SERVET-i FÜNUN NESRİ
Servet-i Fünûn Edebiyatı, 1896 ile 1901 arasında Servet-i Fünûn dergisi çevresinde toplanan yeni bir neslin, ortak inançlar, bazı fikirler ve benzeşir bir üslûp halinde meydana getirdikleri edebiyat çığırına verilen addır.
Bu edebiyatı kuran kişiler, iki önemli etki altında yetişirler
I- Tanzimat'ın son kuşağı olan Recaizade Ekrem ile Abdülhâk Hâmid etkisi. Bu etki, onları bir yandan geleneksel edebiyatımızdan uzaklaştırıyor ve Batı (en çok Fransız) edebiyatına daha fazla yaklaştırıyordu. Öte yandan, halk ile gittikçe arayı açan ferdî, ağdalı ve aristokrat bir şiir ve nesir anlayışına sürüklüyordu.
II- Batı (Fransız) edebiyatı etkisi... Servet-i Fünûncuların çoğu (başta Tevfik Fikret, Halid Ziya) küçük yaştan itibaren düzenli okullarda, Fransızcayı inceliğiyle öğrenmiş bulundukları için, bu edebiyatı, daha yakından tanıdılar. Sonunda, Türk halkını ve Türk sanat geleneğini bırakarak, oraya bağlandılar. Bu bağlanış, onların fikirleri, sanat anlayışları kadar üslûplarına da tesir etti. İnce sanat ve güzellik peşine düştüler. Kendilerinin çağdaş, olan Parnasçılık, Realizm ve Sembolizm akımlarına da kapılarak yepyeni bir şiir ve nesir dili kurdular.
Servet-i Fünûn devrinin özellikleri, ileride (kitabımızın üçüncü cildinde) ayrıntılarıyla görülecektir. Şimdi onların nesir anlayışları ve kurdukları nesrin esasları üstünde duruyoruz.
Servet-İ Fünûncular birçok sosyal ve edebî endişelerle Tanzimatçıların yürütmek istedikleri halka doğru gitme ilkesini ve dilde sadeleşme gidişini terk etmişlerdir. Tıpkı Divan edebiyatçıları gibi bunlar da halkı havas (seçkinler) ve avam (kara budun) diye iki zümre olarak kabul edip sanattan ancak seçkinlerin anlayacağını düşünmüşlerdir. Avam dedikleri kalabalığa pekiyi bir gözle bakmamışlardır. Sözgelişi, Cenap Şahabettin'e göre "Havas, beğendikçe alkışlar, avam alkışladıkça beğenir." "Avam her devirde ve her diyarda ateşle ziyayı birbirine karıştırmıştır; kendisini her yakanı güneş sanır."
Bu görüşle halkın anlamasına hiç de lüzum olmayan süslü ve sanatlı yazılar yazmışlardır, "Mademki aydınlar ve seçkinler için yazıyoruz, o hâlde sade ve açık söyleyişler gereksizdir. Nasıl olsa yazdıklarımız anlaşılacaktır." gibi bir düşünüş onların başlıca iddiası olmuştur., Recaizade Ekrem'in Tâlim-i Edebiyatı’ndaki üçlü üslûp tasnifi benimsenmiş, Abdülhâk Hâmid'in "müzeyyen" üslûbuna tapınırcasına hayranlık duymuşlardır. Ahmed Mithat Efendi'nin "âdi" hükmüyle mahkûm edilen anlatımı, halk ağzından yana açık ve sade oluşu yüzünden küçümsenmiştir..
Hüseyin Cahit (Yalçın) bir yazısında Ahmet Mithat Efendi'nin: "Ben popüler bir muharririm ve bilinci medarı iftiharım budur." deyişine takılarak:
"İşte bu cümle Servet-i Fünûn edebiyatına yapılan ilk itirazı izaha kâfidir. Servet-i Fünûn edebiyatı avama mahsus değildi. Oraya yazı yazan muharrirler, acziyle beraber sanat için çalışıyorlar, sanatkâr olmak istiyorlardı. Elbette popüler olamıyorlardı. " diyor.
Böyle düşünen Servet-i Fünûncular, Fransız edebiyatında çok özendikleri yeni akımların (Parnasçılık, Sembolizm, Realizm) "sanat için sanat" anlayışı güden inceliklerine ulaşmak istediler. Türk nesrini hem sözlük hem de kavramlar bakımından yabancı kelimelerle zenginletmeye çalıştılar. Bunu sağlamak için, o zamana kadar işlenmemiş saydıkları Türkçeyi yetersiz buldular. Osmanlıcanın üç lisana dayanan bol kelime hazinesinden faydalandılar.
Fransızcada, gördükleri yeni kavram, hayâl, buluş ve mecazları şiir ve nesirlerine aktarmak isterken, asla Türkçeden veya halk dilinden karşılık aramadılar. Fars ve Arap kelimelerinin, o güne kadar hiç duyulmamış olanlarını bile kullandılar, Farsça vasf-ı terkibiler, zincirleme isim ve sıfat takımları ile çok süslenmiş yeni bir nesir (ve nazım) üslûbu aldı yürüdü. Bu üslûp kendilerinden sonra kendilerine bağlı gençlerin "Fecr-i Ati" akımında da kısa bir süre devam etti. 1911'e doğru Türkçülerin sert hücumları ile bu yüzden karşılaştılar.
Servet-i Fünûncuların kalıcı olan ve hâlâ kendimizi alamadığımız bir "devrimleri" de Fransız sentaksının etkisi ile Türkçe sözdiziminde önemli değişiklik yapmalarıdır. Bunlar Fransız cümle yapısını bütünüyle Türkçeye uygulayan bir anlatım yolu açmışlardır. Bu, öyle bir değişikliktir ki, dilimiz, sadeleştiği ve özleştiği hâlde, bugün bile etkisinden sıyrılmış değiliz. Yani Servet-i Fünûncuların getirdiği bu sözdizimi şekli sürüp gitmektedir. Onların yeniliği ancak bu noktada aranmalıdır. Bu yenilik Türkçeyi kendi tabiatından hayli çıkarmış olmakla beraber Fransızcadan (Batı'dan) alınma kavramları, düşünce ve duyguyu anlatmaya elverişli bir sentaks kolaylığı sağlamıştır.
Arapça ve Farsça kelimelere düşkün olan Servet-i Fünûncuların, Türkçede karşılığı bulunan yabancı sözlerin bile atılmasına razı olmayacakları tabii idi. Nitekim Tevfik Fikret:
"Su namına yalnız bir kelime kullanmak, ati var diye istikbâli kullanmamak lisanı tasfiye etmez, fakirleştirir. Yerinde kullanmak şartıyla her kelimenin ayrı bir kuvveti, ayrı tabiatı, ruhu vardır. Avama bildirmek ve anlatmak için yazdığımız makalelerde tercihle en basitlerim, en açıklarını seçelim. Fakat diğerlerini de yeri geldikçe, edebî zevke ihtiyaç oldukça, yazmak için saklayalım, "diyerek sade Türkçeciliğe karşı çıkıyordu."
Görüldüğü gibi Servet-i Fünûncular konuşulan dil ile edebî eser yazmayı da yüksek sanata aykırı buluyorlardı. Haîid Ziya, "konuşma dili" denince herhalde İstanbul'da, söylenen dilin akla geleceğini belirttikten sonra, acaba İstanbul’daki lisanların hangisi diye soruyor, cevap veriyordu:
"Şüphesiz bu, ne boş arsalarda ceviz oynayan çocukların, ne de şehrin dar sokaklarında, akşamlan kapılarının eşiklerine çömelerek hasbıhâl eden kadınların lisânıdır, İstanbul’da seçkin bir irfan topluluğu vardır ki, milletin konuşma lisânı işte ona tâbidir."
Bütün bunlar, o zaman kendilerine hücum eden halk Türkçecilerine karşı bir savunma ve hücum İdi, fakat zaman, Servet-i Fünûncuları haksız, ötekileri haklı çıkardı. O kadar ki, Halid Ziya Uşaklıgil bu sözlerinden kırk yıl sonra Mâi ve Siyah ile Aşk-ı Memnu gibi büyük romanlarını sadeleştirmek mecburiyetini duydu. Hatta Kırk Yıl adlı hâtıralar kitabında Servet-i Fünûn'daki süs ve özenti hastalığına acı acı takılmaktan bile geri durmadı:
"Bu maraz (illet) arkadaşlarımın affedeceklerine, hatta benimle beraber itiraf edeceklerine kanaatle söyleyeceğim ziynet ve süs iptilâsıydı. Bu iptilâ, nazımda olsun, nesirde olsun, yazılan fazla yüklü (sonradan bulunmuş bir tabir kabul edersek) "ağdalı" bir hâle getiriyordu. Öyle ki, o tarihten uzaklaştıkça, hele bugün, ben bunları tekrar okurken sinirlenmekten geri durmuyorum.
Edebîyat-ı Cedide Batı'ya dönerken, Doğu'nun bu illetinden kendini kurtarmaya çalışmalıydı. Bilâkis, kendisine miras olan marazı, yenilik iddiasının ince ve yarı şeffaf boyası altında sakladı ve daha fenası, besleyerek büyüttü. Buna biraz da, Batı’nın o zamana ait geçici bir sanat cilvesinden örnek alarak cesaret buldu. Böylelikle birinden diğerine geçerek hemen bütün Edebiyat-ı Cedide şairleri ve naşirleri, yazılarına yığın yığın istiareler, mecazlar, teşbihler, kelime ve fikir oyunları koydular ve sanki hayal ve söz marifetleri için, bir hüner sahnesi imişçesine sanatta hakikî bir yenilik cereyanının aksine geriye dönük bir yol tutmuş oldular. " (Kırk Yıl, 1936, c. IV. s.141)
Servet-i Fünûn nesrinin genel havası budur. Fakat o dergide yazanların hepsi aynı üslûp ilkelerine bağlı değildir, Ortak kavramlara bağlı olsalar bile bunlardan meselâ Hüseyin Cahit, oldukça sade yazmıştır. Süleyman Nazif daha çok, Namık Kemal üslubunu izlemiştir, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ise son yazılarında sadelikten de öte özleştirme taraflısıdır.
Fakat Servet-i Fünûn dediğimiz edebî akımın nesirdeki baş ustası Halid Ziya Uşaklıgil'dir. Cenap Şahabeddin, ona yakın bir anlayışa sahiptir. Mehmet Rauf ise biraz daha sade olarak Halid Ziya'yı adım adım izlemiştir. Bu yüzden Halit Ziya nesrinin özelliklerini genişleterek bütün arkadaşlarına yaymak mümkündür.
AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI ANSİKLOPEDİSİ