Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

 YAKARIŞ

Aşağıdaki iki metin Ahmet Hikmet’in mensur şiir niteliğinde iki fantazi yazısıdır. Yazar bunların ilkinde, zamanının çok ilerisinde ve ötesinde bulunan duru dil ve anlatımı ile yetinmemiş, ayrıca yazısına yer yer eski ve unutulmuş öz Türkçe sözcükler de katmıştır. Kendisinin numara koyarak dipnotlarında karşılığını verdiği bu tür sözcükleri biz burada ayraçlar içinde gösterdik.

Gün batıyor; sevgili korkun gönlümde doğuyor... Kumral akşam bana sessizlikler içinde varlığını, yüceliği fısıldıyor...

Bu alacakaranlıklar arasında bir kulun dilmaç (tercüman) kullanmadan, öz bilgisiyle sana diller dökmek istiyor... Ödünç giyim almadan kendi çaputlarıyla karşına çıkmak diliyor.

Onun yakarışlarını dinlemez misin?

Bir kanadı incinmiş, karnı acıkmış serçenin ötüşçüğünü anlarsın!.. Bir boynu bükük, benzi uçuk çiçeğin istekçiğini duyarsın!.. Bugün Türk’ün yıpranmamış tatlı, ince sesini birinci olarak sana eriştirmek isteyen bir arık, çıplak gönlün suçunu bağışlasan gerektir.

Ey yüce gökleri ışıklı yıldızlarla, azgın denizleri köpüklü dalgalarla süsleyen Tanrı! Kullarına kendilerini tanımak, kendilerinde özünü tanıtmak üzere onlara beyin verdin, gönül verdin... Onlardan yüz binlerce Türkler sevgili son yalavacının (peygamber) doğru izinden, bu us, bu duygu kanatlarıyla yüksele yüksele uçmağına (cennet) ermek istediler.

Yeryüzünün en büyük ulusu olan senin Türklerin, yüreklerini donduran soğuk bozkırlarını, yurtlarını bırakarak sözlerini anlamak, senin özbirliğini tanımak, sana tapmak üzere yalınayak, baş açık, bağır çıplak koşa koşa yâd illere düştüler... Yana yana sıcak çöllere üştüler..

O genişliklerde yıldıran Türklerin senin tutsağın oldular. Yoğun urganına (kalın ip) sarıldılar...

İlk çağda aya, güne tapan bunlar, şimdi ayın, günün ısını (sahip) buldular, kutlu oldular... Yalavacının söylediğine, yarlığına boyun eğdiler... Yaradanlarını bildiler, doğru yola girdiler, isteklerine erdiler...

Sonra, ey bizi yoktan var eden Uğun (Tanrı), seni ululatmak, büyük bitiğini (kitabını, Kur’an’ı) yüce buyrultular gibi ilerilere götürmek, birliğinin sancağını yeryüzünün bir ucundan öbür ucuna iletmek, gönül gözü kör olanlara, seni tanımayanlara seni tanıtmak, göstermek üzere savaşa başladılar...

Şimşeklerine baktılar, kılıçlarını çektiler, yıldırımlarını işittiler, toplarını kullandılar. Kanlarını senin uğrunda döktüler, başlarını yoluna koydular. Koca denizleri geçtiler, yüce dağları aştılar...

Yalnız sen, sen bilirsin kim bütün yeryüzündeki sayısız kullarından, çok pek çok, onlar senin uğrunda çabaladılar. Sen de onlara öğütler bağışladın, dirlikler verdin. Yalavaçlarının güzel adlarına ayırdığın ünlü, yerleri, bütün onların yurtlarının bucaklarında sakladın... Onları bütün kullarına karşı, senin ulu adının, kutlu birliğinin bekçiliğine koydun... Böylece övüp de yarattığın Türklerin sana düşkünlükle yükseldiler...

Bu yücelikten onları indirme... Ak bulutlardan kara çamurlara düşürme. Ev sevgili Tanrı onları indirme, düşürme kim onların yüreklerinde senin korkun, senin sevgin vardır, sen varsın!

Bilmeden yaptıkları suçları varsa bunları dünkü emeklerine bağışlamaz mısın? Bağrı karalarını bugünkü gözyaşları ile yıkamaz mısın?..

Yürekleri karardıysa eşiğinde yerlere sürünen alınları aktır... Yüreklerinin karartısını aydınlatmak, düştükleri uçurumdan bileklerini tutmak, onları yine doğru yola getirmek sana güç değildir ey ulular ulusu!..

Şimdi önünde, çıplak gönlü ile kekeleyerek söylenen bu arık kulun bütün yurttaşlarıyla birlikte bir yargılayıcı bakışının yoksuludur... Ey büyük Tanrı; sen yine onları unutma, sen yine onları esirge!..

Bak, sızan gözyaşlar ne ağlıyor, sızlayan yürekler ne inliyor?

 

DÜNYA YARATILIRKEN

Karanlık! Boğucu, ezici bir karanlık! Rüzgârlar akıyor, taşlar ağıyor, alevler kaynıyor. Çağlayan ateşlerden girdaplar dönüyor, erimiş demirlerden fıskiyeler hâsıl oluyor, dağlar yuvarlanıyor, denizler boşanıp doluyor. Bulutlar gümbürtülerle patlıyor; içlerinden yüzlerce, binlerce yıldızlar fırlayıp —ateşböcekleri gibi uçarak— süzülerek, çarpışarak bir tarafa saplanıyor. Kabaran, köpüklerle kıvranan alevlerle, yükselen kıvrılan, kavrayan sular birbiri üstüne atılıyor, sarılıyordu.

Kâinat dönüyor, dönüyordu!

Dünyayı düzeltmeye memur edilen melekler cihanın bir tarafından öteki tarafına uçuyorlar, koşuyorlardı. Kimi alevleri dumanlarından, suları köpüklerinden tutuyor, dağları iteliyor, yıldızları kakıyor, şaha kalkan dereleri yatırıyordu. Kimi "Büyük Ayı" yı kuyruğundan sürüklüyor, koç burcunu boynuzlarından çekiyordu. Ye kâinat dönüyor, dönüyordu!..

Bulutlar, sisler, dumanlar arasından bir şimşek hızıyla uçan fedakâr bir melek, yeniden eksenini değiştiren bir yıldızı, parlak güzel bir yıldızı, "Zühre"yi tutmak isterken onun hırçın bir dönüşüyle kanadını kırıverdi ve kayaların üstüne düştü, bayıldı.

Ayıldığı zaman gözlerinden taşların üstüne bir damla yaş yuvarlandı.

Yaratan —ki bütün bu fedakârlıkları görmüş ve bu hizmetleri beğenmişti— bu acının, bu gözyaşının hatırasının kaybolmasını istemedi: Bu ilk gözyaşından ilk erkeği yarattı...

 

* * *

Artık yavaş yavaş dünya düzeliyor, dereler yataklarına, denizler havuzlarına, yıldızlar eksenlerine giriyor, yanardağlar sönüyordu. Güneş varlıklara her gün bir parça daha fazla hayat veriyor; rüzgâr evrene her gece yeni bir tazelik, güzellik ilave ediyordu...

Damla damla şafaklardan küme küme gülfidanları, parça parça bulutlardan çemen çemen muhabbet çiçekleri, gıdım gıdım yıldızlardan öbek öbek papatya tarlaları hâsıl oluyor; bir avuç eleğimsağmadan bir tavus kuşu meydana geliyordu...

Bu güzelliklerden, bu yeniliklerden tat almak için takım takım melekler salınarak geziniyor, süzülerek uçuyor, her ağacın gölgesine giriyor, her kuşun sesini okşuyor, her çiçeğin kokusuna bürünüyorlardı.

İçlerinden biri, en genci ve en güzeli, fakat en yorgunu, bu tatlılıkları daha bir sessizlik içinde tatmak için güneş doğarken, onun ışınlarına göğüslerini, bağırlarını açan bir küme çiçeğin ortasına oturdu. O da bütün yaratıklar gibi meydana gelecek mucizeyi bekleyerek dudaklarıyla, gözleriyle güneşin ışığını emmeye başladı. Bu sırada her kuşta bir parlak tüy, her goncada bir yeni renk, her ağaçta bir tatlı yemiş belirirken bu meleğin emdiği bir damlacık ışıktan da onun dudaklarında bir şey, bir güzellik, bir nur göründü. Bu güzellik, bu nur dünyada ilk "tebessüm"dü.

Yaratan —bütün bu fedakârlıkları görmüş ve bu hizmetleri beğenmişti— bu tatlılığın, bu tebessümün hatırasının kaybolmasını istemedi: Bu ilk tebesümden ilk kadını yarattı...

Ve dünyanın işi de bitti!..

Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU (Çağlayanlar, Ank.)

SON EKLENENLER

Üye Girişi