Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

TEKKE -MEDRESE ANLAŞMAZLIĞI NEDİR?

 

Medreselerin gittikçe daha kitâbî ve muhafazakâr, İslâm, iman ve ibadet anlayışları yanında, tekkelerin âdâb’ı bir yenilik ve hürriyet içinde idi. Gerek zaman, gerek değişik coğrafyalar ve psikolojiler, bu ayrılığı arttırıyordu. Medreselerin hatta şiir’e karşı buruk davranışı yanında tekkelerde şiirler, ilâhi’ler söyleniyor; Allah aşkı, bir ibâdet vecdi içinde böyle şiirlerle ifâdeler terennüm ediliyordu. Medrese’nin beş vakit namazdan ve onun belirli âdâbından başka ibâdet düşünmeyişine mukaabil tekkelerde toplanan dervişler, dinî coşkunluklarını mûsiki ile arttırıyor ve meselâ Avrupalıların, dönen veya rakseden dervişler diye isimlendirdikleri mevlevi dervişleri, yüksek bir dini mûsiki refâketinde semâ’a kalkarak, belirli ibâdetlerin dışında, Tanrılarına şiirle, mûsıkî’yle ve vücut hareketleriyle ibâdete devâm ediyorlardı.
Bütün bunlar, dinî-mistik heyecanların, Allah ve peygamber sevgisinin, Allah’a varma yollarında duyulanların güzel sanatlarla ifadesiydi.

Medrese, bunlardan hoşlanmıyor hatta bunları dine aykırı buluyordu.
Medrese, Kur'ân-ı Kerim’in, hadislerin, tefsirin ve şeriatın ötesinde düşünmeğe lüzum görmüyor; tekkelerde toplananlarsa: “Mademki insan’sın; mâdemki duyuyor, düşünüyor, seziyor ve seviyorsun; her gün biraz daha aydınlanmak ve büyük hakîkat'i bulmak için idrâkini yoracaksın; duyduklarını ve bulduklarını söyleyeceksin. Sen söyleyemezsen ruhunun vâsıl olduğu sırları sanatlara, sazlara, semâlara söyleteceksin.” şeklinde düşünüyordu Her iki İslâmî teşekkül’ün cennet, cehennem, sırat, Allah karşısında insan v.b. anlayışlarında bile üslûp ve zihniyet farkları vardı.

Sofilerin cenneti serin sular ve hûri’ler değildi. İlâhî güzelliği görmekti, Allah’a ulaşmaktı. Onlarca sırat, insanın öldükten sonra geçeceği kıldan ince, kılıçtan keskin, yâni geçilmesi müşkil köprü değildi; rûh’un Allah’tan koptuktan sonra, tekrar Allah’a varmak için bilhassa insanda bedenleninceye, yâni insan oluncaya kadar yürüdüğü zorlu geçitti. İnsan olmak, bu yolda güçlüklerin en zorunu yenmiş olmaktı.

Daha mühimmi, medrese’nin cennet’e gitmeği hayli müşkil gösteren sıkı ve dar kaaideleri yanında, bir reaksiyon gibi, tekkeler, her Müslümana hatta her insana cennetin kapısını açıyor; insan’a daha hayatta iken cennet’e ve Allah’a varma yollan gösteriyordu. Medrese’nin Müslümanlar arasında bile; hayli dar ve aristokrat bir görüşle, bir seçme ve eleme yapmasına mukaabil, tekke’nin bütün insanları sevdiği ve:

Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa hakikatte âsî’dür

diye seslendiği duyuluyordu. O kadar ki bu, İslamiyet’e bağlı insanlığın vardığı göz kamaştırıcı olgunluktu.
Bunun içindir ki Medrese’nin sayılı talebesine karşı tekkelerin çevresinde sayısız insan toplanıyordu.

Her iki müessese arasında diğer bir karşılaşma, Allah sevgisi ve Allah korkusu mevzuunda idi. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın gazabından korkmak lüzûmunu tekrarlayan âyetler, tekkeye göre, Allahsızlar içindi. Bu mevzuda tekke’nin tek korkusu Allah sevgisi’nde özlenen dereceye varamamak endîşesiydi.

Fakat gerek tekkelerde gerek medreselerde aşırı olmayanlar ve İslam’ı iyi anlayanlar, bu anlaşmazlıktan muztariptiler. Her iki zümrenin de aydınlan, meselâ Yûnus Emre’nin bir şiirinde ifâdesini bulan:

Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat meyvası andan içerü
bilgisindeydi. Böyle olgun görüşler, tekke ile medreseyi zaman zaman birbirine yaklaştırmış; hiç olmazsa anlaşmazlığın daha ziyâde büyüyüp sertleşmesine engel olmuştu. Bu sırada eski Yunan felsefesi, Şark-İslâm âlemince tanınmış; bunu daha Sâsânîler devrinde yapılan tercümelerle Halîfe El-Mütevekkil tarafından Bağdad’da kurulan tercüme mektebi sağlamıştı. (82)
Râzi (ölm. 932), Farâbi (870-950), İbni Sînâ (980-1037) gibi, kadim felsefe’yi bilerek yetişen ve sistemlerini Yunan temeline de yaslayan büyük İslam feylesofları, İslam dünyasına felsefe’yi tanıtmışlardı. Kısaca, İslam’da felsefe’nin gelişmesi, tasavvuf inanışı için de elverişli zemin hazırlamıştı.

Risale adlı, tasavvufa ait, çok sevilmiş eseriyle, büyük, tefsir âlimi Abdü’l-Kerîm Kuşeyrî de tasavvufun ehl-i sünnet akidelerine tamimiyle uygun olduğunu bildirmişti. Risâle, önce Horasan’da, sonra bütün İslâm âleminde sofilere ve tasavvufa itibâr sağlamıştı.
Bu itibârı, Gazzâli (1058-1111) tamamladı. Gazzâlî, ilminin, îmânının ve felsefesinin üstünlüğünü İslam âlemine kabul ettirmiş; imam ve huccetü'l-İslâm Unvanlarını almış, Zeynü'd-din lakabıyla tebcil edilmişti. Nizamiye Medresesi’nde okuyarak yetişmiş ve bir gün bu İslâm Üniversitesinin büyük hocalarından biri olmuştu. Dinde, ilimde, felsefede tam şöhret olduğu; gerek aydınlar gerek halk kitleleri arasında yaygın sevgi ve itimat kazandığı bir sırada Gazali, tasavvuf câzibesine kapılmış; bu yoldaki kuvvetli telkinleriyle sofîliğe karşı inanışı perçinlemişti.

Gazali, Sünni bir sofîliği, İslâm’ın kelâm sistemine işlemişti, İskenderiyye Mektebi'nin (Neo-platonısme’in) tanınmış temsilcisi Plotimıs’dan seçilmiş terimlerle tasavvufa İlmî hüviyet vermiş, âdetâ İslâmî bir tasavvuf kelâmı vücûda getirmişti.

Bu yolda ulaştığı son seviye içinde Gazali, “Açıkça gördüm ki, sofilere mahsus hakikat kitaplardan öğrenilmez. Doğrudan doğruya insanın tecrübesi, vecdi, istiğrakı ve içten değişmeleriyle o hakikate erişilir.” diyordu.

XIII. asırda iki büyük sofi, tasavvufta kat’î hamle yaptılar. Bunlardan biri, İspanya’da gelişen Sünnî sofîliğin yetiştirdiği Muhyiddin Arabi (1165-1240)dir. İslâm mistisizmi, Şeyh Ekber adı verilen Muhyiddin Arabi’nin elinde tatmin edici bir sistem çehresi almış; vahdet-i vücûd adı verilen varlık birliği nazariyesi, en sistemli ifâdesini onun kaleminde bulmuştur.


“İlâhı haberleri getiren şeriat olmasaydı, kimse Allah’ı bilmezdi.” diyen Şeyh Ekber, insanlığın Allah’ı bilmesinde İslâm’ın getirdiği imkânları belirtiyordu. Onca Allah bilgisi her türlü ilm’in üstünde bir bilgi, bilinecek tek hakikat’di. Bunun için Allah’ı bilmeğe ilim değil irfan diyor ve Hz. Muhammed’in hadîslerinde Rab bilgisinin irfan sözüyle ifâdesine dikkat ediyordu.
Aynı asrın diğer büyük sofîsi Mevlânâ Celaleddîn Rûmi'dir. Tasavvuf inanışını bütün hayat ve sanat hareketlerini kucaklayan bir medeniyet ham-ölçüsüne ulaştıran Mevlânâ, şiiri, eseri, şahsiyeti ve tesirleriyle tasavvufa ölmezlik sağlamıştır.

Tasavvufun yaygın bir iman hâlini almasında; onun hayatla, ilimler ve sanatlarla birleşmesinde; bu mesleğin bilhassa Anadolu ve Balkanlar Türkiye’sinde imparatorluk kuran Türkler’in, maddî, manevi şahlanışında büyük hissesi olmasında; nihâyet tasavvufun iyicil bir terbiye sistemi olarak, yine bu topraklarda yaşayan halkın birbirlerini ve başka milletlerden insanları sevmelerinde; birbirlerine derin saygı ve nezâketle davranışı bir îman seviyesine çıkarmalarında Mevlana’nın derin tesiri vardır. Coşkun şiirleri ve yer yer Kur’an-ı Kerim'in manzum tefsiri mâhiyetinde söylenerek, tasavvufu İslam’la sımsıkı kaynaştıran Mesnevi adlı, büyük, öğretici eseriyle Mevlanâ, yalnız Türk-İslam âleminde değil, bütün İslâm ve Batı dünyasında asırlar geçtikçe daha çok tanınmış, büyüklüğüne inanılmış bir Horasan-Anadolu velîsidir. (İleride Mevlânâ Celâleddin bölümüne bakınız).

İşte tasavvuf cereyânı böyle büyük âlim, feylesof, sofî ve velîlerin tesiriyle gelişmiş; Medrese’nin aldığı cepheye rağmen, İslâm dünyasında tutunmuş; halkın tekkelere karşı derin sevgi ve bağlılığıyla karşılanmıştır.

İnanmış veya akıllı bâzı hükümdarların, halk kütlelerini kendilerine bağlamak için şeyhlere hürmet gösterip tarîkatlere girmeleri de tekkelerin itibârını arttıran mühim sebep olmuştur.
Eğer tarikat kuran veya kurulmuş tarikatlerin başına geçen bâzı şeyhlerin, zaman zaman dünya hırsına kapılarak, manevi nüfuzlarını kötüye kullanmaları; bilhassa şeyhlikle şahlığı birleştirmek için giriştikleri ihtilâlci hareketler olmasa ve bu şeyhler hükümet devirip hükümet kurmak gibi dünya işlerine karışmasaydı gerek devletlerin gerek aydınların tarîkatlere karşı tutumları daha üstün olacaktı; İslâm dünyasında insan kıymetinin, hür fikrin ve içten inanışın bir zaferi olan tasavvuf, bâzı geri ve gerici hareketlere âlet olanların elinde incinmeyecek-daha temiz ve gölgesiz kalacaktı.

NİHAT SAMİ BANARLI, R.T.ED.TARİHİ

SON EKLENENLER

Üye Girişi