Kullanıcı Oyu: 1 / 5

Yıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

TÜRK DESTANLARINDA MİLLİ-BEDİİ UNSURLAR

Türk destanlarının tarih vakalarıyla yakınlıkları, meydandadır. O kadar ki bu destanlardan hayâl ve masal unsurlar, çıkarıldığı zaman, geriye, ana çizgileriyle olsun, o devirlerin tarihi kalır. Eski, yeni, yabancı, hatta yerli kaynakların, onları tarih sahifelerine almaları da bundandır.

Ancak destanlarda tarihin yalnız dış vakalarını değil, daha çok’ iç vakalarını aramak faydalıdır.
Tarihte yaşayan Türklerin ruh hayatını; duyuş, düşünüş, inanış ve hayâl kuruşların, varlıkların faydasız maddelerini faydalı hâle getiren yaratışlarını; güzel sanatlarını; aşk, aile, yurt ve devlet anlayışlarını, onların destan motiflerinde aramak ve bulmakta büyük faydalar vardır.

O kadar ki bir milletin millî mizacını, değişmez milli vasıflarını ve yaşama gücünü tanımak için destanlar esrarlı kaynaklardır.

Meselâ Türkler, İslamiyet’ten sonraki inanış hayatına, eski inanışlarından hangi mirasları işlemişlerdir? Türk milletinin İslâm imanı uğrunda, asırlarca en çok şehit veren millet oluşunu sağlayan inanış felsefesi ve inanış üslûbu nedir? Bir soru çizgisi olarak, tek Tanrı inanışı, Türklerce neden o kadar kolay benimsenmiştir?

Yine Türk milleti, hangi sebeplerle Kara Deniz, Ak Deniz çevrelerine inmek, burada vatan kurmak, burada yerleşmek kudretini göstermiştir? Yeni vatandaki kuruluş ve kurtuluşların temellerinde, eski tarihten ve eski destan ruhundan hangi çizgiler vardır? Bu ve buna benzer nice soruların cevabını, iyi inceleyenler, destanların derinliğinde bulabilirler. Burada düşünmek lâzımdır ki elimizdeki destanlar asıl Türk destanlarının gölgeleri sayılacak hulâsaları veya tercümeleridir. Eğer bu destanların asıllarını bulmak veya bütünlemek mümkün olursa onlardan edilecek istifade daha büyük olacaktır.

Fakat destan iklimlerinde, her şeyden çok, güzel sanatların gelişmesini sağlayan bir servet ve enerji gizlidir. Bu bahsin başında belirtildiği gibi, bir tarih boyunca, nice şairler, şiirleri; ressamlar, tabloları; heykelciler, heykelleri; roman, tiyatro ve fikir eserleri yazanlar da bu eserleri için, sanatın ve düşünüşün ilk ve asıl malzemesini hep mitoloji ve destanlardan almışlardır.

Bu sebeple biz, destanlarımızdaki millî ve bediî unsurları, burada umumi çizgileriyle belirterek tekrarlamayı, yarınki fikir ve sanat hayatımız için faydalı bir hizmet ve vazife sayıyoruz:


IŞIK

Işık destanlara semâvî aydınlık veren, dinî - bedii bir destan unsurudur.
Destanların büyük kahramanları; bu kahramanlara kadınlık ve mukaddes Türk çocuklarına annelik yapan kadınlar, çok kere İlâhî bir ışıktan doğarlar:
Yaratılış destanında, Tanrı’ya yaratma ilhamı veren Ak Ana, ışıklı hatta ışıktan bir kadın hayâlidir-Tanrı Kayra Han’ın, kendisi için yarattığı, on yedinci gök katı, bir ışık âlemidir.
Oğuz Kağan Destanı’nın başkahramanı Oğuz, doğduğu zaman, onun yüzü mavi, yâni ışıklı idi. Oğuz’un, Gün, Ay, Yıldız adlı büyük oğullarını doğuran ilk karısı, ortalığı karanlık bastığı zaman, gökten bu karanlığı yararak inen mavi bir ışıktan doğmuştu.

Oğuz u ve çocuklarını doğuran annelerin doğum ânında gözleri parlıyor; yüzlerine gizli bir nur iniyordu. Oğuz ordularına yol gösteren ve destan boyunca ordu önünde yürüyen gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, bir sabah Oğuz’un çadırına düşen bir ışıktan doğmuştu. Oğuz’un birinci karısından doğan çocuklarının üçünün de adları Gün, Ay, Yıldız gibi, ışıklı isimlerdi.
Uygur Destanı’nda, Uygurlara hakan seçilen Buğu Han, öteki dört kardeşiyle birlikte, Tuğla ve Selenge ırmakları arasında bir ağaç veya toprak üstüne inen semâvî bir ışıktan yaratılmıştı.

İslamiyet’ten sonraki destanlarda ısrarla devam edecek bu mukaddes ışık, Türk inanış ve destanlarına Orta Asya coğrafyasının, güneşi hayat saçan ikliminden akseden, engin bir ışık sevgisinin eseridir.

Türklerin kendi vicdanlarından ve kendi coğrafyalarından doğan Şaman dininin Uçmak dediği, ebedî saadet ülkesi Cennet de böyle bir ışık âlemidir. Bu dine göre, yerden on yedi kat göğe doğru gittikçe aydınlanan bir nur âlemi vardır ki bunun on yedinci katında bütün göz kamaştırıcı aydınlığıyla Türk Tanrısı oturur. Yeryüzünde iyilik yapan ruhlar da vücud’dan ayrılınca, bir kuş şekline girerek, bu engin nur âlemine uçarlar.

Türkler tarafından Uygurlar devrinde kabul edilen Manihaizm dininin esas Tanrısı da bir iyilik ve ışık tanrısıdır. Bu dini Türklere kabul ettiren Buğu Han’ın rüyalarına giren “şık şeklindeki” kız, aynı dinin meşhur nur ve ışık bakiresidir.

Bütün bu ışıklı çizgiler, bize eski Türk inanış ve estetiğinde ışığın ne mühim bir unsur olduğunu göstermekle de kalmaz. Türklerin bilhassa Müslümanlıktan sonra İslâm nurunu neden öyle candan benimsediklerini ve bu nûr’u, ondan karanlıkta kalmış ülkelere yaymak için, asırlarca, neden bu yolda şehit olma yarışına girdiklerini, derin rikkatle düşündürür.


AĞAÇ

Bir medeniyet beşiği bilinen ağaç ve medeniliğin şartlarından sayılan ağaç sevgisi, Türk destanlarında geniş yer tutar:

İnsanlığın yaratılışı hakkındaki Türk düşüncesine göre Tanrı, yeryüzündeki dokuz insan cinsini, bu insanlardan önce yarattığı dokuz dallı bir ağacın gölgesinde barındırmıştır, önce yerden dokuz dallı ağacı yükseltmiş, sonra her dalın altında bu günkü insanlığın ilk atalarından birini yaratarak, bu dokuz insana ağaç gölgesinde barınmayı bir yaratılış bilgisi hâlinde vermiştir.

Hun Destanı’nda, Oğuz Han’ın Gök, Dağ, Deniz isimli, küçük oğullarını doğuran kadın, göl ortasındaki mukaddes bir ağacın kovuğunda yaratılmıştı.

Oğuz orduları Batı’ya doğru akarken itil suyunu ağaç üstünde geçtiler; Çürçet Kağan’ın ordusunu yendiklerinde, ellerine düşen ganimeti, ağaçtan yaptıkları kağnılarla taşıdılar.
Bu destanın İslamiyet’ten sonraki rivayetinde, yavrusunu ağaç kovuğunda doğuran kadının bu oğluna Kıpçak adı verildi. Kıpçak yâni “oyuk ağaç” Türkleri, bu çocuğun neslinden çoğaldılar.

Gök - Türk’ler, Ergenekon’daki demirden dağı, çevresinde ağaç yakıp eritmişler; içinde 400 yıl kaldıkları bu kapalı yurdun meyveli ağaçlarını, azız hâtıra olarak destanlarına işlemişlerdi.
Uygur hükümdarı ve Tanrı çocuğu Buğu Han, Tuğla ve Selenge ırmakları arasındaki mukaddes ağacın kovuğunda dört kardeşi ile bir arada doğmuştu.

Bütün bu vakalardaki mukaddes, anne ağaç motifi, İslamiyet’ten sonraki Türk destanlarında yaşayacaktır. Bir misal olarak, Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Gazi’nin rüyasına giren bir ağaç, Anadolu ve Balkanlar coğrafyasında kurularak Türkiye Türklüğünün, hâkimiyetim nerelere kadar götüreceğini, dünyanın üç kıt ’asına doğru uzayan dalları ve kılıçlaşan yapraklarıyla, haber verecektir. (Bakınız: Osmanlı Destanları- XV. Asır Türk Edebiyatı Bölümü.)

Bu asırlarda ağaç sevgisi, İslâm imanının ağaca verdiği kıymetle birleşecek ve devam edecektir. Bu sevgi, XIII. asır Anadolu şairi Yunus Emre’nin şiirinde:


Altundandır direkleri
Gümüştendir yapraklan
Uzandıkça budakları
Biter Allah deyu deyu...

söyleyişiyle bir cennet manzarasından çok, bir dünya manzarasını düşündüren, altın ve gümüş parıltıları içinde bir tasvir şâheseri olarak ve budaklarının uzayışıyla, insana Allah’ı hatırlatacaktır.
XIV. asır sonlarında Azerbaycan bölgesinde yazıya geçirilen bir Dede Korkut hikâyesinde bu sevgi, ağaca karşı bir aşk, bir gönül ürperişi derecesine varacaktır:

Ağaç ağaç der isem sana arlanma ağaç
Mekke ile Medîne’nün kapusı ağaç
Mûsâ Kelîm’ün asâsı ağaç
Büyük büyük suların köprüsü ağaç
Kara kara denizlerim gemisi ağaç
Şâh-ı merdân Alî’nün Düldül’ünün eğeri ağaç
Zülfikaar’un kınıyilen kabzası ağaç
Şah Hasan la Hüseyin'inin beşiği ağaç
Eğer erdür eğer avrat korkusu ağaç

ağaç sevgisini İslâm büyüklerinin hatırasıyla birleştirme geleneği burada bitmeyecek, aynı sözler, XVI. asır saz şairi Pir Sultan Abdalın bir Nefesinde:
Öt benim san tanburam
Senin asim ağaçtandır
Ağaç dersem gönüllenme
Kırmızı gül ağaçtandır

Nurdandır Kâbe eşiği
Cihanı tuttu ışığı
Hasan Hüseyn’in beşiği
O da yine ağaçtandır
gibi, aynı gönül ürperişleriyle dolu söyleyişler hâlinde uzayıp gidecektir.


MADEN VE MADEN İSİMLERİ

Destanlarda dikkati çeken bir nokta madenler ve maden isimleridir: Kısa söyleyen, teferruat üzerinde Maden İsimleri durmayan bir destan üslûbunda, madenlerden ısrarla bahsedilmesi bir tesadüf değildir. Bu arada, maden isimlerinin hep Türkçe sözler olması, bilhassa mühimdir:

Şu destanında, suyu ve kulları çok seven hükümdarın seyyar havuzu gümüşten yapılmıştır. Aynı destanda bir Türk eri, İskender’in bir askerini kılıçla ikiye bölmüş; ölen adamın belindeki kemerden yere kanlı altınlar dökülmüştü. Oradaki Türkler hayretle birbirlerine bakışıp “Altın! Kağan” demişlerdi. Altın Kan, aynı yerde yükselen bir dağa ad konulmuş ve zamanla bu dağa Altın Han denilmişti.

Oğuz Kağan, bir canavar öldürdüğü ve onun leşini yiyen ala doğanı okla vurduğu zaman şunları düşünmüştü: “Canavarı çıda ile öldürdüm. Çünkü çıdam demirdendir; ala doğanı ok - yay’la vurdum. Çünkü onlar bakırdandır.”

Yine Oğuz Kağan’ın milletine söylediği hitabede “demir çıdalar orman olsun!” sözleri vardır.
O çağlarda Türkler sağ yanda oturan Çinlilere Altın Kağan diyorlardı. Altın Kağan, Oğuz’a pek çok altın, çok çok gümüş yollamış, ona boyun eğmişti. Yine Oğuz Kağan Çürçet Kağan üzerine yürürken yolda bir ev görmüştü. Bu evin “livarları altından, pencereleri gümüştendi; çatısı demirdendi, Bu çatıyı ancak Oğuz ordusundaki Tömürdü Kağul adlı bir kahraman açmıştı. Tömür, demir demekti.

Oğuz Kağan’ın aksakallı, uzun akıllı veziri Uluğ Türk, rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok görmüştü. Oğuz’un sağa, sola gönderdiği yerlerde bir altın yay ve üç gümüş ok bulan çocukları, sonradan üç oklar, boz oklar diye ün salan Türk boylarının ataları oldular.
Fakat Türk destanının madenle en ilgili parçası, Ergenekon’dur. Ergenekon, Türklerin yüz yıllarca maden işleyerek yaşadıkları kapalı yurdun adıdır. Ergenekon Türker’i bu mukaddes ülkede barınıp çoğaldıktan sonra daha eski, daha büyük yurtlarına döndüler. Onlara yol bulan ve yol açan adam bir demirci idi. Bu yolu açmak için demirden dağ eritmişti.
Altın, gümüş, demir, bakır gibi maden adlan, destanlarda daha, çok geçer. Diğer bütün Türk destanlarıyla destanlardan doğmuş hikâyelerde gerek süs, gerek konfor eşyasının ve silâhların hangi madenden yapıldığı derin zevkle söylenir.

Kumaş isimleri; yiyecek, içecek isimleri hatta hükümdar isimleri arasında Türkçe olmayan kelimeler bulunduğu halde, eski Türk dilindeki maden isimleri, hemen tamimiyle Türkçedir.
Bugünkü Türkçede bile altın, gümüş, demir, bakır, çelik, kurşun, kalay, tunç vb. gibi maden ve karma maden adları, türlü yabancı dil tesirlerine dayanıp Türkçe kalmıştır.
Tunç yüzlü, demir bilekli, altın kalpli, gümüş tenli gibi, halk edebiyatında söylenen ve aydınların gönlünü alan nice deyimlerde de bu Türkçe sözlerin sihirli ahengi vardır. Bütün bunlar, Türklerin çok eskiden beri madeni keşfetmiş, madenlere Türkçe ad koymuş, maden işlemiş ve bir madencilik hayatı yaşamış olduklarının mühim delilleridir.
Totem devri yaşayan Türk-Bozkurtların Ongun’u bozkurt, destanlarda Türk’ün hayat ve savaş gücünü temsil eder.

Bozkurt, bu destanlarda Tanrı kurt, anne kurt, altın bayrak başlığı ve muhtemelen, ordular önünde yürüyen, Kurt adlı kumandandır; Türkiye Türklüğünde Ordu’yu temsil eden Mehmetçik sembolünün eski Türkler tarafından Tanrılaştırılmış hır benzeridir.
Türkler, anayurtlarının bu müthiş varlığına önce Tanrı diye tapmışlar, sonra kendilerinin bozkurt soyundan geldiklerine, böylelikle, birer bozkurt olduklarına inanmışlardır. Destan kahramanlarını bozkurtlara benzetmiş; onlarda uzak, yakın bir bozkurtluk aramış; hâkanlarının vücut yapılarına bile bir bozkurt çizgisi işlemişlerdir. Oğuz Kağan Destanında kelimelerle resmi yapılan Oğuz’un beli, bunun için, kurt beli gibi (ince)dir. Aynı destanda Oğuz Han, hükümdarlığını ilân maksadıyla halka verdiği ziyafette:

Kök böri bolsungıl uran!

diye seslenir. Bu, “bozkurt (sesi) savaş parolamız olsun!” demektir. Gerçekten Türkler, Asya topraklarında, düşmanlarının üzerine bozkurt sesleriyle haykırarak atılırlardı. Bu, İslamiyet’ten sonraki Mehmetçiklerin “Allah Allah!” sesleri yerinde bir haykırıştı.
“Onlar, güzellikte ve çeviklikte ceylân gibi iseler de hücum ederken ürkütülmüş kurtlar gibi saldırırlar”dı.

Fakat Oğuz Destanı’nda Bozkurt’un bir nakarat gibi tekrarlanan vazifesi, Türk ordularının önünde yürüyerek onlara yol göstermesiydi: Bir sabah zamanı, tan ağarırken Oğuz’un çadırına gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt girmişti. Bu kurt çadırın içine süzülen bir ışıktan doğmuştu. Gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, Oğuz’a söz söylemiş: “Ey Oğuz! Ben senin ordularının önünde yürüyeceğim!” demişti. O yürüyünce ordular da yürümüş, onun durduğu yerde ordular da durarak düşmanla savaşmış ve kazanmışlardı.

Göktürk destanları, bütün Türklerin düşmanlar tarafından yok edildiği bir baskın felâketiyle başlıyordu. Bir rivayete göre Türk soyunu bu büyük felâketten, annesi bozkurt olan bir prens kurtarmıştı. Annesi bozkurt olduğu için öldürülemeyen bu genç tek başına sağ kalmış, sonra yaz ve kış Tanrılarının kızlarıyla evlenmiş ve Türkler, tekrar bu izdivacın çocukları olarak çoğalmışlardı.

Onun ilk oğlunun adı Türk’tü. Türk’ün on çocuğundan birinin adı da Asena yâni Bozkurt’tu. Bu ad, Asena’ya en eski annelerinin hâtırasını yaşatmak için verilmişti.
Bir başka rivayet, anne kurt u önce bir kurtarıcı sonra anne olarak hatırlıyordu: Sağ kalan tek Türk’ü bu dişi kurt korumuş, beslemiş ve yeni Türk nesilleri dişi Kurt’un, elleri ve ayakları kesilmiş bu çocukla izdivacından çoğalmışlardı.

Bu evlenmeden doğan çocuklardan biri Asena idi. Atalarını unutmayan ve unutmadığını herkes bilsin isteyen Asena, çadırının önüne bir direk diktirmiş, üzerine altından bir kurt kafası koymuş, bu mücessem kurt başı, Türk’ün ilk bayrağı olmuştu.
Türklerin Ergenekon’dan çıktıkları zaman da, hükümdarlarının adı Börte Çine yâni Bozkurt’tu.

Uygurların Türeyi” Destanı’nda ise Tanrı, bir erkek kurt şeklinde yere inmiş ve bir Uygur hakanını, tanrılarla evlenmek için yaratılan, iki güzel kızıyla evlenmişti, inanışa göre yeni Uygur nesilleri böyle semavî bir izdivaçtan çoğalmıştı.

Yalnız İslamiyet’ten önceki destanlardan derlenmiş bu kurt rivayetleri, Türk inanışında Bozkurt’a ne mühim bir yer ayrıldığını gösterir.

Anlaşılır ki Türkler, çocuklarına isim olarak totemlerinin adını koymuşlar ve kart adlı çocuklar, zaman zaman, büyük ordular önünde yürüyen kumandanlar olarak, milletlerine şerefli zaferler kazandırmışlardır.

İlk Türk bayraklarından biri de altından bozkurt başlı bayraktır. Bu bayrak ordu önünde yürüdüğü müddetçe Türk savaşçıları, önde, en önde daima bir bozkurt başı görmeğe alışmışlardır.

Her halde Oğuz ordularının önünde giden; hakanlara isim olan ve bilhassa bayrak direğine takılan bu bozkurtlar sâdece birer hayâl değildir. Bozkurt, bir destan unsuru olduğu kadar, bugün hayatlarını iyi bilemediğimiz birçok tarih ve tarih öncesi kahramanların da adı olmuştur. Her halde bozkurtu, bugünkü Mehmetçik gibi, eski Türk boyları arasında bütün Türklüğü temsil eden bir sembol gibi görmek bu milletin tarihine ve destanına çok yakışan bir ihtimâldir.

Bozkurt İslamiyet’ten sonraki Türk, Moğol destanlarında da yaşatılmıştır. Bilhassa Başkurt Türklerinin mazisine ait rivayetlerde Bozkurt’un geniş bir yeri vardır.


KADIN

Kadın’ın destanlardaki yeri, sosyal hayattaki üstün ve muhterem mevkiinin aynıdır.
Türk toplumunda kadın bâzan âile reîsi, fakat her zaman Türk evinin direği; erkeğinin vefâlı arkadaşı, en mühim olarak da mukaddes Türk çocuklarının annesi idi.

Bu annelik vazifesi, Türkler arasında kadın’a büyük değer sağlamış, destanlar onu İlâhî bir varlık, bir dişi Tanrı gibi düşünmüşlerdir:

Yaratılış Destanı’nda Tanrı’ya insanları ve dünyayı yaratması için fikir ve ilham veren Ak Ana bir kadındı. Oğuz’un annesi Ay Kağan da böyle, mukaddes bir kadındı. Gene Oğuz Kağan’ın ilk kansı ışık tan ; ikinci karısı ağaç’dan doğmuş mukaddes kadınlardır.

Bu kadınların güzellikleri Oğuz Kağan Destanı’nda bir peri masalı ahengiyle söylenir; gülen gökler, kutup yıldızları, ırmak dalgası saçlar, inci gibi dişler ve güzellik karşısında süt gibi, kımız gibi olup eriyişler hâlinde anlatılır. Burada söylenen “Ay ay, ah ah, öler biz!” sözleri, düpedüz bir terennüm lisânıdır.

Bu kadınlar Oğuz’a altı oğlan doğurmuş; Oğuz soyundan ve Tanrı - ışık kadından türeyen bir neslin çoğalmasını sağlamışlardır.

Gök-Türkler’in yeniden millet oluşlarında anne kurd’un vazifesi yüzyıllarca unutulmamıştır. Bu destanlarda erkek kurt’lar ne ölçüde bugünkü Mehmedcikler gibiyseler; dişi kurt’lar da o ölçüde bugünkü Ayşe’lerin vazifesindedirler.

Uygurlar, hakanlarının ilâhı güzellikteki kızlarını Tanrı-kurd'a saklamışlardı. Nihâyat Maniheızm’i kabul eden Bagu Han’ın rüyasına giren fikir ve ilham meleği bir nur ve ışık bâkiresi’ydi, kadın’dı.

Türk kadın anlayışı’nın destanlara işlenmiş bu çizgileri İslamiyet’ten sonraki Türk destanlarında devam edecektir. XII. ve XIV. asırlarda Oğuz Destanı’ndan hikâyeleşen Dede Korkut Hikâyelerindeki kadın anlayışı, yalnız eski çağlardan kalan bir hâtıra olarak değil” o asırlarda Doğu Anadolu’da yaşanılan hayat olarak da ilk çağların destanlarından farklı olmayacaktır.


AT

At, destan kahramanlarının vefâlı ve sevgili arkadaşıdır. Bozkırlar ülkesinde atlıyı, varmak istediği hedefe yürük atı ulaştırır. Atı da kadın gibi, silâh gibi namus bilen bir millet olarak Türkler, zafer yolunda uzakları yakın eden bu canlı vasıtaya tabii bir sevgi'yle bağlanmışlardı.

O kadar ki Ortaasya Türkçesi'nde, ava gitmek gibi, savaşa gitmeğe de atlanmak deniyordu.
Oğuz Kağan Destanı’ndaki “Oğuz Kağan gazaba gelip onun üzerine atlanmak diledi”; “Çeri ile atlanıp tuğlarını tutup gitti”; “Ey ey Oğuz! Sen Urum üzerine atlanmak dileğindesin. Ey ey Oğuz! Ben senin hizmetinde yürümek istiyorum.” gibi cümlelerde yürümek yerine atlanmak den ilişi bundandı.

Aynı destanda Oğuz’un çocukluğu “At sürüleri güder, ata binerdi. Av avlardı.” cümleleriyle övülüyordu.

Oğuz un, daha ilk yiğitliğinde bir ormanda öldürdüğü canavar, at sürülerini ve halkı yediği için Oğuz tarafından öldürülmüştü.

“Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. O, bu aygır atı pek çok severdi. Yolda bu aygır at gözden yitip kaçtı.” cümleleriyle başlayan parçada “Oğuz Kağan bundan çok acı çekti.” sözleri, dâimâ kısa söylenen Türk destanı’ndaki at sevgisinin kayda değer ifâdesidir. Oğuz Kağan, Buz Dağ denilir bir dağ içine kaçan atını dokuz günde bulup getiren bir “beğ”e bakar; her tarafının karlarla örtüldüğünü görür: sevinir, güler; “sen burada beğlere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun.” der. Ona çok mücevher bağışlar. Anlaşılır ki destan, Karluk Türkleri’nin ad alışında atını kaybetmiş bir hâkana bu atı bulup getirmenin ehemmiyetini ve hazzını söyler.


Atların savaşlarda alpler gibi vazife gördüğünü bildiren ilk yazılı vesika Gök-Türk yazılarıdır. Bu kitâbelerde destan devri edebiyâtının nesir mîmârîsine işlenmiş destan ruhu, destan üslûbu vardır. Kitâbelerde Kül Tigin ve Bilge Kağan adlı kahramanların yurt ve millet bütünlüğünü sağlamak için durmadan, oturmadan savaştıkları söylenir. Bu arada savaşan kahramanın hangi ata bindiği bilhassa belirtilir:

“İlkin Tadıkın Çor’un boz atına binip hücum etti. O at orada öldü.” “İkinci (olarak) İşbara Yamtar’ın boz atma binip hücum etti. O at orada öldü.” ”Kırgız kavmini ansızın bastık. Kağanı ile Sunga ormanında savaştık. Kül Tigin, Bayırku’nun ak aygırına binip hücum etti.” “Kırgız kağanını öldürdük. İlini aldık.”

“Türgiş Kağan ordusu ateşçe, boraca geldi. Savaştık. Kül Tigin, Başgu adlı boz ata binip hücum etti... Ülkesini aldık.”

“Ondan sonra Kara Türgiş halkı düşman olmuş.” “Kul Tigin’i az kişi ile ayırıp gönderdik. Büyük savaş savaşmış. Alp Şalçı adlı ak atına binerek akın etmiş. Kara Türgiş halkını emri altına almış.”


Çok kısa çizgilerle yazılmış bir kitabede at isimlerinin ve hangi atlara binildiğinin bu kadar ısrarla belirtilmesi ata verilen değerin ölçüsünü gösterir. Kitâbelerde, Alp Şalçı gibi, kendisine alplerin unvânı verilmiş bir attan bahsedilmedi ayrıca önemlidir. Kol Tigin bu ata ve bundan başka Azman, Az Yağız ve öksüz adlı atlara binecektir. Anlaşılacaktır ki vak’ayı anlatanlar, -savaşların kazanılmasında atların rolüne ve uğuruna inanıyorlar.

Atların savaşlarda birer kahraman gibi vazife alışı, İslamiyet’i kabûl eden Türklerle, etmeyenler arasındaki iç savaşlardan doğan Manas Destanı’nda devam eder. Müslüman Ortaasya kahramanı Manasın atı Ak Boz ve mecûsî kahramanı Er Yolay’ın atı Aç Budan, böyle, adlan belli, kahraman atlardır. (Bakınız: Manas Destanı. XIV. Asra Kadar Türk Edebiyatı bölümü.)

At sevgisine, İslamiyet’ten sonra Anadolu ve Balkanlar Türkiye’sine yürüyüş devri destanlarında daha sıkça rastlanır. Bu arada, başlangıcı Gök-Türkler devrine uzanan Köroğlu Destanı’nda atın yeri büyüktür. O kadar ki Köroğlu’nun meşhur Kır At’ı, bu destanda bizzat Köroğlu kadar, Ayvaz kadar büyük vazifeli bir destan kahramanıdır. Köroğlu’nun Anadolu rivâyetinde bu at şöyle övülür:

İnişe gidince ceyran inişli
Yokuşa gidince keklik sekişi!
Karakuş oyunlu Bozkurt bakışlı
Kız yeleli alma gözlü kır atım

Çamlı belden aştığımı görmüşler
Kır atımın sekişinden bilmişler
Şu gelen (er) Koç Köroğlu demişler
Kız yeleli alma gözlü kır atım


Yine başlangıcı Oğuz Kağan Destanı’na uzanan Dede Korkut Hikâyeleri’nde sık rastlanır bir sabah tasviri vardır. Göçer evli Türkler arasında sabahın oluşu nasıl, hangi sesler, hangi hareketlerle belli olur? Onu anlatır:

Salkum salkum tan yelleri esdüğinde
Sakallu bozaç turgay sayradukda
Bidevi atlar ıssın görüb okradukda
Sakalı uzun tat eri banladukda
Aklu karala seçilen çağda
Kalın Oğuz’un gelini kızı bezenen çağda

der ki: “Sabah rüzgârlarıyla itilen bulutlar, gökte salkım salkım bölünürken; sakallı, boz, çayır kuşu öterken; cins atlar sahiplerini görüp kişnedikleri zaman; sakalı uzun tat erinin ezan okuduğu bu aklı, karalı seçilen çağda; kalabalık Oğuz boylarının kızları, gelinleri süslenmeğe koşarlar.” Bu, sabah sesleri ve sabah hareketleri içinde ikisi çok mühimdir. Biri Türk kızlarının sabahın ilk işi olarak yıkanıp süslenip giyinmeleri; erkeklerinin karşısına mutlaka süslü, giyimli çıkmaları. öteki de erkeklerin sabah olur olmaz atlarının yanına koşmaları. O kadar ki atlar, kendilerine bakacak, sevecek, okşayacak bu sâhipleri görünce sevinip kişniyorlar ve Oğuz illerinde sabah, ezan sesleri, kuş cıvıltıları kadar at kişnemeleriyle belli oluyor.


Aynı hikâyeler içinde bir boz at övgüsü de şöyledir:
Açuk açtık meydana benzer sentin alıncuğun
İki şebçırâğa benzer senün gözceğizün
İbrişime benzer senün yelecüğün
İki koşa kardaşa benzer senün kulacuğun
Eri muradına yetürür senün arhacuğun
At dimezem sana kardaş derem
Kar duşumdan yeg
Başuma iş geldi yoldaş derem
Yoldaşumdan yeg

Sâhipleri tarafından böylesine sevilen; kardeşten, yoldaştan üstün tutulan at, destanlarda, gördüğü sevgiye lâyık hareketler yapar. Kale duvarları içinde mahpus sahibini uçar gibi atlayışlarla kalelerden kaçırır; dosta ulaşmak, düşmanı basmak dileyen yoldaşını sarp dağlardan uçurur. Savaşta ondan ayrılmaz, onunla birlikte yaralanır; sahibiyle beraber gaazi olur.

Destanlar dâhil, İslamiyet’ten sonraki halk edebiyatı metinlerinde ya eskiden miras kalmış yahut devamlı destan hareketleriyle tazelenmiş, zengin bir at sevgisi edebiyatı vardır. Atasözleri de at sevgisiyle doludur. Aynı sevgi Divan edebiyatına kuvvetle aksetmiş, at için nesirler yazılmış şiirler söylenmiştir.
At sevgisinin Divan Şiir’inde parlak bir örneği. XVI. asır Kırım Hanı Gaazî Giray’ın:

Severiz esb-i hüner-mend-i sabâ-reftârı
Bir perî-şekl sanem bir gözü âhû yerine

“Âhû gözlü, peri vücudlu bir güzel yerine, rüzgâr yürüyüşlü, hünerli atımızı severiz.” mısralarıdır

YADA TAŞI

Uygur destanında yurt bütünlüğünün ve halk saadetinin sembolü bilinen bu tılsımlı taş, destanın ikinci rivayetinde bir yüzük taşıdır,

Uygur Destanında yurt bütün-Yada Tayı tuğunun ve halk saadetinin sembolü bilinen bu tılsımlı taş, destanın ikinci rivayetinde bir yüzük taşı’dır.

Yada tası hakkında daha eski bir bilgi, yine eski Çin ve İslâm i İran kaynaklarındadır. Buna göre Işık Göl civarında yasayan Hakan Türk ile Aral taraflarında hüküm süren amcazadesi Güz yâni Oğuz arasında yada taşı yüzünden uzun savaşlar olmuştur. Bu rivayette yada taşı, Türk’ün milletler üzerine hâkimiyetini sağlayan bir tılsımdır. Rivayete göre Hakan Türk’e Çin’den gönderilen 10 Şaman, ilimim ve tecrübeleriyle yardım ederek, tasın yâni hâkimiyetin Türk’te kalmasını sağlamışlardır. Bu 10 Şaman, muhtemelen On Ok adlı Göktürk kabilelerinin bilgi ve tecrübe sahibi atalarıdır.

Yada Taşı’na İslamiyet'ten sonraki Türk destan ve Masallarında da rastlanacaktır. Fakat bu taşın ge¬ne en dikkate değer hikâyesi, Uygur Destanındaki seklidir. Bir Türk hakanının, savaş gücünü kaybetmiş gibi, sulh için, yabancı bir milletten kız alma uğruna yurdundan hattâ bir taş parçasını feda etmesi büyük felâket olmuştur. Uygur Destanından açıkça anlaşıldığına göre, mukaddes yurt taşları, başkalarına bahsedilemeyecek bir vatan ve millet sevgisi sembolüdür.

SU SEVGİSİ

Daha Yaradılış Destanında Tanrı ya yaratma ilhamı veren kadın, kâinatı kaplayan uçsuz bu-caksız suyun dalgaları içinde görünmüştü. Yunan mitolojisindeki Venüs’ün doğuşu’nu andıran fakat daha derin manâlı bu düşünüş, Türk hayâlinin ilk güzel tablosuydu.
Mitolojide Diana’nın yıkanışı gibi, kadını su içinde düşünen başka buluşlar vardır. Fakat suyun ve suda görünen kadının kâinatı yaratmaya ilham verişi, öyle görülüyor ki Türk dehâsının bir su, kadın ve ışık kompozisyonu olmuştur.

Târih boyunca büyük suları özlemiş bir ülkede, su sevgisinin derin ve şiirli olması tabiîdir.
Şu Destanındaki genç hükümdarın, ordu millet’iyle dolaştığı, susuz bozkırlar boyunca yanında gümüşten bir havuz bulundurması ve her konak yerinde havuzuna su doldurup içine ördekler, kazlar salması; hattâ devlet ve millet problemlerini, suyu seyre dalan bakışları¬nın dalgınlığı içinde halletmesi, bu destanın güzel bir çizgisidir.

Oğuz Destanında, yüzünü görenleri süt yahut kımız olup eritecek güzellikteki kız da yine bir su ve ağaç dekoru ortasında doğmuştu. Bir göl, ortasında bir ağaç ve ağacın kovuğunda Gök, Dağ, Deniz adlı çocukları doğuracak güzel kız…
Bütün bunlar, Oğuz Kağan’ın halka hitap ederken ordusuna ve milletine niçin:

Daha deniz, daha müren!

diye seslendiğini açıklar. Oğuz Han, milletine büyük denizler ve büyük ırmaklar semtini hedef göstermiştir. Oğuz orduları, bu sözlerdeki cazibe ile coşmuş; İtil suyu’nu geçmiş; büyük Batı denizlerine doğru hızla ilerlemişti.
İtil suyu’nu geç meye vâsıta bulan Türkler, bu yüz¬den, Kıpçak Türkleri (Oyuk Ağaç Türkleri), ağaçtan su kapları ve kayık yapan Türkler olarak, halk hafızasında aziz bir yer buldular.
Uygur Destanı’nın Tanrı – Hükümdarları da Tuğla ve Selenge gibi, sularla çerçevelenmiş, kutlu ülkede doğmuşlardı. Fakat Türkler için su nasıl güzel, nasıl mukaddes bir hayat kaynağıysa susuzluk da öyle derin bir felâket ve ümitsizlik hadisesidir. Göç Destanı’nda Yada Taşı’nı Çinlilerce kaptıran Türklere, kader, en büyük ceza olarak susuzluğu vermişti: Irmaklar kuru¬muş, göllerin suyu çekilmiş, gökler rahmet yağdırmaz olmuştu. Türkler, bu yüzden yurtlarını bırakıp başka topraklara göçmek zorunda kalmışlardı.
Bir târih boyunca büyük ve güzel sulara akmayı ülkü bilmiş bir milletin ruhunda bu hayat ve medeniyet kaynağına karşı derin bir sevgi, adetâ bir susayış bulunması tabiîdir.
Su ve su sevgisi bu yüzden hemen bütün destanlara bir renk, hareket ve güzellik çizgisi hâlinde işlenmiştir.


AKSAÇLI İHTİYARLAR

Destanlarda, hakanların akıl danışıp öğüt diledikleri, güngörmüş yaşlılar vardır. Aksakallı, ak değnekli, derin tecrübeli bu yaşlılar, bilhassa genç hakanlara yol ve iz gösterirler.
Böyle yaşlı Türklerin dikkate değer örneği Oğuz Kağan Destanı’ndaki Uluğ Türk adlı vezirdir. Uluğ Türk Oğuz’a söz dinleten, ona Türk devletlerinin tarihî – an’anevî idare taksimatını yaptıran şahsiyettir-

Gerçi bu şahsiyetin tek bir şahıs olmayıp Oğuz birliğine söz geçiren Türk yâni Gök – Türk kavmini temsil eden bir sembol olması çok mümkündür. Çin ve Iran kaynaklarında Türk’le Oğuz arasında Yada Taşı için yapılan savaşlardan bahsedilmesi; taşın Türk’te kalması; kısaca bu Uluğ Türk’ün Kıpçak gibi, Kartuk gibi, bir şahıs adı değil bir boy veya millet adı olması, Türk destan üslûbuna uygundur. Fakat hâdise, hakanların yaşlı ve bilgili vezirlerden öğüt almaları ve bu öğütlere uymaları şeklindeki esas çizgiyi bozmaz. Hattâ Çin ve Iran kaynaklarında Yada Taşı’nı korusun diye Türk’e yollandığı söylenen 10 bilgili Şaman da Göktürk birliğindeki On Ok’la temsil edebilir.

O kadar ki Ak saçlı vezirlerin, hakanlara gerçekten öğüt verip vermeyişleri bile mevzuun ana problemi değildir. Mühim olan, destan söyleyen halk ruhunun, hakanlarını, ak saçlı vezirlerden öğüt alan ve devleti bilginlerin tecrübeleriyle idare eden bir nevi demokrat ruhlu şahsiyetler halinde düşünmesidir. Aynı destan motifleri, bu şifahî edebiyat devrinde Türkler arasında hükümdarlara hocalık yapan büyük ilimler bulunduğunu ve Türklerin böyle ilimlere mukaddes insan gözüyle bakıp ilme değer ve kutsiyet verdiklerini gösterir.

DESTANLARDA MUSIKİ

Mûsikî, ilk çağlar hayatında önce dini heyecanları seslendiren sanattır. Bu sanatın eski Türk topluluğunda her türlü hayat hadiseleriyle birlettiği, adetâ hayatı seslendirdiği görülür. Dînî törenlerden ay eğlencelerine; teke tek vuruşmalardan büyük savaşlara; doğum ve ad verme törenlerinden aşk itiraflarına kadar her hareket, Türkler arasında sazlardan yükselen seslerle birleşir, onlarla çoşkunlaşırdı.

Su Destanındaki mûsikî haberleri, destanın umumi hikâyesi içindi kendinden bahsettirmeyi adetâ zorlamıştır. Genç hükümdarın tipi ve şahsiyeti belirtilirken, onun sarayı önünde ordu beğleri için her gün 360 nöbet çalındığını haber verişte böyle bir incelik vardır. Bu haber, târih kaynaklarında ve daha sonraki Türk hikâyelerinde görülen mûsikî hayatına uygundur.
İlk Anadolu asırlarında, Orta Asya’daki Türk hayat ve geleneklerini, terk edilmez âdetler ve miraslar hâlinde yaşatan Dede Korkut Hikâyeleri’nde hemen her hareket, mûsikî âletlerinden çıkan seslerle yapılır. Hikâye kahramanları, bu hareketlere “kolca kopuz”larını çalarak baslar; büyük ve tehlikeli çarpışmalara bu seslerle hazırlanır; umumiyetle 40 eş, 40 yoldaş olan “yiğit”leri de “sultan”larını “kolca kopuz”la över; ona musikili söyleyişlerle kuvvet verirler.
Fakat musikinin “atan topraklarından yükseklere ses olduğunu; tatlı, acı, büyük millî hâdiselerin böyle seslerle birleşip böyle seslerle geliştiğini gösteren daha derin manalı bir musiki çizgisi, Uygur Destan’ındadır: “Bir gece iki ırmak arasındaki ağacın üzerine gök¬ten mavi bir ışık indi.” “Ağacın gövdesi, gittikçe kabarıyor, oradan güzel mûsikî sesleri geliyordu.” “Bir gün ağacın gövdesi yarılarak içinden beş çocuk çıktı.”
Anlatısında, mukaddes Uygur çocuklarının doğuşu “nur” huzmeleri ve tabiattan yükselen musiki sesleri içinde bütünlenir.

Bu, tabiattan yükselen ses, Uygurların Göç menkıbesinde daha etraflıdır: Tılsımlı Yada Taşı’nı vermek suretiyle işlenen büyük milli hata yüzünden Uygurlara küsen tabiat, kendi çocuklarına bütün varlığıyla seslenir: Memlekette bütün kuşlar, hayvanlar, kendi dilleriyle kayanın gidişine ağlarlar; bütün hayvanların, bütün çocukların (koro hâlinde) Göç! Göç! diye seslendiği duyulur. Böylece göçen Uygurlar “Nerede durmak isterlerse bu sesleri duyarlar.”

Türk saz şâirlerinin en eski ilâhîlerini ve din dışı lirlerini daha ilk çağlardan başlayarak, bugün hâlâ, azlarla birlikte söyledikleri bilinir. Bu sazlardan çı¬kan sesler, yaşanılan hayal hâdiselerine ve coğrafyaya uygundur.

Eski Yunan’da güzel sanat ilaheleri Musa’ların, gökyüzüne çıkarken evvelce Yunan topraklarında koro hâlinde söyledikleri ilâhîlerinin seslerini Yunanistan’ın akarsularına ve eser rüzgârlarına bıraktıkları, Ak Deniz çevresinde çok eski bir inanıştır. Türk destanlarında ve bütün eski Türk hayâtında mûsikî, Yunan mitolojisinde açıkça coğrafyasından yükselen sesler” halinde, nice asırların ve nice vatanların macerasını bestelemiştir.
Mûsikîyi, hayâtın her hareketini besteleyen bir sevk ve enerji kaynağı derecesine yükselten eski Türk topluluğu, bu arada, çok sayıda ve çok mütenevvi seslerle zengin mûsikî makamları ve mûsikî aletleri yapmıştır:

Eski Türk musikisi kaynaklarına göre, Türklerin, öteden beri, zengin mûsikîleri vardı. Türkler, mûnkıt aletleriyle çaldıkları bestelere Küğ; veya Köğ diyorlardı. Dîvanı Lûgutit-Türk’te “Bir şiirin vezni, aruzu; bir siir’in ölçüsü” mânâsında kayıtlı bu kelimeye daha başka kaynaklar, nazım şiir, türkü, musikî, ses gibi mânâlar veriyorlar.(Bu kelimenin kıtığı ve kök yazılışları da vardır.)

Bir bilgiye göre, eski Türkler arasında Kög sayısı, senenin günleri sayısını, yâni 366’yi bulmuştu. Her gün, hakanın huzurunda, bunlardan bir tanesi, yânî o güne mahsus olanı çalınıyor; her birinin husûsî ilimleri olan, 9 tanesi ise, her gün tekrarlanıyordu.
Türkler, yüksek sesle terennüm ettikleri bestelere de dole ve ır diyorlardı. Terennüm ve teganni mânasına darılmak sözü bu kökten geliyordu. Aynı besteler, pek tabiî olarak, sonraları büyük savaşlara giden Türk ordularının milli mûsikisi hâlinde, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesi’ne de gelmiştir. Daha ilk çağlarda otağ’lar önünde icra edilen bu besteler, Türkler arasında saray an’anesi başladıktan sonra, sarayda ve orduda aynı milli vasıflarla yaşamıştır. Bugün Mehterhane mûsikîsi dediğimiz büyük ve askerî Türk mûsikîsi, tamamıyla bu temelin ve bu geleneğin kudretli devamıdır.

KOPUZ

Çeşitli Türk Sazları arasında eski Türk mûsiki sanatının millî sazı olmak derecesini alan âlet, kopuz’dur. Kopuzun başlangıcı Orta Asya Türkülüğü’nün en eski asırlardandır. Sonraları, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesin’e de gelen ve Anadolu türküleri’nde adı söylenen kopuz’un ilk sekli kemençe biçiminde, uzun saplı, telli bir sazdır. Bu sazın parmakla, mızrapla ve vay’la çalınan çeşitleri vardır. Dede Korkut Hikâyeleri’nde hemen her kahramanın elinden düşmeyen kolca kopuz, sapı kol boyunca uzayan kopuz demektir. Türklerle aynı coğrafyada yaşayan başka milletlerin mûsikisinde de kullanıldığı görülmüştür.

Ancak Türkistan’da Tufan, yani Hoçu bölgelinde yapılan kazılarda ele geçen Uygur minyatürleri, Uygur Türkleri arasında ayıca orkestra teşkilâtı bulunduğunu göstermektedir. Bu orkestranı; kullandığı sazlar çeşitlidir. Sazların bir tanesi harp cenk biçimindedir, bir tanesi benzeyen bir kopuzdur. Aynı orkestrada ayıca ağızla çalınan uzlar görülmektedir.
Milâdî 981 de Uygur iline gönderilen Çin elçisi Vang Yen Te de, Uygur büyükleri tarafından, atla üzerinde ve mûsiki refakatinde karşılandığını sefaret nâmesine yazmıştır. Elci, Uygurlarda musikinin mabetlerde, umûmi hayatta ve her türlü törenlerde mühim bir yer aldığını bilhassa belirtmiştir.

NİHAT SAMİ BANARLI, RESİMLİ TÜRK EDEBİYATI TARİHİ CİLT 1

SON EKLENENLER

Üye Girişi