NATURALİZM (DOĞALCILIK )
- Realizm'in devamı ve gelişmiş şeklidir. Gözlemle birlikte bilimsel deney yöntemini uygular.
- 1870’li yıllarda Emile Zola ve onun çevresinde toplanan hikâyeci ve romancıların ortak çabasıyla oluşan bir akımdır. Bu akım kaynağını şu felsefi kavramlardan alır:
- Determinizm ( Gerekircilik)
- Deneysel Uygulama Yöntemi ( Doktor Bernard’dan ).
- Evrim Teorisi ve Soyaçekim ( Darwin’den ).
- Determinist düşüncede, doğa olayları aynı koşullar altında aynı sonuçları doğurur.
- Doktor Bemard, ilk kez laboratuvarda, canlı varlıklar üzerinde deneyler yapan bir bilim adamıdır.
- Natüralist yazarlar, deneysel yöntemin, duygusal ve akılsal oluşumun hayata da uygulanabileceğini söylemişler ve bu doğrultuda eserler vermişlerdir.
NATURALİZM’İN ÖZELLİKLERİ
- Deney yönteminin edebiyata girmesini sağlamışlar ve bu görüşü edebiyata uygulamışlardır. İnsanın duyuları, tutkuları, düşünce ve hareketleri, soyunun ve içinde yaşadığı doğa ve toplumsal çevrenin etkisiyle oluşur. Kişinin kendi iradesiyle yaptığını sandığı işler dahi bu etkinin bir sonucudur. Bu nedenle Natüralist özellikler taşıyan eserlerde soyaçekim, doğal ve toplumsal çevre geniş bir şekilde yer alır.
- Bir eserde belli koşullar saptanınca, kişiler ve olaylar, artık yazarın isteğine bağlı olmaksızın bir sonuca doğru ilerler.
- Yazar deney amacıyla, kişileri değişik çevrelere sokarak, onların davranış şekillerini inceler. Çevreler değiştikçe insanın davranış şeklindeki değişkenliği göz önüne alır. Böylece yazar hem bir deneyi-ci hem de bir gözlemci olur.
- Natüralistler bazen de çevrenin aynı olmasına karşılık, koşullan sürekli değiştirerek deney yöntemini edebiyata uygulamış olur. Değişken koşullar altında insanın gösterdiği davranış değişikliklerini gözlemleyerek yazarlar.
- Natüralist yazar, eserlerde kendi kişiliğini gizler ( realistlerde olduğu gibi) Sadece onları gözlemek, gözlemlerini yazmak tutumunu benimser.
- Yazar, olayları ve kişileri bir bilim adamı gözüyle incelediği için, hayatın her türlü iğrenç ve çirkin sahnelerinin anlatımından kaçınmaz. Bu özellik nedeniyle de Natüralist yazarlar ahlak kavramından yoksun olmakla suçlanmışlardır.
- TEMSİLCİLERİ
- Emile Zola, Goncourt Kardeşler, Maupanant, John Steinbeck, Alphonse Daudet, H. İbsen.
- Türk Edebiyatında ilk pozitivist Beşir Fuat’tır. Daha sonra Nabizade Nazım’ da ve Hüseyin Rahmi Gürpınar' da Natüralist yanlar görülür
NATÜRALİZM / AHMET KABAKLI
19. yüzyıla kadar tabiata dayanan felsefe yahut tabiatseverlik anlamlarına gelen Natüralizm 1870-1890 yılları arasında, yeni bir edebiyat akımının adı olmuştur. Tabiat bilimlerine aşırı bağlılığı sebebiyle Natüralizm diye anılan bu akım esas itibariyle Realizm'in daha köklü (radikal) bir devamı sayılmaktadır. Realizm'den ayrı veya daha aşırı yanları şunlardır:
Natüralistler, tıpkı tabiat olaylarında olduğu gibi, insanların hayatında da bir muayyeniyet (determinisme) olduğuna inanırlar. Yani (onlara göre) aynı sebepler, belirli şartlar altında daima aynı sonuçları verir. Tabiat olayları gibi kişilerin yaşayışı da birtakım zarurî şartların, elde olmayan (maddî) vakaların ve belirsiz içgüdülerin sonucudur. Şu halde romancı, bir kahramanın yaşayış macerasını yazmadan önce, tıpkı bir biyoloji âlimi gibi onun beden ve ruh yapısını hazırlayan şartları incelemek zorundadır. İlimde olduğu gibi hayatta da tesadüfün yeri olamaz.
İncelenecek şeylerin başında soyaçekim (irsiyet) kanunu gelir. Natüralizmin öncüsü Emile Zoia "îrsiyetin de yerçekimi gibi kendine mahsus kanunları olduğuna" inanmıştır. Yani atalarla, büyük baba ve analarda bir bozukluk yahut üstünlük varsa, bu gittikçe artarak nesilden nesle geçer, ayyaşlar, frengililer, fahişeler bazen da kabiliyetli insanlar türetir. Çünkü Zola'nın örnek tuttuğu Claude Bernard gibi bilginler, her şeyi madde açısından çözeceklerine; insanın, et, kemik ve sinirden ibaret olduğuna, ruh diye bir şey bulunmadığına inanmışlardır. Şu hâlde, romancının ödevi, ilk önce yaşatacağı kimsenin soy ve sopunu incelemektir. Bundan sonra, o şahsın yetiştiği sosyal çevrenin, aldığı terbiyenin, iş hayatının, ekonomik durumun incelenmesine geçilir. Nitekim Zola "İkinci İmparatorluk devrinde bir ailenin tabiî ve sosyal tarihi" ni göstermek amacıyla beş kuşağın irsi vasıflarını ve doğuştan kusurlarım değişik şartlar altında araştıran 20 ciltlik Rougon-Macquart romanını yazmıştır.
İncelemelerle vardığı sonuç; "İnsanın kaderini sadece yaşadığı çevre, bir de soyu-sopu, ataları tayin eder."Yani ecdattan, aileden alman birtakım kabiliyetler, hastalıklar, içgüdüler, belli bir ortam ve çevrede biçimlenir. Böylece bir katil, bir işçi, bir fahişe, bir alkolik, din adamı veya tacir olmak, onların kaçınılmaz alın yazısıdır. Nitekim Nana romanının kahramanı, Parisli güzel fahişe Nana, sarhoş bir baba ile alkol, sefalet fuhuş içinde yaşayan bir annenin kızıdır. Onun, herkesçe alınıp satılır bir kadın olması, bir çeşit sosyal kaderdir.
Emile Zola, kahramanlarının bu yazgısını belirtmek için âdeta onlara ait sicil dosyalarım tutardı. Soy sopunu, düşüp kalktığı kimseleri, düşkünlük ve alışkanlıklarını,, hastalıklarını araştırır, bunlardan kesin sonuçlara varırdı. Meselâ Nana'yı çıplak oynayan hafifmeşrep bir şarkıcı olarak yaşattığı varyete tiyatrolarını içten dıştan tanımıştı. Yine bu kahramanını öldürecek olan çiçek hastalığını aylarca etüd etmişti.
Natüralistler, sırf maddî bir varlık saydıkları insanın, Realistler gibi yalnız gözlemek ve birçok vesikalara bağlamakla kalmayıp bir de deneyim'e (tecrübe) tâbi tutarlar. (Deneyimce deney ayrı kavramlardır. Deneyim, biyoloji ve kimyada uygulanan bir usuldür. Meselâ bir fareye, muayyen dozda bir çeşit zehir verilerek, kaç gün yaşayacağını tesbit etmek, bir deneyimdir.) İşte Natüralistler, roman kişilerini de, bir çeşit deney hayvanı gibi düşünürler, Sözgelişi kötü şartlar içinde çalışılan bir fabrikada, bir işçinin, belli süre içinde ne gibi alışkanlıklar, ne gibi tepkiler, ne gibi isyanlar, ne gibi maddî ve ahlâkî değişmeler içine düşeceğini araştırır, not eder ve kişiyi ona yakışan serüvenler içinde yaşatırlar.
Realistler, sanat sanat için diyorlardı. Natüralistler daha güdümlü ve kasıtlı bir Realizm yapıyorlar, denebilir. Yani sanat sanat içindir, roman roman içindir ilkesinden tamamıyla ayrılarak sanatı toplum yaralarını, insanın çirkinliklerini deşip ortaya koyacak tesirli bir vasıta sayıyorlar. O zamanki Fransız toplumu zaten ciddî kargaşalık içindedir. Dine, devlete, adalete karşı sert tepkiler başlamıştır. Sanayinin ve birkaç elde toplanan sermayenin kitlelere baskısı, köylerden şehirlere akm, nüfus artışı vb. sebeplerle her yanda sefalet, ahlâksızlık, güvensizlik görülmektedir. İşte Natüralistler, bu sosyal durumu, karamsar ve isyancı bir tarzda ele alıyorlar. Her şeyi, olduğundan daha beter, daha karanlık; umutsuz gözle görüyorlar. Bu yüzden bazıları Natüralizmi: "tabiatın ve insanın en utanılacak, en iğrenç taraflarını göstermek sanatı" diye tarif ederler. Zola ise, bu tutumunun sebebini şöyle açıklamaktadır:
"Cîaude Bernard'a göre, çağdaş ahlâk, kötülük ve iyilik kavramlarına, hâkim olarak, iyiliği yaymak, kötülüğü ise yok etmek ister. İşte biz Natüralistler, sosyal yaraların sebeplerini bunun İçin araştırıyoruz. Biz toplumda ve insanda olan bozuklukları izah etmek için sınıfların ve kişilerin anatomisini yapıyoruz. İşte bunun için çoğunlukla kokmuş ve çürümüş konuları ele almaya, insan sefalet ve çılgınlıklarının bulunduğu uçurumun dibine kadar inmeye mecbur oluyoruz."
Natüralistler, roman üslûbunda Realistler kadar titiz görünmezler. Aldıkları bayağı sahnelerin, kibar ve özenilmiş bir üslûba sığmayacağı görüşündedirler.
Söyleşmelerde yaptıkları önemli yenilik, roman kişilerini, mesleklerine, sınıflarına, yaşlarına ve kültür seviyelerine göre konuşturmuş bulunmalarıdır. Natüralistler'in bu ilkesi, sonra gelen birçok yazarca benimsenmiştir. Bizdeki takipçileri, bu kitabın III. ve V. ciltlerinde görülecektir.
Kısacası Natüralizm, insan kişiliğini meydana getiren ruhu (hüviyeti) umursamayarak daha çok maddesi (uzviyet) üstünde durmuştur. Mademki insan tabiatı önce irsiyetin (soya çekimin) sonra da sosyal muhit ve zamanın determine (mukadder) sonucudur. O hâlde romanda ahlâkî bir tasa aramak boşunadır. İnsanlar da öteki hayvanlar gibi yer, içer ve cinsî içgüdülerine boyun eğerler. Önemli olan hayal, sezgi, ideal gibi laflan bırakıp gerçeği bulmaktır. Gerçeği arayan roman ruhî belirtileri hiçe sayıp gövdeye ait hâlleri incelemelidir. Meselâ vicdan azabı yahut aşk dediğimiz şey, ya organların bir bozukluğundan ya da taşkınlığından ileri gelir. Aslında madde dışında bir şey yoktur.
İnsanları parlak sözlerle ululamak imkânsızdır. Çünkü herkesin hayatı, bayağı, alçak ve çirkin içgüdülerden ibarettir. Güzellik ve iyilik dediğimiz şeyler, iğreti ve uydurma şeylerdir. İnsan da Öteki mahlûklar gibi acıkan ve arzu eden bir hayvandır. İşte roman bu adilikleri, hileci ve riyali davranışları ortaya koymak için yazılır.
Zola, bu adileştirmede ne kadar ileri gitmiş olacak ki en geniş müsamahasıyla Anatole France bile, onun eserini "hakikî pislik zevkinde" diye yermektedir.
Bu aşırı maddecilik ve hep âdî, bayağı, çirkin şeyleri gösterme merakı, onları Realistler'den ayırıp, bir çeşit maksatlı toplum yergisine götürmüştür. İnsanların bir çamur olduğunu göstermek için üslûplarına bol bol küfür ve çirkin söz de katmışlardır.
Nitekim Emile Zola, zamanla deneyci roman (Le roman experimental)ı bırakarak daha çok sosyal gerçekçi bir roman tarzına girmiştir. Natüralizm'in kavgacı bir çocuğu olarak bugün de sürüp giden sosyal gerçekçi roman, ısrarla ve güdümlü şekilde kötülüklere doğru gitmek, yolsuzluk ve çirkinlikleri şişirmeli bir tarzda ortaya koyarak, onun ıslahına yardım etmek iddiasındadır. Sosyalist akımlar, bu tarz romanın kuvvetlenmesine yardım etmiş ve ona gerekli malzemeyi de vermiştir. Sosyal gerçekçilikte, (yine Natüralizm'in ilkelerinden hareket ile) dine, geleneğe ve para ile sağlanmış üstünlüklere karşı sert hücumlar görülür. Alışılmış ve yerleşmiş her nizam ve töre gibi, aile, iffet, terbiye, ahlâk, hukuk vb. kurumları da sarsmak isterler.
Sosyal Gerçekçi romanın ilk başarılı örneklerini yine Emile Zola, Hakikat, Çalışma, Bereket adlı eserleri ile vermiştir. Gerçi soyaçekim, çevre, muayyeniyet, deneyim gibi iddiaları taşıyan Natüralizm, pek kısa ömürlü olmuştur. Fakat sosyal gerçekçi roman tarzı, onun mirasçısı olarak sürüp gitmektedir. Nitekim Türk edebiyatının 1950'den sonraki romancıları Orhan Kemal, Samim Kocagöz, kısmen Abbas Sayar, Fakir Baykurt vb. Natüralizm'in bu koluna sokulabilirler. Emile Zola'nın karamsar ve isyancı toplum görüşü; sınıf çekişmeleri, yoksulluk, işsizlik dertleri; lâiklik-din çatışmaları ve her türlü sosyal davalar, 1950 -1970 yıllarının bazı Türk romanlarında mübalağalı ve ısrarlı tarzda görülmüştür. Bunun bir sebebi de 19. yüzyıl sonundaki Fransa ile bir asır sonraki Türk toplumu arasında hayli benzeyişler bulunmasıdır.
Natüralizm'in kendisi de Türk edebiyatına bazı izler düşürmüştür. Emile Zola'nın çağdaşı olan Ahmed Mithat Efendi'nin bazı eserlerinde (Müşahedat ve Taaffü romanları) görülen bu etkiler, kendisini "Realist-Natüralisf bir yazar olarak tanıtan Hüseyin Rahmi'de belirli, metotlu, şuurlu bir hâl almıştır. Hüseyin Rahmi, Mürebbiye, Hayattan Sahifeler, Ben Deli miyim? gibi romanlarında deneyci roman {Le roman experimental) metodunu izlemiştir. Servet-i Fünûn dergisinde, güçlü bir eleştirmen olan Ahmed Şuayb'ın da Natüralizmi ısrarla savunduğunu görmekteyiz. Ancak Servet-i Fünûn romancıları arasında bu akıma bağlanan yoktur. İslâm'a bağlı ve ahlâkçı bir görüşe sahip olmakla birlikte, Mehmed Akif’in manzum hikâyelerinde Natüralist ve Sosyal Gerçekçi bir metotla hareket ettiği söylenebilir.
AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI ANSİKLOPEDİSİ
NATÜRALİZM-3
- Natüralizm, realizmin gözlemciliğinin yanma deneyim ilkesini getiren, determinizm anlayışını romana sokan bir edebî akımdır.
- Natüralizm, realizmin, «çevrenin insan üzerinde büyük etkisi olduğu» yolundaki görüşünü ve başka türlü ilkelerini kabul etmekle birlikte, deneyime büyük bir önem vermiş, realizmin belgeciliğiyle yetinmemiştir.
- Determinizm, insanın yarattığı olayların, daha önceki nedenlerin sonucu olduklarını ve bunların da daha sonraki olaylara neden olacaklarını ileri süren bir düşünce dizgesi (sistemi)dir.
- Determinizme göre doğada meydana gelen olaylar bazı kaçınılması olanaksız (imkânsız) nedenlerin etkisiyle ortaya çıkarlar. İlimde rastlantının ve olağanın yeri yoktur. Aynı koşullar altında aynı nedenler, aynı sonuçları doğururlar. Fizik biliminde büyük ve önemli yeri olan bu determinizm ilkesi, sosyal olaylar üzerinde de kendini göstermektedir.
- Natüralizm, realizmden ince ayrımlarla ayrılır. Fakat birbiriyle de çok sıkı ilişkileri vardır. Bu yakınlıklarından ötürü bazı sanatçıların natüralist, ya da realist oldukları tartışma konusu olmuştur, örneğin Zola, realist bir yazar olarak o akımın içine sokulduğu halde, natüralizmi tek başına temsil eden bir sanatçıdır. Alphonse Daudet de öyle. Eğer Alphonse Daudet, Sapho adındaki romanını yazmasaydı, realist sayılacaktı. Fakat bu eserle Daudet, natüralistlerin arasına girmiştir.
Bu karışmalara rağmen natüralizm realizmden ayıran temel ayrımlar vardır. Şimdi bu ayrımların neler olduklarını sırasıyla görelim :
a) Çevrenin insan ruhu üzerindeki etkisinin yanında soyaçekimin (irsiyetin) iş payı (rolü):
Natüralistler, insanların davranışlarında çevrenin etkisini temel kabul etmekle birlikte, soyaçekimin, yani ana ve babadan getirilenlerin de iş payı olduğunu ileri sürüyorlar. İnsan eylemleri, hem çevreden, hem de soyaçekimden gelen etkilere bağlıdır. Bu nedenle insanların eylemlerini kavrayabilmek için, insanın geliş kaynağını, fizyolojik yapısını, etkisinde kaldığı eğitimi ve içinde yaşadığı çevreyi iyice bilmek gerektir. Bunlar bilinmedikçe, insanların eylemlerinin doğuş nedenlerini bulmak mümkün olamaz. Bulunsa da eksik ve kusurlu olur.
Fakat bu etmenler (faktörler) iyice bilindiği takdirde, olay, roman yazarının kendi istek ve iradesinin dışında, koşullu sonucuna doğru yol alır . Eğer yazar, olayın zorunlu sonucuna etki yapacak bir karışmada bulunursa, koşul bozulur ve nedenle sonuç arasındaki gerçek bağ kopar. Bu nedenle de romantiklerin yaptıklarından öteye gidilmemiş olur.
Bu görüş altında natüralistler, insan eylemlerinin meydana gelişinde, soyaçekimin en az çevre kadar iş payı olduğunu ileri sürüyorlar. Çünkü insanların huyları (mizaçları), kendi fizyolojik devinmelerine bağlı olmakla beraber, anne ve babalarının huylarıyla de ilişkilidir. Yani doğuştan onların huylarının motiflerini getirirler. Bir insanı, anne ve babasından hiç bir şey getirmemiş bir varlık olarak düşünmek yanlıştır. Eğer insan anne ve babasından hiç bir şey getirmemiş olsaydı surat benzeyişi de olmazdı. Surat benzerliği, yürüyüş ve oturuş benzerlikleri gibi huy ve davranış benzerlikleri de soyaçekimle geçebilir. Bunun yok sayılması (inkârı) olanaksızdır. Durum böyle olunca, eylemin sahibi olan insanın aile bireylerini hatta bu ailenin öteki kollarım tanıyıp incelemek gerekir. Bu yoldan olayın temel nedenlerine ulaşılabilir.
b) İnsan ruhunun fizyolojiye bağlılığı:
Natüralistlere göre, fikir ve heyecan, beynin ve organizmanın görünüşüdür. Düşünceyi, ruhun değil de uzviyetin, yani bütün halinde bedenin verisi sayan natüralistler, gerçek insanı, fizyolojik bir varlık olarak düşünmüşler ve ruha hiç önem vermemişlerdir. Çünkü beden olmadıkça ruhtan söz edilemez. Ruh, organların fizyolojik ilişkilerinin toplamıdır. O holde, ruh diye bedenden ayrı bir varlık düşünülmez.
c) Karakter yerine huyun temel tutulması:
Natüralistler karaktere önem vermiyorlar. Huy'u esas kabul ediyorlar. Bir insanın karakteri, zihninin şekli ne bağlıdır. Halbuki huy, fizyolojik yapıya bağlı olmakla beraber, soyaçekimle de ilişkilidir. Yani huyun içinde ana ve babadan gelenler de vardır. Karakter, tutkular n ve iştahların birleşimi olmakla birlikte, akılla da bağıntılıdır. Halbuki huy, akılla bağdaşamaz. Bu nedenle bazı insanlar, belli bir huyun kucağında sırf hayvandırlar. Örneğin bu hayvanlık şehvet düşkünlüğü şeklinde görünebilir. Şehvet düşünlüğü bir huy (mizaç) dur. Bu huyun ruhla hiç bir ilişkisi yoktur. Organların fizyolojik çalışmalarına bağlıdır. Tamamıyla sinir dizgesindeki gerilmenin eseridir. Bu düşüncenin doğruluğunu göstermesi bakımından, E. Zola'nın, Terez Raken adlı romanının ön sözündeki fikirlerine bir göz atalım:
«...Terez ile Lavren, her ikisi de insan şeklinde iki hayvan dan başka bir şey değildir. Bu hayvanlarda İhtirasların gizli faaliyetini, içgüdünün itişlerini, bir sinir buhranından sonra dimağa ârız olan teşevvüşleri adım adım aradım. İki kahramanımın aşkları bir ihtiyacın tatminidir. İrtikâp ettikleri cinayet zinalarının bir sonucudur. Nihayet vicdan azabı ismini vermeye mecbur olduğum şey, uzvî bir karışıklıktan, kopacak derecede gerilen cümle-i asabiyenin bir isyanından ibarettir.»
Görülüyor ki Zola, karakter üzerinde değil, huy (mizaç) üzerinde durmuştur.
d) Gözlemin yanına deneyimin getirilmesi:
Fiziksel ilimlerde kullanılan deneyim metodu,-olayları, tarafımızdan hazırlaman koşullara göre meydana getirmek ve nedenlerini incelemektir.
Bilimde gözlem ise nedenlerle kanunları bulmak için olayları doğada meydana geldiği gibi incelemektir. Yani bilimde gözlem, bir laboratuar çalışması olmayıp, doğrudan doğruya doğaya eğilmektir.
Realistler, gözleme gereken önemi vermişlerdi. Fakat natüralistler —ki başta E. Zola—gözleme gereken önemi vermekle birlikte, romana deneyimi de getirdiler. Bu metot yardımıyla ayrı ayrı yerlere gönderilmiş olan aile dallarına bağlı fertlerin, ayrı meslek ve ayrı çevre içinde karşılaştıkları yaşamsal sonuçlar, bir âlim tarafsızlığıyla incelenmiş; soyaçekimin ve çevrenin insan huyu üzerinde etki ayrımları gösterilmeye çalışılmıştır.
Natüralist romancı, olayları kendi doğal yapısı içinde ele aldıktan sonra, çevresinde ve koşullarında değişiklikler meydana getirerek onlara etki yapmak, bu etkinin baskısı altında ortaya çıkacak olan kuruluş çatkısını herkese göstermek isteyen kimsedir.
Romancı bunu yapabilmek ve çevresiyle soyaçekimin etkilerinin gücünü belirtebilmek için tasvire çok büyük önem vermiş, sonu gelmeyen tasvirlerle anlatmama bir derinlik kazandırmıştır. Natüralizm, realizmin aşırılığından başka bir şey değildir. Onun belge ilkesini ve tasvirciliğini aşırılığa götürmüştür. E- Zola, tasvir hakkındaki düşüncesini şöyle belirtiyor:
«Artık zevk olsun diye, tasvir etmiyoruz. İnsanın içinde yaşadığı çevreden ayrılamayacağını; elbisesi, evi, şehri, vilâyetiyle tamamladığını kabul ediyoruz. Binaenaleyh dimağın veya kalbinin tek bir olayını, muhitte onun sebeplerini veya tepkisini aramadan, tespit etmeyeceğiz. Sonu gelmez tasvirlerimizin sebebi işte budur.»
e)Natüralizmde dil:
Natüralizm de, baş düşünce olarak realizmi ana ilke kabul ettiği için, gerçeğin anlatımında edebî üslûptan ayrılmıştır. Dili daha çok her sınıf halkın anlayabileceği bir düzeyle tutmuştur. Romanın kahramanı, hangi halk sınıfına bağlı ise, o sınıfın diliyle konuşturulmuş, o sınıfın aksanı yaşatılmıştır. Çünkü dil, sınıfları karakterize etme bakımından büyük bir önem taşır. Natüralizmin dil konusundaki bu tutumunu, kendi edebiyatımızda Ahmet Rasim ve Hüseyin Rahmi Gürpınar'da görüyoruz.
f)Natüralizmde kötümserlik:
Natüralizm, olayları bir kötümserlik havası içinde görmüştür. Çünkü Natüralizmin meydana geldiği çağda, toplumun din, hükümet ve sosyal kuruluşlara karşı güveni kalmamıştır. Yapılan anketler bunu gösteriyordu. Bütün Fransa'da kötülük, ahlâksızlık, dalkavukluk, yalancılık, perişanlık ve geçim zorluklan almış yürümüştü. Düşünce ve irade bağımsızlığından yoksun olan insan, maddeciliğin baskısı altında ezilmekteydi. Sanatçı, insanı, böyle bir çevrenin içinde incelemek zorundaydı. Olaylar bu çevrenin isteğine göre meydana geliyordu. Roman da her şeyi doğal yüzü ile görmek zorunda olan bir, sanat eseri olduğu için, ister istemez taşıdığı hava ağır ve kötümser oluyordu.
Natüralist sanatçılar da realistler gibi. ahlâkçı bir amaç gütmemişlerdir. Sanatı bağımsızlık içinde görmüşlerdir. «Âlimin gayesi herhangi dinî veya ahlâkî endişenin dışında nasıl ilmî hakikati aramaksa, romanı ilme istinat ettirmek isteyen romancının gayesi de, belli çevrelerde yaşayan şahısların mukadderatını adım adım takip etmektir.» Bu bakımdan sanatçının bir din, ya da ahlâk dersi vermek gibi bir amaç gütmesine imkân yoktur. «Bir romandan çıkacak ahlâk dersi, ancak o romanın tabiî neticesi olabilir.»
Natüralizm, tiyatro alanında da eser vermek için çaba harcamıştır. Fakat bu alandaki başarısı romanlarındaki kadar güçlü olmamıştır. Çünkü romanın çağa dayanan kocaman ve karışık dekorunu olduğu gibi sahneye getirmek mümkün olmadığı gibi, tasvirin anlatımda gösterdiği güç yardımıyla çevre ve insan arasında kurulan sağlam köprüyü, sahnedeki eşya ve aktör arasında kurma olanağı yoktur. Aynı zamanda anlatımın en güçlü tutamağı olan tasvir, tiyatro eserlerinde ihmale uğramış olur. Bu ise natüralizmin anlatımına uygun düşmez.