapısını ele almışlardır. Çünkü sürekli olan doğa budur. Onlara gö­re dış doğa sahtedir. Onun içinde meydana gelen olayla­rın tümü gelip geçicidir. Şimdi olan, biraz sonra yoktur. Yok olan şeyde de .süreklilik ve değişmezlik aranmaz. Ağaç şimdi yeşil, sonra çıplak; hava şimdi soğukken bi­raz sonra sıcaktır. Halbuki insan doğasında süreklilik ve değişmezlik başta gelir.

insan doğasında fikir ve duygulardan gelen iki tür­lü davranış vardır.. Bunlardan birisi Udin denetimine bağlı olan davranışlar; öteki de bu denetimin dışında kalan, içgüdüye bağlı olan davranışlardır.

b) Davranışların, aklın denetimine bağlı olmaları:

Duyguların bir kısmı, aklın denetimi altında, birçok­ları da bu denetimin dışında kalır.

Aklın denetiminden, yani iradenin baskısından kur­tulan davranışlar, insanı alçaltan, küçülten, onun yüceli­ğini ortadan kaldıran hayvansal tutkuların (= ihtirasla­rın) itişleriyle meydana gelen davranışlardır. Bu çeşit iç­güdüler hayvanlarda da vardır. Böylesi davranışlar insan­da ve hayvanda birbirinin tıpkısıdır.

Buna karşılık insan, bazı davranışlarını, sağduyusu yardımıyla denetleme altına alabilir. Ancak bu çeşit dav­ranışlar insanlığı kurtarabilir.

Hayvansal tutkularımız, iştahlarımız olmasa da biz insanız. Fakat aklın denetlediği, yani sağduyuya bağlı olan davranışlarımız ortadan kalkınca, insan olmaktan çıkar, hayvanlaşırız. Bu bakımdan içgüdüye bağlı davra­nışları sanata sokmak doğru değildir. Çünkü bu davra­nışlarda değişmezlik yoktur. Midenin acıkması gibi gelip geçicidirler. Mide doldurulunca, onu dolduran yiyeceğe karşı önceden duyulan iştah ve istek ortadan kalkar. De­mek ki bu çeşit isteklerimizde süreklilik ve değişmezlik yoktur. Bunun için de bayağıdırlar. Bayağı şeylerin sa­nata girmeleri doğru olamaz.

Klasiklere göre, insanın yarattığı olaylardaki çirkin­likler ve kötülükler, onların içgüdülerinden gelir. Eğer bu çirkinliklerin, sanata getirilmelerinde bir zorun olursa, bunları, ancak insanlık değerlerinin ayarlarını yükseltmek için, ibret levhası olarak getirmelidir, örneğin bir kralın insanlık şerefini zedeleyen baskısını, eziyet ve işkenceleri­ni yermek, ya da kamuoyuna göstermek amacıyla bir yo­la gidebilir.

Fakat bu da, olayları duyumlardan sıyırmak, sağ­duyuya teslim etmek koşuluyla yapılabilir. Olaylara bu nitelik verilmezse, trajedinin o sahnesi, klasik öğretiye (doktrine) aykırı düşer. Çünkü hayvanı sahneye çı­karmak, klasizme göre mümkün değildir. Şekil bakımın­dan bu böyle olmakla beraber, içgüdü itkilerini sahneye dökmek, orada hayvanı yaşatmak demektir.

Bu açıklamalardan şu çıkıyor: Akıl adı altında bir bütünlük meydana getiren sağduyu ve iradenin firenle-yemediği davranışlar, sanata konu olamıyor. Buna kar­şılık iradenin baskısı altında kalan ve herkes tarafından-bilinen genel ve değişmez davranışlar sanata girebiliyor.

c) Konuların gerçek olmaları:

Klasizm, hayale hiç önem vermemiştir. Çünkü ha­yal, aldatıcı ve sahte bir yapıya sahiptir. Hayal, gerçe­ğin tam tersidir. Hayal, olmuş şeyin üzerinde durmaz; fakat şeyin, olmasını ister.

Asıllarında süreklilik ve değişmezlik olmayan şeyler, gerçek değildir. Gerçek olan şey değişmez, herkes tara­fından görülür ve bilinir, her zaman varlığını gösterir.

Sanatçı, konusunu seçerken, insan doğasındaki sü­reklilik, değişmezlik ve genellik nitelikleri taşıyan ve bü­tün insanlarda ortak olarak bulunan davranışlara doğru eğilmelidir. Bütün insanlardaki ortak davranışlar, zaman ve yere bağlı olarak değişmedikleri için, sürekli ve ger­çektir. Tarihteki olayların birçoğu, bir zaman parçası içinde meydana gelmiş, fakat bir daha görünmemek üze­re kaybolmuşlardır. Çünkü bu olayların birçoğu, sağdu­yunun verisi değildir, insandaki değişmez değerlerle iliş­kileri yoktur. Tarihteki bütün zulümler, maceralar, pa­rıltı ve görkemler, harpler birer tutkunun eseridir. Bun­ların çoğu, iradenin denetimine bağlı olan davranışlara dayanmazlar.

Buna karşılık Tanrı düşüncesi bakımından,, bütün insanlardaki iman ve inancın şiddeti, karakteri, aynıdır. Tanrı kavramında değişiklik olsa bile, inancın kökü de­ğişmez. İşte gerçek olan şeyler, bu değişmeyen değerler­dir.

Körlük, topallık gibi insanın dış yapısında görülen bozukluklar, vücudun yapısındaki dengenin ve estetiğin özüne bağlı nitelikler değildir. Bu böyle olmakla beraber delilik, sadistlik ve- manyaklık gibi ruhsal bozukluklar, insan doğasının gerçek yapısına aykırıdır. Bu bakımdan bir kimsenin topallığı, bütün insanların topal olmalarını; bir başkasının deliliği de bütün insanların tımarhanelere dolmalarını gerektirmez. Ruhsal bozukluklar ve vücut-sakatlıkları sağlam insanların merhametini çekebilir. Fakat sağlam insanlar karşısında, bu sakatlıkların bir haksızlık olduğu ileri sürülemez.

Bu çeşit bozukluk ve sakatlıklar, insan doğasına ve vücut yapısına aykırı düştükleri için sanata giremezler.

Modaya ve âdete bağlı olan davranışlar da sanata giremez. Çünkü bunlar gerçekle ilgisi olmayan geçici şeylerdir. Bu bakından modanın giyimleri ve eşyalarını sah­neye getirip eserin özünü, bu eşya yığını arasında kay­betmek doğru değildir.

Eşyanın ve giyimin modası olduğu gibi, fikirlerin de modası vardır. Böylesi fikirler, süreklilik ve değişmezlik göstermeler. Bu çeşit fikirleri sanata getirmenin fayda­sı yoktur. Çünkü böylesi fikirler, kendi modalarının geç­mesiyle birlikte eserin de ortadan kalkmasına sebep olur­lar. Bu açıklamalar şunu gösteriyor ki genel, değişmez ve sürekli olan şeyler gerçektir; böyle olmayanların ger­çekle ilişkileri yoktur.

Klasizmi daha iyi kavrayabilmek için zaman, yer(mekân) ve konu birliği ilkesini (prensipini) de bil­mek gerekir. Klasizmde bu üç ilkeye üç birlik İlkesi denir.

Klasizmde bu birliğin büyük bir önemi vardır. Klasizme göre, uzun bir zaman içinde akıp giden bir olayı, iki üç saatte seyrediliverecek bir trajedinin içine sıkıştır­mak mümkün değildir. Bu böyleyken, olayın geçtiği ye­ri, bütün ayrıntıları ve incelikleriyle sahneye oturtmak da imkânsızdır. Bu duruma göre, olayın meydana geliş sırasındaki yere ve zamana önem vermeye bir zorunluluk yoktur.

Zaten klasik sanatçılar, insanın elini, kemiğini ve si­nirini bir kenara bırakıp onu, sadece ruh olarak dü­şündükleri için, değişmez ve genel olan bu ruh, zamanın her parçası içinde vardır. Çünkü o, zaman ve yere göre şekil almamaktadır. Her zaman ve her yerde aynıdır.

Klasik eserlerin konuları da çok basit olmalıdır. Bir konuyu bütün parçalarıyla ele almak, yani konuyu dağıt­mak eserin zayıflamasına neden olur. Her konunun- bir merkezi vardır. Sanatçı, bu merkeze girmeli, konunun yöresine dokunmamalıdır.

Bir trajedinin zamanı ve yeri, konusunun basitliğine bağlı kalmalıdır, öyle ki konu, günlere, aylara ve senele­re dağılan bir genişlikte değil, iki üç saatlik bir zaman süresi içinde olup biten cinsten olmalıdır. Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin'in şu sözleri bu düşüncenin açık delilidir:

«Berenice'in mevzuundan daha basit ne olabilir? Roma İm­paratoru Titus, Filistin Kraliçesi Berenice'i sevmekte ve onun ta­rafından sevilmektedir. Fakat Roma kanunu onların evlenmeleri­ne mânidir. Bunun için derin aşklarına ve büyük yeislerine rağ­men, yekdiğerinden ayrılırlar. Bütün piyes, ayrılık karan anında, bu iki ruhta vukua gelen cidallerin tablosudur. Hislerin bu çarpış­maları ve gerilemeleri en garip hâdiselerin vukua gelmesinden da­ha müessirdir.»

Berenice adlı trajedisinin konusunun basitliğini ye­nenlere karşı Racine, şöyle konuşuyordu :

«Bu sadeliğin, yaratma kısırlığını ortaya koyduğunu düşü­nenler olmuştur... Aksine bütün yaratma, bir hiçle bir şeyler yapmaktan ibarettir.»

Dedikten sonra, eserin niteliklerini de şöyle sıralı­yordu :

«... İhtirasların şiddetinden; hislerin güzelliğinden ve anlatı­mın inceliğinden kuvvet alan bir olay ile beş perde devamınca seyircilerini sürüklemek...»

Eserinin başarısını göstermek için de şöyle diyordu :

«... Seyircinin, bu kadar göz yazı ile şereflendirdiği ve otu­zuncu temsili birinci kadar rağbet gören bir trajediyi, kendisine verdiğim için memnun olmadığına inanmak elimde değildir.»

İşte klasizmde, konunun basitliği, zamanla yerin önem taşımaması ve üçünün arasında bir birliğin bulun­maması koşulu, hatırdan çıkarılmayacak bir ilkedir.

Klasizmin şimdiye kadar anlatılan nitelikleri yanında şu noktaların da bilinmesi gereklidir:

1) Klasizmde «karakter» değil, «tip» temeldir:

Yukarda da söylendiği gibi, insanın dış yapısı, yani et ve kemik kısmı, klasizmi hiç ilgilendirmez. Onun için­dir ki dış portreye önem verilmiştir. Bir kimsenin kel­lik, körlük, topallık, kamburluk vb. gibi insan vücudu­nun dengesine aykırı düşen sakat, bozuk ve çirkin yapı­lışları, klasik eserlere bir tasvirle giremezler. Bu böyle olduğu gibi, birtakım ruhsal bozuklukların da klasik eser­lerde yeri yoktur.

Klasizm insanı, aklın düzene koyduğu ve sınırlan­dırdığı soyut ve ideal bir ruh olarak düşünmüştür. Bu nedenle insan doğasındaki aklın denetimine bağlı, genel olarak herkeste var olan değişmez ve gerçek davranış­ları klasizm, bir tip haline getirmiştir.

Klasizme göre, insanın kişiselliğinin hiç bir önemi yoktur. *Bu bakımdan trajedinin kahramanları, belli özel­liklere bağlı birer karakter örneği değil; herkeste ortak olan genel niteliklerin temsilcisi tipler olmalıdır.

Klasizmde tutkulu ve cimri bir kimse yoktur. Fa­kat herkeste ortak olarak bulunan tutkunun ve cimrili­ğin kendisi vardır. Şu halde tip, bunları temsil edecektir.

2) Klasizmde İnsana değginlik(beşerîlik):

Klasizm insana değgin bir karakterlere sahip oldu­ğu için ulusal tarihe, yerli giyimlere ve renklere değer vermemiştir. Ortaçağ tarihi onu hiç ilgilendirmemiş, uzak beldeler onun ilgisini çekmemiştir. O, sadece bü­tün insanları ilgilendiren genel konular üzerinde durmuş­tur. Onun yaşattığı tipler, her yerdeki insanlar tarafın­dan tanınan tiplerdir.

Klasizmin insana dair anlayışına göre, bireyleri (fertleri) kendilerine özgü kişilikleri içinde görmek­ten kaçınmalıdır. Gerçek özgünlük (orijinallik), biri­nin ötekinden ayrı oluşunda değildir. Eğer özgünlük bu ayrılıktan ileri geldiyse, bizden başka olan insanın bi­zimle ortak olan hiç bir tarafı bulunmazdı. Bu yüzden bizden başka olan bir kimseyi kavramamıza imkân ol­mazdı. O halde sanat, insanlarda ortak bulunan konular üzerinde durarak genellik, yani insanoğluna yakışırlık niteliği taşımalıdır.

Klasizmde daha çok tiyatro eser eri önem kazanmış­tır. Eğer Madam De La Fayette, Princesse De CleVes adındaki romanını sanat dünyasına kazandırmamış ol­saydı, klasizmde Roman'dan söz açmak güçleşecekti.'

Bizim, Tanzimat Edebiyatı'mızla Batı'ya yönelişimiz sırasında, Romantizm bile yerine Realizmle bırakmış bu­lunduğundan, daha önce yaşantısını bitirmiş olan Klasizm'i tanımamız ve edebiyatımıza getirmemiz mümkün olmamıştır. Şinasi ve Ahmet Vefik Paşa'nın çabalan bir kenara bırakılırsa, bu böyledir.

3) Klasizmde dil:

Klasizm, hayatın birçok gerçeklerine yüz çevirdiği ve insanlığı gerçek yapısı içinde değil de kendi idealizmine göre biçimlendirdiği için, kullandığı dil de ince ve süz­me bir dildir. Klasizme göre, fikirler zaten yeteri kadar karanlıktır. Bunu daha karartıcı bir dille anlatmak yer­siz olur. Klasizm, ölçülü ve genel bir güzellik düşündüğü için, bunu anlatmakta kullanılacak sözcükler kaba ve ba­yağı olamazlar. Bu bakımdan klasik edebiyatın dili, sa­natın inceliğine paralel olarak ölçülü ve seçimli sözcük­lerden meydana gelmiştir.

Dil, bu nitelikleri taşımakla beraber, okumuşların yadırgamayacakları kadar da açık ve sade olacaktır. Trajedinin dili, geniş halk sınıfına hitap edecek kadar açık ve sadedir. Fakat bu sadeliği, klâsik edebiyatın in­celiğini zedeleyecek ölçüye indirmemek gerekir.


KLASİSİM-3

  • 17.yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan bir akımdır.
  • “Boıleau” bu akımın kurucusu olarak kabul edilir.
  • Klasikler Eski Yunan ve Latin edebiyatını bilgi ve esin kaynağı olarak benimsemişlerdir.
  • Klasisizm’in temel öğeleri kendi içinde soyluluk, akılcılık, uyum, açıklık, sınırlılık, evrensellik, idealizm, denge, ölçülülük, güzellik, görkemliliktir. Yani bir eserin klasik sayılabilmesi için bu özellikleri barındırması gerekmektedir. Kısaca klasik bir eser, bir üslubun en yetkin ve en uyumlu ifadesini bulduğu eserdir.
  • Sanat, “insan tabiatına” önem vermeli ona sevgi ve saygı duymalıdır. Klasik bir eser “akıl” ve “sağduyu”ya dayanmalıdır.
  • Eser, “dil”, “anlatım” ve “şekil” de en olguna varmaya çalışmalıdır.
  • Klasikler, insanların her zaman, her yerde, her toplumda aynı duygu ve düşüncede olduklarını kabul ederler. Onun için eserlerinde değişmez tipler yaratırlar.
  • Klasisizmde fiziksel ve sosyal çevre önemli değildir; çünkü bunlar değişkendir.
  • Bu akımda, sanatta mükemmeli bulmak esastır. Mükemmeli bulmak ise konunun seçilişinde değil, onun ele alınıp anlatılışmdadır. Onun için anadili en güzel biçimde kullanmak da esas olmalıdır. Böylece klasikler günlük konuşma dilinden farklı kitabî bir dil kullanmışlardır. 
  • Sanatta sıkı kuralların bulunması ve sanatçıların bunlara uyması gerektiğine inanan klasikler, “üç birlik” kuralının doğmasına neden olmuşlardır. (Yer, zaman ve eylem birliği)
  • Eserlerinin kahramanlarını hep soylu tabakadan seçen klasikler, eserlerinde kaba ve çirkin sözlere de yer vermezler. “Ahlaka uygunluk” ilkesine sıkı sıkıya bağlıdırlar.
  • Yapıtlarının etkileyici olmasını, hoşa gitmesini, tarih biliminden ayrılabilmesini ve din dışı konulara eğilmesini temel ilke olarak kabul etmişlerdir.
  • Edebiyat türü olarak daha çok tiyatroyu, tiyatro türü olarak da trajedi ve komediyi benimsemişlerdir.
  • Başlıca temsilcileri:
  1. Comeille(tiyatro-trajedi)
  2. Moliere(tiyatro-komedi)
  3. Racine(tiyatro-traj edi)
  4. Boileau(şiir)
  5. La fontaigne(fabl)
  6. La Bruyere (karakterleriyle)

TÜRK EDEBİYATINDA KLASİSİZM

  • Türk edebiyatı Batı’ya açıldığında Klasisizm dönemini tamamlamıştır. Bu nedenle edebiyatımızda Klasisizm’in önemli bir etkisi olmamıştır. 
  • Şinasi’nin “Şair Evlenmesi”adlı komedisi, La Fontaine’den yaptığı çeviriler ve Ahmet Vefik Paşa’nın Moliere’den çevirileri, bu anlayışın ürünleri olarak sıralanabilir.