Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

NATÜRALİZM / AHMET KABAKLI

19. yüzyıla kadar tabiata dayanan felsefe yahut tabiatseverlik anlamlarına ge­len Natüralizm 1870-1890 yılları arasında, yeni bir edebiyat akımının adı olmuş­tur. Tabiat bilimlerine aşırı bağlılığı sebebiyle Natüralizm diye anılan bu akım esas itibariyle Realizm'in daha köklü (radikal) bir devamı sayılmaktadır. Re­alizm'den ayrı veya daha aşırı yanları şunlardır:

Natüralistler, tıpkı tabiat olaylarında olduğu gibi, insanların hayatında da bir muayyeniyet (determinisme) olduğuna inanırlar. Yani (onlara göre) aynı sebep­ler, belirli şartlar altında daima aynı sonuçları verir. Tabiat olayları gibi kişilerin yaşayışı da birtakım zarurî şartların, elde olmayan (maddî) vakaların ve belirsiz içgüdülerin sonucudur. Şu halde romancı, bir kahramanın yaşayış macerasını yazmadan önce, tıpkı bir biyoloji âlimi gibi onun beden ve ruh yapısını hazırlayan şartları incelemek zorundadır. İlimde olduğu gibi hayatta da tesadüfün yeri ola­maz.

İncelenecek şeylerin başında soyaçekim (irsiyet) kanunu gelir. Natüralizmin öncüsü Emile Zoia "îrsiyetin de yerçekimi gibi kendine mahsus kanunları oldu­ğuna" inanmıştır. Yani atalarla, büyük baba ve analarda bir bozukluk yahut üstün­lük varsa, bu gittikçe artarak nesilden nesle geçer, ayyaşlar, frengililer, fahişeler bazen da kabiliyetli insanlar türetir. Çünkü Zola'nın örnek tuttuğu Claude Bernard gibi bilginler, her şeyi madde açısından çözeceklerine; insanın, et, kemik ve sinirden ibaret olduğuna, ruh diye bir şey bulunmadığına inanmışlardır. Şu hâl­de, romancının ödevi, ilk önce yaşatacağı kimsenin soy ve sopunu incelemektir. Bundan sonra, o şahsın yetiştiği sosyal çevrenin, aldığı terbiyenin, iş hayatının, ekonomik durumun incelenmesine geçilir. Nitekim Zola "İkinci İmparatorluk devrinde bir ailenin tabiî ve sosyal tarihi" ni göstermek amacıyla beş kuşağın ir­si vasıflarını ve doğuştan kusurlarım değişik şartlar altında araştıran 20 ciltlik Rougon-Macquart romanını yazmıştır.

İncelemelerle vardığı sonuç; "İnsanın kaderini sadece yaşadığı çevre, bir de soyu-sopu, ataları tayin eder."Yani ecdattan, aileden alman birtakım kabiliyetler, hastalıklar, içgüdüler, belli bir ortam ve çevrede biçimlenir. Böylece bir katil, bir işçi, bir fahişe, bir alkolik, din adamı veya tacir olmak, onların kaçınılmaz alın ya­zısıdır. Nitekim Nana romanının kahramanı, Parisli güzel fahişe Nana, sarhoş bir baba ile alkol, sefalet fuhuş içinde yaşayan bir annenin kızıdır. Onun, herkesçe alınıp satılır bir kadın olması, bir çeşit sosyal kaderdir.

Emile Zola, kahramanlarının bu yazgısını belirtmek için âdeta onlara ait sicil dosyalarım tutardı. Soy sopunu, düşüp kalktığı kimseleri, düşkünlük ve alışkan­lıklarını,, hastalıklarını araştırır, bunlardan kesin sonuçlara varırdı. Meselâ Nana'yı çıplak oynayan hafifmeşrep bir şarkıcı olarak yaşattığı varyete tiyatrolarını içten dıştan tanımıştı. Yine bu kahramanını öldürecek olan çiçek hastalığını ay­larca etüd etmişti.

Natüralistler, sırf maddî bir varlık saydıkları insanın, Realistler gibi yalnız gözlemek ve birçok vesikalara bağlamakla kalmayıp bir de deneyim'e (tecrübe) tâbi tutarlar. (Deneyimce deney ayrı kavramlardır. Deneyim, biyoloji ve kimyada uygulanan bir usuldür. Meselâ bir fareye, muayyen dozda bir çeşit zehir verile­rek, kaç gün yaşayacağını tesbit etmek, bir deneyimdir.) İşte Natüralistler, roman kişilerini de, bir çeşit deney hayvanı gibi düşünürler, Sözgelişi kötü şartlar için­de çalışılan bir fabrikada, bir işçinin, belli süre içinde ne gibi alışkanlıklar, ne gi­bi tepkiler, ne gibi isyanlar, ne gibi maddî ve ahlâkî değişmeler içine düşeceğini araştırır, not eder ve kişiyi ona yakışan serüvenler içinde yaşatırlar.

Realistler, sanat sanat için diyorlardı. Natüralistler daha güdümlü ve kasıtlı bir Realizm yapıyorlar, denebilir. Yani sanat sanat içindir, roman roman içindir ilkesinden tamamıyla ayrılarak sanatı toplum yaralarını, insanın çirkinliklerini deşip ortaya koyacak tesirli bir vasıta sayıyorlar. O zamanki Fransız toplumu za­ten ciddî kargaşalık içindedir. Dine, devlete, adalete karşı sert tepkiler başlamış­tır. Sanayinin ve birkaç elde toplanan sermayenin kitlelere baskısı, köylerden şe­hirlere akm, nüfus artışı vb. sebeplerle her yanda sefalet, ahlâksızlık, güvensizlik görülmektedir. İşte Natüralistler, bu sosyal durumu, karamsar ve isyancı bir tarz­da ele alıyorlar. Her şeyi, olduğundan daha beter, daha karanlık; umutsuz gözle görüyorlar. Bu yüzden bazıları Natüralizmi: "tabiatın ve insanın en utanılacak, en iğrenç taraflarını göstermek sanatı" diye tarif ederler. Zola ise, bu tutumunun se­bebini şöyle açıklamaktadır:

"Cîaude Bernard'a göre, çağdaş ahlâk, kötülük ve iyilik kavramlarına, hâkim olarak, iyiliği yaymak, kötülüğü ise yok etmek ister. İşte biz Natüralistler, sosyal yaraların sebeplerini bunun İçin araştırıyoruz. Biz toplumda ve insanda olan bo­zuklukları izah etmek için sınıfların ve kişilerin anatomisini yapıyoruz. İşte bu­nun için çoğunlukla kokmuş ve çürümüş konuları ele almaya, insan sefalet ve çıl­gınlıklarının bulunduğu uçurumun dibine kadar inmeye mecbur oluyoruz."

Natüralistler, roman üslûbunda Realistler kadar titiz görünmezler. Aldıkları bayağı sahnelerin, kibar ve özenilmiş bir üslûba sığmayacağı görüşündedirler.

Söyleşmelerde yaptıkları önemli yenilik, roman kişilerini, mesleklerine, sınıf­larına, yaşlarına ve kültür seviyelerine göre konuşturmuş bulunmalarıdır. Natüralistler'in bu ilkesi, sonra gelen birçok yazarca benimsenmiştir. Bizdeki takipçi­leri, bu kitabın III. ve V. ciltlerinde görülecektir.

Kısacası Natüralizm, insan kişiliğini meydana getiren ruhu (hüviyeti) umursamayarak daha çok maddesi (uzviyet) üstünde durmuştur. Mademki insan tabiatı önce irsiyetin (soya çekimin) sonra da sosyal muhit ve zamanın determine (mu­kadder) sonucudur. O hâlde romanda ahlâkî bir tasa aramak boşunadır. İnsanlar da öteki hayvanlar gibi yer, içer ve cinsî içgüdülerine boyun eğerler. Önemli olan hayal, sezgi, ideal gibi laflan bırakıp gerçeği bulmaktır. Gerçeği arayan roman ru­hî belirtileri hiçe sayıp gövdeye ait hâlleri incelemelidir. Meselâ vicdan azabı ya­hut aşk dediğimiz şey, ya organların bir bozukluğundan ya da taşkınlığından ile­ri gelir. Aslında madde dışında bir şey yoktur.

İnsanları parlak sözlerle ululamak imkânsızdır. Çünkü herkesin hayatı, baya­ğı, alçak ve çirkin içgüdülerden ibarettir. Güzellik ve iyilik dediğimiz şeyler, iğre­ti ve uydurma şeylerdir. İnsan da Öteki mahlûklar gibi acıkan ve arzu eden bir hayvandır. İşte roman bu adilikleri, hileci ve riyali davranışları ortaya koymak için yazılır.

Zola, bu adileştirmede ne kadar ileri gitmiş olacak ki en geniş müsamahasıyla Anatole France bile, onun eserini "hakikî pislik zevkinde" diye yermektedir.

Bu aşırı maddecilik ve hep âdî, bayağı, çirkin şeyleri gösterme merakı, onları Realistler'den ayırıp, bir çeşit maksatlı toplum yergisine götürmüştür. İnsanların bir çamur olduğunu göstermek için üslûplarına bol bol küfür ve çirkin söz de kat­mışlardır.

Nitekim Emile Zola, zamanla deneyci roman (Le roman experimental)ı bıraka­rak daha çok sosyal gerçekçi bir roman tarzına girmiştir. Natüralizm'in kavgacı bir çocuğu olarak bugün de sürüp giden sosyal gerçekçi roman, ısrarla ve güdüm­lü şekilde kötülüklere doğru gitmek, yolsuzluk ve çirkinlikleri şişirmeli bir tarz­da ortaya koyarak, onun ıslahına yardım etmek iddiasındadır. Sosyalist akımlar, bu tarz romanın kuvvetlenmesine yardım etmiş ve ona gerekli malzemeyi de ver­miştir. Sosyal gerçekçilikte, (yine Natüralizm'in ilkelerinden hareket ile) dine, ge­leneğe ve para ile sağlanmış üstünlüklere karşı sert hücumlar görülür. Alışılmış ve yerleşmiş her nizam ve töre gibi, aile, iffet, terbiye, ahlâk, hukuk vb. kurumla­rı da sarsmak isterler.

Sosyal Gerçekçi romanın ilk başarılı örneklerini yine Emile Zola, Hakikat, Ça­lışma, Bereket adlı eserleri ile vermiştir. Gerçi soyaçekim, çevre, muayyeniyet, de­neyim gibi iddiaları taşıyan Natüralizm, pek kısa ömürlü olmuştur. Fakat sosyal gerçekçi roman tarzı, onun mirasçısı olarak sürüp gitmektedir. Nitekim Türk ede­biyatının 1950'den sonraki romancıları Orhan Kemal, Samim Kocagöz, kısmen Abbas Sayar, Fakir Baykurt vb. Natüralizm'in bu koluna sokulabilirler. Emile Zola'nın karamsar ve isyancı toplum görüşü; sınıf çekişmeleri, yoksulluk, işsizlik dertleri; lâiklik-din çatışmaları ve her türlü sosyal davalar, 1950 -1970 yıl­larının bazı Türk romanlarında mübalağalı ve ısrarlı tarzda görülmüştür. Bunun bir sebebi de 19. yüzyıl sonundaki Fransa ile bir asır sonraki Türk toplumu ara­sında hayli benzeyişler bulunmasıdır.

Natüralizm'in kendisi de Türk edebiyatına bazı izler düşürmüştür. Emile Zo­la'nın çağdaşı olan Ahmed Mithat Efendi'nin bazı eserlerinde (Müşahedat ve Taaffü romanları) görülen bu etkiler, kendisini "Realist-Natüralisf bir yazar olarak tanıtan Hüseyin Rahmi'de belirli, metotlu, şuurlu bir hâl almıştır. Hüseyin Rah­mi, Mürebbiye, Hayattan Sahifeler, Ben Deli miyim? gibi romanlarında deneyci roman {Le roman experimental) metodunu izlemiştir. Servet-i Fünûn dergisinde, güçlü bir eleştirmen olan Ahmed Şuayb'ın da Natüralizmi ısrarla savunduğunu görmekteyiz. Ancak Servet-i Fünûn romancıları arasında bu akıma bağlanan yok­tur. İslâm'a bağlı ve ahlâkçı bir görüşe sahip olmakla birlikte, Mehmed Akif’in manzum hikâyelerinde Natüralist ve Sosyal Gerçekçi bir metotla hareket ettiği söylenebilir.

AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI ANSİKLOPEDİSİ

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi