Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 DESTANLAR

Metin Ekici

TÜRK boylarına ait sözlü ve yazılı edebî yaratmalar içinde en ilgi çekici olan eserler "destan” adını taşıyan eserlerdir. Türk destanları, gerek Türk dünyasında, gerekse Türk kül­türüne ilgi duyan yabancı bilim adamlarınca yoğun bir şekil­de araştırılmakta ve İncelenmektedir. Türk destanları; özel bir ilgi alanı, hatta halkbilimi araştırmalarında bir alt bilim dalı hâ­line gelmiş gibidir. Bu nedenle çeşitli Türk destanlarının tasnifleri ve metin özellikleri hakkında bilgi vermeden önce, genel olarak dünya destan incelemelerinde ve özel olarak da Türk destan araştırmalarında kulla­nılan terimleri değerlendirmek ve daha sonra Türk destan anlatıcılarını ta­nıtmak yerinde olacaktır.

Bu yazı, Türk halkbilimi araştırmacılarının ve özellikle de destanlar hak­kında araştırma ve inceleme yapan bilim adamlarının dikkatlerini, Türk dün­yası ve dünya destanlarını araştırma ve incelemede kullanılan önemli bazı te­rimlere çekmek ve yapılacak araştırma ve incelemelerde kullanılacak kuram­sal yaklaşım ve yöntem uygulamalarında, bu terimlerin nasıl kullanıldığım ve kullanılabileceğine dair bazı açıklamalarda bulunmaktır. Ayrıca, Türk destan anlatıcılarının adları ve özellikleri hakkında bilgi vermektir.

Farsça bir kelime olan "destan” terimi hemen hemen bütün Türk lehçele­rinde ortak olarak kullanılan bir terimdir. Çeşitli Türk lehçeleri arasında bu terimin kullanımında sadece fonetik farklar vardır. Örneğin; "destan”, "dastan”, "dâstan”, "dessan” gibi ( Levend 1980:145-170).

Terim, özellikle Türkiye Türkçesinde kahramanlık konulu anlatmaları ifade ederken, diğer bazı Türk lehçelerinde aşk konulu anlatmaları, başka bir ifa­deyle Türkiye Türkçesindeki "halk hikâyesi” teriminin ifade ettiği anlatmala­rı da karşılamaktadır. Örneğin Azerbaycan Türkçesinde "muhabbet destanları terimi "aşk konulu anlatmaları” ifade etmektedir.

Şekil, muhteva, anlatıcı, dinleyici ve fonksiyon bakımından karmaşık özel­likler arz eden destan terimi oldukça tartışmalıdır ve her hangi bir eser için kullanılırken dikkatli davranmak gerekmektedir. Bugüne kadar daha çok me­tin merkezli yaklaşımların herhangi bir anlatmayı, sadece metne ait özellikle­rinden hareket ederek, destan terimiyle adlandırmalarından dolayı, terimin tam olarak ne türdeki metinleri karşılaması gerektiği belirsizleşmiştir.

Destan teriminin muğlâk kapsamı, en çok halkbilimcileri zorlamakta ve te­rimin ifade ettiği metinler daha çok önceden mühürlenmiş metinlerle örneklenmeye çalışılmaktadır. Örneğin; Manas Destanı, Alpamış Destanı, Oğuz Ka­ğan Destanı vb. gibi. Ancak, örnek metin Köroğlu veya Dede Korkut Kitabı'nda- ki anlatmalar olduğunda belli belirsiz bir kararsızlık ortaya çıkmakta, bazı tereddütler belirmekte, daha başka terimlerden de yararlanarak "destan” te­rimi açıklanmaya çalışılmaktadır.

 

Epos, epope, epik

Eski Yunanca bir kelime olan "epos” terimi şiir anlamına gelmektedir. Terim olarak edebî yaratmaları sınıflamada ve kahramanlık şiirlerini ifade etmede kullanılan epos terimi, destanî şiiri ifade ederken "epopiia” veya "epopee” yani "şiir şeklinde anlatmak” anlamım kazanmıştır (Yöntem 1980: 1-2).

Aristo tarafından kullanılan ve tanımlanan "epos” veya "epopee” terimi şu temel özelliklerle tanımlanmıştır: "Epopia”; "temsili (mimétké)”, "anlatma­ya dayalı (diegematike)”, "ölçülü (en métro)” ve "belli bir uzunluktadır (mekos)”. "Trajedi” gibi, "epopiia” da, olayların ölçülü bir şekilde (mimésiz spondaion) sunulmasıdır; fakat destanın ölçüsü, altı mısralı ve kahramanlık konulu olması itibarıyla farklıdır (Reichl 1993: 120-122).

Esas itibarıyla yukarıda verdiğimiz Aristo’nun tanımı, destanın tanımlan­masında bir ölçü olarak kullanılmış ve aynı zamanda bir edebî yaratmanın da "destan” terimi ile adlandırılmasında yukarıdaki ölçütlere uygunluk aranmıştır.

Batı dillerinin hemen hepsinde kullanılan ve "epope” veya "epik” şeklinde yazılan kelime, Türk lehçelerine hem "epos” veya "epope” hem de "epik” şek­linde geçmiştir. Epos kelimesi daha çok Rusça etkisinde kalmış olan Orta As­ya’daki Türk boylarının lehçelerinde kullanılırken, "epope” ise Fransızca ile ilişkili olan ve "epik” ise İngilizce ile ilişkili Türk lehçelerine girmiştir.

Orta Asya Türk boylan arasında "epos” terimi daha çok Manas Destanı gibi, büyük hacimli eserler için kullanılmaktadır. Epope veya epik terimleri ise, hem genel olarak bir tür adı, hem de küçük veya büyük çaplı, ancak kahra­manlık konulu bütün eserler ve özellikle de "destan” teriminin karşılığı ola­rak bütün Türk lehçelerinde kullanılmaktadır.

Günümüzde ise, gerek "epos” gerekse "epik” terimleri Batı dillerinde de Aristo’nun tanımından çok başka eserler için kullanılmaktadır. "Epos” ve "epik” terimlerinin Batı dillerindeki anlamları da oldukça tartışmalıdır.

 

Sözlü destan

Destanî anlatmaların yaratım ve oluşum süreci ile ilgili bir terimdir. Destan metinlerinin, bahşı, jırav, akın, gayçı, olonghohut, ozan, şair veya genel ola­rak destancı adını verdiğimiz sanatçılar tarafından ve çoğunlukla sözlü (şifa­hi) olarak yaratıldıkları, belli bir zaman sonra kesin şekillerini aldıkları ve son aşamada ise yazıya geçirildikleri kabul edilmektedir. Yazıya geçirme veya son aşama, aşağıda tartışılacaktır.

Destanların çoğunlukla sözlü olarak yaratılmaları doğrudur. Sözlü olarak günümüze kadar gelen bazı destan örnekleridir. Köroğlu, Manas, Alpamış ve Türk dünyasının Orta Asya’da kalan kesimindeki pek çok destan hâlâ sözlü olarak devam etmekte veya yakın dönemde yazıya geçirilmiş bulunmakta, veya yazıya geçirme çalışmaları devam etmektedir.

Sözlü olma ve bir destanın sözlü olarak anlatımının devam etmesi daha çok usta - çırak ilişkisinin sürekliliği ve böylece kuşaktan kuşağa aktarımın devam edebilme­si ve dinleyici kitlesinin varlığına bağlıdır. Bu iki temelin varlığıyla ayakta kalabilen ve "sözlü gelenek” olarak adlandırdığımız sosyal yapının varlığı bir destanın sözlü olarak devamlılığım sağlar. Aksi takdirde, bir destan ya yazıya geçirilerek muhafaza edilecek ya da geleneğin zayıflayıp şekil değiştirmesiyle unutulup, kaybolacaktır.

 

Yazılı destan

Bu terim sözlü olmanın bazen zıddı, bazen de bir sonraki aşaması anlamında ve destan metinlerinin yaratımı, muhafazası ve aktarımını açıklamada kulla­nılan bir terimdir.

Sözlü olarak yaratıldıkları tahmin edilmekle birlikte, sözlü şekilleri mevcut olmayan, ancak yazılı metinleri elimizde bulunan bazı destanlar yazılı destan terimiyle açıklanır. Oğuz Kağan Destanı, Dede Korkut Kitabı içindeki anlatmalar, Divanü Lügâti’t-Türk'teki parçalar sözlü olarak yaratılmış, ancak zamanla sözlü şekilleri unutulmuş ve sadece günümüze yazılı olarak ulaşmışlardır. Ancak, ba­zı destan metinleri de tamamen yazılı olarak yaratılmış gibi görünmektedir. Örneğin; özellikle "İslamiyet Sonrası Türk Destanları” başlığı altında verilme­si alışılagelmiş, Anadolu sahası yaratmalarından "gazavatnameler” adıyla da bilinen Battalname, Danişmendname, Saltukname gibi eserler yazılı destanlar­dır. Bu eserlerin ilk olarak sözlü şekilde yaratıldıkları hakkında elimizde kayıt­lar bulunmadığı için, bunları "yazılı olarak yaratılan” destanlar kabul ediyoruz.

Yazılı olmakla ilgili üçüncü ve son durum ise, sözlü gelenekte anlatılmakta olan destanların, genellikle bilimsel amaçlarla, derlenerek yazıya geçirilmesi­dir. Örneğin; Radloff’un Proben serisinde yayımladığı çeşitli Türk destanlarına ait metinler bu türdendir. Bu tür yayımları veya destan metinlerini "derlenip, yazıya geçirilmiş destanlar” şeklinde adlandırmak daha doğru olur. Ancak burada da tartışmalı olan bir nokta, yazıya geçiren derlemecinin kimliği meselesidir. Eğer yazıya geçiren kişi Homer veya Elias Lönnrot gibi, kendisi de şair-destan­cı bir kimse ise, derlediği metinlere kendi kimliğini, başka bir ifadeyle üslubu­nu yansıtır ki bu durumda ortaya çıkan eserin değerlendirilmesi çok farklı şe­killerde olabilir. Derlemenin ikinci şekli ise, Kâşgarlı Mahmut veya günümüz halk bilimcilerinin yaptığı gibi doğrudan doğruya anlatılanları yazmak veya teyp, kaset vb. araçlara kaydedilen metinleri transkribe etmek suretiyle olur.

Yazıya geçirmenin bu iki farklı şeklinin destan tanımları için de önemli oldu­ğunu, "destan” tanımlarında son aşama kabul edilen "bir şair-destancı tarafın­dan yazıya geçirilme” ölçütünün aslında doğru bir yaklaşım olmadığım belirte­lim. Bu yaklaşımın, Homerve Lönnrot’a bakarak, Batı destan tanımlarının ülke­mizde benimsenmesinden kaynaklanan yanlışlarından olduğu düşüncesindeyiz.

Bir metin, yazıya geçirilmese de destan özelliğine sahip olmak için daha başka ölçütlere göre değerlendirilmelidir. Yazılı veya sözlü olarak yaratılmak, yazıya ge­çirilmek veya günümüzde de sözlü olarak devam etmekte oluş, bir metnin destan türü adı altında yer alabilmesi için yeterli ve geçerli sebeplerden birisi olamaz.

 

Temel-asıl destan

Temel destan (primary) terimi, daha çok batılı destan araştırmacıları tarafından destan metinlerinin ilk oluşum dönemi için kullanılır. Terim des­tan metninin sözlü gelenekte ve en eski şekline gönderme yapar. Destan me­tinlerinin eş metinlerinin (varyantlarının) ortaya çıkması meselesine bağlı olarak da kullanılır. Bir destan metninin kaynak ve orijin meselesini çözerken ve ayrıca farklı şekillerinin, yani masal veya hikâye kadar kısalmış şekillerinin temelde nere ortaya çıktığını ifade eder.

 

İkincil destan

Temel veya asıl bir destan metninden yaratıldığı kabul edilen veya düşünülen destan metinleri için kullanılır. Destan incelemeleri sonucunda, daha çok eski destan metinleriyle organik bir bağ içinde bulunduğu ortaya konulabilen veya bir kültürden başka bir kültüre taşınmış bir destan metninin aslından uzaklaşmakla birlikte, eskiyle bazı bağlarım halen muhafaza ettiğini göstermeye yarar.

 

Doğal destan

Destan geleneğinin canlı olarak yaşadığı veya yaşatıldığı bir toplumda, belli olaylara bağlı olarak yaratılmış ve şekil, muhteva, anlatıcı-dinleyici ve fonksi­yon özellikleri bakımından destan türünün özelliklerine sahip olan ve çoğun­lukla sözlü anlatmalar için kullanılan bir terimdir. Genellikle destan yaratım ve anlatımı için gerekli sözlü gelenek ortamına sahip bir dönemde yaratılmış destanlar, doğal destan olarak kabul edilmektedir. Örneğin; Alpamış, Köroğlu bu türden kabul edilir.

 

Yapay (suni) destan

Destan geleneğini ve destanların oluşum çağını tamamlamış bir toplumdan yerleşik ve endüstri toplumu hâline gelmiş ve büyük dış düşmanlarla mücadele vb. olayların yaşanmadığı, yazılı kültürün etkin olarak kendini kabul ettir­diği ve günümüzdekilere daha yakın eğlence araçlarının benimsendiği bir toplumda, bazen yazılı olarak, bazen de sözlü olarak yaratılan, şekil ve muhte­va bakımından eski destan metinlerine benzetilerek üretilmiş anlatmalardır.

Bu anlatmalar genellikle belli bazı siyasal amaçlara yönelik olarak üretilmiş­tir. Destan geleneği içinde çok fazla benimsenip, yayılmaları söz konusu değil­dir. Bu tür destan metinleri ya Kalevela gibi eski anlatmalardan derlemeler; ya da Yoldaş Lenin Destanı gibi şekil olarak eski, konu olarak yeni; olabilir.

 

Halk destanı

Bir destanın ait olduğu toplumsal grubu veya sınıfı ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Bu terim Sovyetler Birliği döneminde ortaya atılmış siyasi amaç­lı terimlerden biridir. Sovyet sisteminin "halklar” birliği olarak kabul edilme­si fikrinden hareketle kullanılmaya başlanan ve Rusça "narod” kelimesinin karşılığı olarak Türk lehçelerinde kullanıldığını gördüğümüz bu terim, siyasal amaçların ötesinde bir şey ifade etmemekte, ancak belli bir millete ait olma özelliğim ortadan kaldırma eğilimini vurgulayarak, Sovyet halklarının birlik ve bütünlüğünü sağlama endişesini taşımaktadır. Diğer türlü, bütün toplumların destanları doğal olarak o toplumun, milletin veya halkın destanıdır. Köroğlu gibi bazı destanların Türkiye’de de "Halk destanı” terimiyle adlandırılmaya ça­lışılması, yukarıda açıklamaya çalıştığımız amaçlara yönelik bir kullanımdır.

 

Millî destan

Belli bir destanı ifade etmekten çok, belli bir millete ait olan destanlar grubu­nu veya destan terimi altında yer alabilen bütün eserleri ifade etmek için kul­lanılan bir terimdir. Daha çok eser adlarında veya konuşma arasında karşılaş­tığımız "Millî destan” ifadesi, aynı zamanda farklı milletlere ait destanî eserleri "biz” ve "onlar” kavramlarından hareket ederek ayırt etmek veya karşılaş­tırma yapmak için kullanılmaktadır. Bu terim Cumhuriyet döneminden itiba­ren kullanılır ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuramlarındaki "millî” teri­minin ifade ettiği anlama gönderme yapar.

Günümüzde ise "millî” kelimesinin yerini "Türk” kelimesi almalıdır. An­cak, burada da "Türk” kelimesini sadece Türkiye Türklerini ifade eden dar bir anlamda kullanmanın sakıncalı olduğunu, Türk kelimesinin ana bir yapıya gönderme yapacak şekilde kullanılması gerektiğini de belirtelim. Türk keli­mesini sadece Türkiye Türkleri için kullanıp, diğer Türk boyları için de sade­ce boy ismine gönderme yapan, "Kazak”, "Özbek” veya "Türkmen” destanları gibi, kullanımların yeni karmaşalara ve parçalanmalara yol açacağını, bunla­rın yerine "Türk boylarının destanları” veya "Türkiye Türkleri destanı”, "Ka­zak Türkleri destanı”, "Özbek Türkleri destanı” gibi kullanımların Türk dün­yasında daha birleştirici ve bütünleştirici terimler olarak kullanımının yay­gınlaştırılmasının daha sağlıklı sonuçlar ortaya koyacağını ifade edelim.

 

Tarihî destan

Tarihî destan terimi daha çok destan metinlerinin tasnifi sırasında kullanır. Orta Asya’daki Türk boylarının destanlarını tasnif etmede bir destan metni­nin, bir toplumun tarihinde önemli bir yer tutan ve olaylara gönderme yap­mayacak veya tamamen bu olayları konu almayacak özelliklerine göre kulla­nılmaktadır. Örneğin; Kazak Türklerinin destanları tasnif edilirken kategori­lerden birisi "Tarihî destanlar” şeklinde verilmiştir (İbrayev 1998: 20-24).

Tarih ve tarihî olaylar, destanî eserlerin yaratılmasında vazgeçilmez temel unsurlardandır. Bütün destanların oluşumunda önemli bir tarihî olay vardır. Bu olaylar bazen bir Türk devletinin veya hanlığının kurulması, bazen de bir Türk boyunun başka bir devlet veya başka bir toplumla mücadelesi olabilir. Bu olayların bazıları tarihî belgelerle yakınlık arz eden bir şekilde destanî eserde yer alabilirken, bazı olaylar ise, tarihî belgelerden oldukça uzak bir şe­kilde destanî eserde yer alabilir. Bazı destanî eserlerde yakın tarihteki, örne­ğin; 1900-1920 arasındaki olaylara gönderme yapılırken, bazıları ise 18-15. yüzyıllarda geçen ve Türk boylarının birleşip devlet kurmaları veya her boyun bir hanlık hâlinde temsili dönemindeki olayları konu edebilir.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, belli bir döneme ait ve belgelerle açıklanan tarihî olayları konu edinen destanları "Tarihî destan” ve belgelerle açıklanamayan destanları başka bir kategori altında değerlendirmek destan tasnif işini zorlaştırmaktan başka bir şey getirmez. Bu tür bir yaklaşım "tari­hî-coğrafi yöntem”in bir yaklaşımıdır ve "metin merkezli” halk bilim yakla­şımlarından biri olarak eleştiriye açıktır. Metnin içindeki unsurları her za­man tarihî olayların tam yansıtımı olarak düşünmek bizi yanlışlığa sevk edebilir ayrıca bilinen tarihî olaylar üzerine kurulmuş bir destan metnini de "Ta­rihî destan” olarak değerlendirmek doğru değildir. Çünkü her destan tarihî olay veya olaylara gönderme yapar veya bu olayları konu edinir.

 

Arkaik destan (mitik destan)

Arkaik destan terimi; belli bir tarihî döneme bağlanamayan veya metnindeki olayların, tarihî belgelerdeki olaylarla tutarlı bir şekilde paralellik gösterdiği des­tanlar için kullanılmaktadır. Bazen bu tür destanlar, içlerinde çok fazla mitik un­surlara yer verdiklerinden "mitik destan” terimiyle de adlandırılabilmektedir.

Hemen her destanın içinde bazı olağanüstülüklere yer verilmesi mümkün­dür. Olağanüstülük ifade eden unsurların bazıları mitlerle tam olarak örtüşe - bilir. Mitik unsurlar sadece destanlarda değil, masal, hikâye ve hatta fıkralar­da bile söz konusu olabilir. Mitik unsurların bir anlatmada bulunması, o met­nin tam olarak mit kategorisi veya mit türü içinde sınıflandırılması için yeterli sebep değildir.

Mit ve destan farklı türlerdir, içinde mitik unsur bulunduran "Basat’ın Tepegöz’ü Öldürmesi” anlatmasını "mitik destan” veya "mitik hikâye” şeklinde adlandırmak mümkün değildir? Ya "Duha Koca Oğlu Deli Dumrul” anlatma­sını? Her iki anlatma da, Dede Korkut Kitabı’ndaki diğer anlatmalardan farklı­dır, ancak ikisi de mitik veya arkaik destan şeklinde adlandırılamaz. Tabii ki, Tepegöz anlatmasındaki olağanüstülük unsuru veya mitlerde gördüğümüz ola­ğanüstü varlık veya yaratıkla mücadele etme unsurlarının bulunması, insan düşmanlarla mücadele eden diğer anlatmalardaki kahramanların olayların­dan, herkesin dikkatini çekecek şekilde, farklıdır. Ancak hiçbir şekilde bu anlatmayı mitik, diğerlerini daha başka adlarla adlandırmak tasnif işimizi ko­laylaştırmaz. Sadece ve mutlaka metnin unsurlarına göre bir sınıflama yap­mamız gerekiyorsa, "mitik unsurlar ihtiva eden destanlar” şeklinde bir ad­landırma daha doğru olacaktır.

Arkaik destan terimi ise, tarihini belgelerle gösteremediğimiz destanlar için kullanılmaktadır. Belki bir grup destan metni için kronolojik bir sırala­ma yapılmak istendiğinde doğru bir ifade olabilir. Ancak, arkasından gelen sıralamalar farklı özelliklere göre yapılırsa tasnifte mantık hatası olur. Bütün metinler aynı temel özelliğe göre sınıflandırılmak durumundadır. Birkaç ta­nesini oluşum dönemlerine göre; "eski-yeni veya en eski, eski, yeni ve daha yeni” şeklinde sınıflandırıp, bir kısmını ise kahramanlık, aşk vb. gibi katego­rilere göre sınıflandırmak yanlışlığa yol açacaktır.

"Arkaik”, "mitik” ve "tarihî” destan genel olarak metin merkezli halkbilim yöntemlerinin ortaya koyduğu terimlerdir. Bu terimlerin, "bağlam” ve "icra’ya gönderme yapılmadan, gelişi güzel kullanılması sakıncalıdır. Bunlardan daha yakın dönemde oluşan ve tarihi bilinenlere "icat edilmiş”, oluşum tarihini tam tespit edemediklerinize "asıl gelenek” terimini kullanmak doğru olmaz. Her­hangi bir halk uygulaması, ilk başta, belli bir grup tarafından, belli bir yer ve zamanda oluşturulmuş, yani "icat edilmiştir”. Ancak, zamanla bu uygulama yaygınlık kazanmış ve daha geniş veya dar bir alanda uygulanma şansı bulur­ken, aynı zamanda çok çeşitlilik kazanmış, yani "eş metinler de oluşturmuş” olabilir ve böyle bir süreçten sonra "gelenek” teriminin ifade ettiği anlam için­de değerlendirme özelliği kazanmıştır. Bu tür uygulamaların eski veya yeni oluşları, onların "icat edilmiş” terimiyle ifade edilmelerini gerektirmez.

Aynı şekilde, tarihî belgelerle paralel olan destanlar için "tarihî destan”, ta­rihî belgelerle örtüşmeyen veya tarih araştırmalarımızdaki eksik ve yetersiz­likler sebebiyle, haklarında yeterli belge bulamadığımız veya bulduklarımızla paralellik arz etmeyen, belgelerle örtüşmeyen destanları "arkaik” veya "mi- tik” olarak tanımlamak da doğru bir yaklaşım olmayacaktır.

 

Manzum destan

Destan incelemelerinde ve destan tanımında kullanılan bu terim; destan oluşturma ve tür tanımıyla ilgili olarak kullanılmaktadır. Aristo’nun "epope” tanımında yer alan "epope veya epos metrik (ölçülü)” olmalıdır ifadesinde de yer aldığı gibi, metrik, yani ölçülü olma doğrudan doğruya bir anlatı eserin manzum karakterine ve manzum oluşuna gönderme yapar.

Manzum, yani şiir şeklinde oluş, bir taraftan destanî yaratmaların şekil özel­liklerinden birine gönderme yaparken, diğer taraftan bu eserlerin oluşturulma işlemine de gönderme yapmaktadır. Başka bir ifadeyle, destanî eserlerin man­zum şekilde oluşturulmalarını da ifade etmektedir (Köprülü 1986: 4y-ı3o).

Oluşum ve şekil bakımından manzum şeklin benimsenmesi ise, doğrudan doğruya bir tür olarak destan tanımını etkilemekte ve ilk defa Aristo tarafın­dan belirtilen bu özellik, destan tanımının olmazsa olmaz şartlarından birisi olarak sayılmaktadır. Sonuç olarak, "destan; manzum bir türdür” yargısına ulaşılmaktadır.

Erken dönemlerde yaratılan destanlara baktığımızda, genellikle manzum olarak yaratıldıklarını, bu eserlerin metne ait şekil özelliklerinden birinin de "manzum” hâlde bulunma olduğunu görüyoruz. Belli bir döneme kadar ke­sinlikle aranan bu şekil özelliği dolayısıyla, bu tür yaratmaların şekil özelli­ğinden hareketle ortaya çıktığını düşündüğümüz "destanî şiir (epic poetry)” terimi de, gerek Türk dünyasında ve gerekse Batı dünyasında yaygın olarak kullanılmaktadır.

Muhtemeldir ki, ister tarihî bir olayın bir toplumu derinden etkilemesinden kaynaklansın, isterse bir kağanın, hakanın veya kralın başarılarını övmek amacıyla yaratılmış olsunlar, ilk destanların manzum oluşları, onları yaratan­ların "destancı” kimliklerinden kaynaklanmış olmalıdır. Eski veya yeni, destanî eserler kendilerini yaratan destancılardan bağımsız değildir. Destanlar sözlü gelenekte ve bir destancı-şair tarafından yaratılmış veya düzenlenmiş ol­malıdırlar. Destanların yaratıcıları olan şair-destancılar, dini kimlik sahibi ol­sun veya olmasın, belli bir müzik aleti çalma konusunda da usta kişiler olmalı­dır. Eğer şair-destancıların bir müzik aleti eşliğinde bu eserleri yarattıkları ka­bul edilirse, destanların manzum olarak yaratılmalarının sebebi de daha açık hale gelir. Çünkü müziksel ritm, söze bir şekil kazandıracak, dilin fonolojik ya­pısı üzerinde hâkim olup, sözün bir ritme uygun şekilde düzenlenmesini sağ­layacaktır. Müziksel anlatım, sözlü anlatımı etkileyecek ve dilin imkânları öl­çüsünde, sözün belli bir şekil kazanması sonucunu yaratacak ve sözlü olarak yaratım müzikle birlikte olduğu anda, büyük bir ihtimalle manzum bir sözün ve manzum bir anlatı eserinin ortaya çıkması sağlanmış olacaktır.

Müziğin getirmiş olduğu ritmik yapının, söz üzerindeki etkisi ve bir anlat­maya manzum şekil kazandırması, destanî yaratmaların hem oluşum, hem de öğrenim ve aktarım (ustadan-çırağa) özelliklerini de etkilemektedir. Her­hangi bir konuyu destanlaştırmak isteyen şair-destancı ve aynı zamanda mü­zisyen olan kişi için müzik büyük bir kolaylık sağlamakta, birkaç mısradan birkaç yüz veya birkaç bin mısraya ulaşan bir anlatı yaratılabilmektedir. Yara­tılan eserin öğreniminde de ilk olarak bir destanî eserin melodi yapısı veya yapılan öğrenilmekte ve daha sonra melodik yapıyla birlikte bu sözel yapı, tıpkı bir bebeğin dil öğrenmesinde olduğu gibi, kavranmakta ve sonuçta bü­tün metnin manzum olarak öğrenilmesi müziksel yapı üzerine oturtularak gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla, destan metinleri ezberlenmemekte, aşa­ma aşama belli bir sürede öğrenilmektedir (Lord 1960).

Manzum oluş, destan tanımının vazgeçilmez bir özelliği midir? Destanî eserlerin ilk örneklerindeki şekil göz önüne alınacak olursa evet, ancak elde­ki çeşitli destan metinlerine göre bir değerlendirme yapılacak olursa ve daha sonraki metinlerin şekil özellikleri de bu değerlendirmeye katılırsa hayır şeklinde bir cevap vermek mümkündür. Çünkü elimizde sadece manzum ola­rak yaratılmış destan metinleri yoktur. Yine metin merkezli bir yaklaşımla konuya bakacak olursak, elimizde bulunan destan metinlerinin sadece man­zum şekilde değil, manzum-mensur karışık veya mensur şeklin ağırlıklı oldu­ğu bir şekilde de yaratıldıklarını da görürüz. Bu konuyu bir sonraki terim olan "mensur destan” terimi içinde ele alalım.

 

Mensur destan

Manzum destan kısmında da ifade ettiğimiz gibi, bazı destan metinleri, örne­ğin; Battalname, Danişmendname ve Saltukname gibi destanlar, ağırlıklı ola­rak nesir anlatımın hâkim olduğu bir şekilde, yani çoğu kısmı mensur ve kıs­men manzum olarak yaratılmışlardır. Bu tür destanlardaki nazım kısımlar da çok güçlü bir nazım karakterinde değildir. Neden bu destanlar ağırlıklı olarak nesir hâlde yaratılmışlardır? Bu noktada çeşitli fikirler ileri sürmek müm­kündür. İlk olarak konunun etkili olabileceği düşünülebilir, ancak konuları dolayısıyla bu eserlerin nesir ağırlıklı oluşturulduklarını düşünmek doğru bir yaklaşım olmaz. Dinî kimliği ön plana çıkmış olan yöneticilerin, din adına yapmış oldukları mücadelelerin asıl konuyu oluşturduğu bu eserlerde, konu şekli etkilemiş olamaz. Çünkü hem Türk dünyasından hem de Batı dünyasın­dan dinî mücadelelerin ağırlıklı olarak veya kısmen konu edildiği manzum destanlar vardır. Örneğin; Manas Destanı'nda Müslüman Kırgızlarla, Budist veya "dinsiz” olarak adlandırılan Kalmuklar arasında kısmen dinî bir müca­dele söz konusudur ve Manas Destanı manzum bir destandır. Avrupa destan­larından La Chanson de Roland adlı Roland Destanı da dinî mücadeleyi esas alan bir konu üzerine kurulmuştur. Bu destanda, Hıristiyanlar ve onlara karşı duran ve "dinsiz” olarak adlandırılan "Saracenliler” arasındaki dinî bir mü­cadele konu edilmiştir ve konu bakımından İslamiyet sonrası Anadolu sahası destanlarının benzeri olan bu destan tamamen manzum bir şekilde yaratıl­mıştır (Burges 1990).

Konunun, şekli etkilemediği bir durumda, dönem mi etkili olmuştur? Yani, Battalname, Danişmendname ve Saltukname'nin daha geç bir dönemde yara­tılmış olmaları mı, bu eserlerin nesir ağırlıklı olmalarını sağlamıştır? Bu du­rum, belki konudan daha önemlidir. Toplumların belli bir gelişim ve yaşam tarzlarındaki değişim sonucu, bazı edebî yapıların ve türlerin temel özellikle­ri de kesinleşmiş olabilir. Nazım ve nesir şekil özelliklerinin edebî eserler içinde belli bir kullanım döneminden sonra, bir tür geleneğinin oluşması ve bunun sonucunda şeklin sabit bir durum arz etmesi kaçınılmazdır. Nazım ve nesrin bir edebî eser veya anlatıda nasıl kullanılacağı netleşmiş olup, örnek­lerin artmasıyla, belli bir türün şekli belirlenmiş olabilir. Ancak örnek olarak verilen ve ağırlıklı olarak nesir hâlde yaratılan yukarıdaki destanlarda b 1 du­rum söz konusu olamamıştır.

Konu ve dönemin şekli belirlemediği bir durumda, yani eski destanların sa­bitlenmiş kabul edebileceğimiz şekil özelliği nazım dururken, nesrin kulla­nılmaya başlanması ve nazıma çok az yer verilmesi konu veya dönemle ilgili değilse, bu eserlerin nesir olarak yaratılmalarında etkili olan nedir? Bu özel­lik tamamen bu eserleri "yaratanın kimliği” "yaratma amacı” ile ilgili görül­melidir. Destanî bir eser yaratmada şu yaratım yöntemlerinden bahsetmek mümkündür.

Bunlardan birincisi; müziksel ritm sağlayan melodi ve müzik aleti kullana­rak sözlü yaratımdır. Bir destanî eserin sözlü gelenekte yaratımında, müziksel ritim sağlayan melodi ve müzik aleti varsa, yaratılan eserin büyük ihtimalle tamamen "manzum” olarak yaratılmasının söz konusu olduğunu söylemek mümkündür. İlk destanların yaratımında izlenmiş olan ve daha sonra gele­nekselleşen yöntem bu olmalıdır.

İkinci yöntem ise; yine sözlü gelenekte, ancak melodi ve müzik aleti kulla­nımı söz konusu olmaksızın yaratımdır. Sözlü gelenekte melodi ve müzik ale­ti kullanımı söz konusu olmaksızın yaratılan eserin kısmen manzum ve yara­tıcısının şairlik kabiliyetine bağlı olarak, kısmen de mensur olarak yaratılma­sı söz konusudur. Bu durum da, manzum-mensur karışık bir eserin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bu tipteki yaratmalar daha geç bir dönemde yaratıl­mış olmalıdır.

Üçüncü yöntem ise; sözlü olarak yaratılmış destanî bir eserin, yazılı olarak yeniden yaratılması veya düzenlenmesidir. Yazılı olarak, nazım hâlde yaratıl­mış eski destanlar ise, muhtemelen sözlü gelenekten derlenip, yazıya geçiril­miş metinler olmalıdır. Bu yazıya geçirme veya yazılı olarak yeniden düzenle­me ve yaratma noktasında, eseri yazıya geçirenin "kimliği” ve "amacı” öne çıkmaktadır. Bunu daha geniş olarak, şöyle açıklamak mümkündür.

Sözlü gelenekte manzum olarak yaratılmış bir destanın yaratıldığı dili ko­nuşan, yani sözlü olarak ve manzum şekilde yaratılmış bir destanın yaratıldı­ğı dil, ana dili olan ve aynı zamanda şairlik kabiliyeti çok yüksek bir başka şa­ir tarafından bu eser yazıya aktarılıyorsa, eserin tamamı manzum şekilde ya­zıya geçirilebilir. Örneğin Firdevsî’nin Şehname adlı eseri veya Homer’in Odissey ve İlyada destanları bu türden yazılı destanlardır.

Sözlü bir destanî eseri yazıya geçiren kişinin ana dili, eserin dili ile aynı de­ğilse, yani yazıya geçiren kişi bir tür tercüme yapacaksa, fakat belli seviyede şairlik kabiliyeti de varsa, yazıya geçirilen destanın ağırlıklı olarak mensur ve kısmen de manzum bir şekilde yazıya geçirilmiş olması mümkündür. Battal- name bu tür bir destan olmalıdır. Çünkü orijinal anlatma veya Battalname'nin yaratımında kaynak olarak kullanılan anlatma Arapçadır. Türkçe olarak ve esas itibarıyla amaca bağlı kalarak böylesi bir anlatma oluşturmak isteyen ki­şi veya kişiler, Arapça şiirleri ve özellikle bir destanın hareketli kısımları olan aksiyonları şiir olarak çevirmede zorlanmış ve bu noktalarda nazım yerine, nesri tercih etmiş olabilirler. Çünkü böyle bir anlatmayı yazıya geçirmenin asıl amacı, belli bir dinî kişiliğin mücadelelerini aktarmaktır ve amaç birinci planda tutulduğunda, şekil önemini kaybetmiş ve eser ağırlıklı olarak mensur bir şekilde yazıya geçirilmiş olmalıdır. Bu konudaki örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bugün, Türk destanları hakkında bilgi veren Çin kaynaklarına veya Batılı kaynaklara bakıldığında, aslı nazım hâlde bulunan pek çok Türk destanının özet hâlde ve nesir olarak veya çoğunluğunun nesir, kısmen de na­zım olarak yazıya geçirildiğini görmek mümkündür.

Nesir ağırlıklı olarak yaratılmış diğer bazı destanlarda, örneğin Danişmendname ve Saltukname'de hâkim şeklin nesir olmasının sebebini açıklamak bi­raz daha zor olmakla birlikte, bize göre, en azından bu eserlerin yazarlarının sözlü Türk destan geleneğinden yetişen kimseler olmadıklarını söylemek mümkündür. Dahası, bu kişiler için örnek alınması gereken metinler, sözlü Türk destanları değil, Battalname gibi dinî konularda yaratılmış eserlerdir.

Bu eserleri yazılı olarak yaratanların, yazıya geçirecekleri din ulusunun başa­rıları hakkındaki oluşturacakları esere uygun, yazılı bir örneği tercih etmiş olmaları ve eserlerini nesir ağırlıklı olarak yaratmaları söz konusu olmuştur.

Muhtemeldir ki, İslami dönem Türk destanları adını verdiğimiz eserler, yeni bir şekil oluşturma konusunda ısrarcı olmamalarına rağmen, bu destanî eserleri yazıya geçirenler veya yaratanlar, ister tamamen yazılı olarak yaratmış olsunlar, isterse başka dildeki bir eserden kopya etmiş olsunlar veya esin kay­nakları başka bir eser olsun, kesinlikle müziksel ritmi sağlayacak melodi ve müzik aletinden uzak bir ortamda bu eserleri yaratmış olmalıdırlar. Burada oldukça karmaşık bir yaratma işlemini çok basite indirgediğimiz düşünülebi­leceği gibi, bu duruma ters düşebilecek örnekler de verilebilir.

Buradaki sözlerimiz, herhangi bir eserin nazım hâlde oluşunun veya nazım hâlde yaratılmasının mutlaka müzikle ilgili olduğunu düşündüğümüz veya sa­vunduğumuz anlamına gelmez. Tabii ki, divan edebiyatı geleneği içinde ve aruz ölçülerine bağlı olarak yaratılmış, uzun soluklu anlatı eserlerinin müzik­siz bir ortamda yaratılmaları mümkün olmuştur. Ancak bu eserlerin manzum olarak ve de müziksiz olarak yaratılmaları konumuz dışında kalmakta ve bu konudaki yaratma problemini açıklamak da bize değil, divan edebiyatı ile uğ­raşanlara düşmektedir.

Divan edebiyatı şairlerinin, örneğin Ali Şir Nevayi’nin hamse oluşturan mesnevilerini veya Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk adlı mesneviyi yazılı olarak ve manzum şekilde yarattıkları gibi örnekler verilebilir. Bu tür örnekler destanî şiirin melodi ve müzik aleti eşliğinde yaratımı olgusundan çok daha farklı bir yaratım işleminden geçirilmiş olmalılar. Her şeyden önce bu eserlerin yazılı olarak yaratımında şu temel unsurlardan bahsedilebilir. Birincisi yaratım sü­resi, İkincisi ise melodik yapı yerine kullanılan aruz vezni ve bu türde daha önce yaratılmış eserlerin varlığı ve son olarak da bu eserlerin dilini çok iyi bi­len bir şair kimliği.

Uzun süreli bir çalışma sonucunda şairlik kabiliyeti olan bir kişinin belli bir konuda ve belli uzunlukta bir eseri yazılı olarak yaratması kesinlikle müm­kündür ve bu yaratım sırasında melodik mırıldanma veya müzik aleti kullan­ma gereği olmayabilir. Yine bu tür bir yaratım çalışmasında şekli kesin olarak belirlenmiş bir ölçü kalıbına uygun eser yaratılabileceği gibi, klasik şiirin "mazmun” ve "ölçü (aruz)” kaynakları kullanılmak suretiyle hacimli bir anla­tı eseri manzum olarak yaratılabilir. Burada unutulmaması ve göz ardı edil­memesi gereken önemli noktalardan biri de, mesnevi türünün Türk edebiya­tına girmeden şekil özelliklerinin yerleşmiş olmasıdır ve bu türde örnek ve­recek olan Türk şairlerin, muhtemelen kendilerinden önce yaratılmış olan mesnevilerin tür özelliklerini ve veznin getirmiş olduğu nazım olarak bu tür bir eser yaratma zorunluluğunu görmüş ve öğrenmiş olmalarıdır.

Bu açıklamaları yeterli görmeyenler için daha başka örneklerle konuyu açıklayalım. Köroğlu anlatmalarının Anadolu ve Orta Asya örnekleri metin ve yaratıcıları bakımından ele alındığında şöyle bir resim ortaya çıkmaktadır: belli bir şairlik kabiliyetine sahip ve sözlü gelenekte bir müzik aleti veya melodi eşliğinde yaratılan veya aktarılan Köroğlu anlatmaları tamamen manzum veya nesir kısımları çok az olan anlatmalar hâlinde ortaya çıkarken, Anadolu sahasındaki âşık adıyla bilinen ve belli bir müzik aletini anlatım sırasında kısmen kullanan anlatıcıların anlatmalarının manzum-mensur karışık oldu­ğunu, hiç müzik aleti ve melodisi kullanmadan anlatım yapan Behçet Mahir gibi anlatıcıların tamamen mensur (içinde ancak çok az şiir bulunmaktadır) olarak anlatma yaptıklarını, şair-destancı ve anlatıcılardan bu anlatmaları öğ­renenlerin ise, tamamen nesir ve sadece ezberledikleri bir iki dörtlüğü man­zum olarak aktardıklarım söyleyebiliriz. Bu aktarıcıların, yaratmanın ilk şeklini bir şekilde örneklediklerini de söylemek mümkündür, Burada tartıştığımız temel konu nazım ve nesir arasındaki ilişkinin ne olduğu değildir. Bu iki edebî şekil arasındaki ilişki metin bağlamlı olarak ele alındığında, unutulmamalıdır ki, bizi her zaman farklı değerlendirmelere götürecek örnekler verilebilir. Ancak, destanî eserler söz konusu olduğunda, genel olarak nazımdan nesre doğru bir gidiş olduğunu söylemek mümkündür, Sözlü bir destanî eseri nesir olarak yazıya geçiren örneklerin yanında, nesir anlatmayı nazma çekecek kabiliyette sözlü gelenekte yetişmiş destan anlatıcılarının bulunması da her zaman söz konusudur. Nazım ve nesir arasındaki girintili, çıkıntılı ilişkinin sınırlarını tam olarak belirlemek, en azından metinlerden hareketle mümkün değildir. Bu ilişki en açık bir şekilde, bu eserleri yaratanların edebî kişiliklerinin çok iyi bir şekilde tespit edilmesiyle sağlanabilir. Bu noktada, nazım ve nesir şeklin destanlarda kullanımının başka bir boyutunu oluşturan "ölçülü nesir” terimini ele alalım,

 

Ölçülü nesir (prosimetrik) destan

Bu terim, manzum- mensur karışık olarak yaratılmış destanların nesir kısım­lan için kullanılmaktadır. Bir destanın nesir kısmının mümkün olduğunca şiir cümlelerine yakın bir şekilde yaratılması durumunda, böylesi nesir kısımlar için "ölçülü nesir (prosimetrik)” ifadesi kullanılmaktadır (Reichl 1992: 126-130).

Ölçülü nesir şekline sahip anlatmaların en tipik örneği Dede Korkut Kitabı’dır. Kitap içindeki her anlatma ve giriş kısmı tam nesir cümlelerinden çok, kullanılan iç kafiye ve aliterasyon vb. vasıtasıyla şiir cümlelerine oldukça ya-km bir şekilde oluşturulmuştur. Bu türden, ne tam anlamıyla nesir, ne de tam anlamıyla şiir cümlesi oluşturmayan metinler için ölçülü nesir teriminin kul­lanılması oldukça yerindedir.

Ölçülü nesir kullanımının veya bu şekilde bir anlatım yapmanın da bir önceki terim olan manzum ve mensur destan kısmında yer verdiğimiz "yaratma” problemi ve "yazıya geçirenin kimliği” ile yakından ilgili olduğu unutulma­malıdır. Dede Korkut Kitabı içinde yer alan anlatmaların ilk şeklinin kesinlik­le manzum olduğu, ancak anlatmaların yazıya geçirilmesi sırasında bu man­zum yapının kısmen bozulduğu, yazar ne kadar hassas olursa olsun, anlatma­ların tamamını manzum olarak yazıya geçirme gücüne sahip olmadığını ve bu sebeple de eserin manzum kısımlarının bir kısmı muhafaza edilirken, bir kısmının da ancak ölçülü nesir şeklinde yazıya geçirilmiş olabileceğini dü­şündüğümüzü belirtelim.

 

Büyük destan - küçük destan

Destanların tasnif edilmesi sırasında, bir destanın uzunluk ve kısalığına göre hangi kategoride yer alacağını veya alması gerektiğini belirlemek için kullanı­lan terimlerdir. Örneğin; Manas Destanı için "büyük destan” terimi uygun gö­rülürken, çoğu Altay destanı için "küçük destan” terimi uygun bulunmaktadır.

Gerçekten de Manas Destanı uzunluk bakımından dünyada bir benzeri daha olmayan bir Türk yaratmasıdır. 500 bin mısralık hacmiyle tek bir örnek olan bu destan kesinlikle bir istisnadır. Diğer taraftan Türk destanlarının hacim bakımından oldukça farklı boyutlarda olduğunu, Altaylardan Anadolu’ya doğ­ru gelindiğinde bu ölçünün kesinlikle her destan için değiştiğini, yine tek bir Türk boyunun sahip olduğu destanların bile hacim bakımından oldukça fark­lı uzunluk veya kısalıkta olduğunu görmekteyiz. Örneğin; Altay destanların­dan, yeni yayımlananca/Destanları (Dilek: 2,002,) adlı eserde buluna Samır Destanı 2660, Ak Taya Destanı 2040, Kökin Erkey Destanı 960, Altay Buuçay 1015, Malçı Mergen 800, Kozm Erkeş 1780, Közüyke 1945 mısra uzunluğa sahip­tir. Fazıl Yoldaşoğlu versiyonu olan Alpamış Destanı ise, nesir kısımlarıyla bir­likte 2,0.000 mısra-satırdan fazladır.

Balkan ve Rus destanlarına baktığımızda bu uzunluğun 1.000 ile 3.000 mıs­ra arasında değiştiğini, eski Yunan destanlarının ise 14 ile 15 bin mısra ara­sında bir uzunluğa sahip olduklarını, Avrupa destanlarının da, örneğin Roland Destanı 3.000, Beowolf Destanı 4.000 mısra oluşlarına bakılırsa, bir eserin destan olması için uzunluğun ölçü olarak alınamayacağı gibi, tasnif işinde de hacmin çok yararlı bir ölçüt olmayacağı anlaşılmaktadır.

 

Destancı

Farsça "destan” kelimesinden türetilen bu terim, Türk boyları arasında destanî bir anlatma yaratan, anlatan, aktaran ve yazıya geçiren anlamında olduk­ça yaygın bir kullanıma sahiptir. Şairlik kabiliyetine sahip olan ve genellikle sözlü destan geleneği içinde yetişmiş destancılar belli bir müzik aleti eşliğin­de destan yaratma ve anlatma işini gerçekleştirmektedirler. Destanları yazıya geçirenlerin ise, bir müzik aleti kullanımından çok, şairlik yeteneklerinin ön planda olduğu düşünülebilir.

Destancı terimi de tıpkı destan terimi gibi, belli ölçüde bir muğlâk kapsama sahiptir ve tam olarak hangi tip yaratıcı veya anlatıcıyı ifade ettiği belirsizleşmiştir. Ancak bu terimin en temel olarak "bir destanî anlatmayı bir müzik aleti veya melodisi kullanarak manzum veya ağırlıklı olarak manzum, kısmen de nesir olarak bir dinleyici kitlesi önünde irticalen icra edip, anlatan kişi” şeklinde tanımlamak yerinde olacaktır.

Bu açıklamalardan sonra, birbirleriyle ilişkileri yukarıda verdiğimiz tanım noktasında birleşen, ancak Türk boyları arasında farklı adlar alan destan an­latıcı ve yaratıcıları için kullanılan terimleri Kari Reichtin çalışmasından alıp, bir tablo hâlinde şöyle vermek yararlı olacaktır (Reichl 1992: 57-87)

 

Destan

Türk dünyası ve dünya genelinde tam olarak hangi şekil ve yapıda anlatmaları ifade ettiği günümüzde bir hayli belirsizleşmiş olan bu terim, sözlü ve yazılı olarak oluşturulmuş belli anlatmaları karşılamak için kullanılmaktadır. Bu makalenin birinci bölümünde bu terimin Farsçadan Türk lehçelerine geçtiği­ni, Aristo’dan günümüze kadar da pek çok tanımının yapıldığını belirtmiştik. Burada uzun uzadıya, şimdiye kadar yapılmış olan tanımları vermek ve her ta­nımın sahip olduğu bazı yetersizlikleri tartışmak gereksizdir. Bu tanımların bir listesini ve ayrıca anlatılar dışında halk şiirinde ve hatta divan şiirinde bir tür olarak kullanımını ve özelliklerini Şükrü Elçin vermiştir (Elçin 1967).

Destan teriminin daha yeni bir tanımını yapmak istersek hareket noktam sadece eldeki metinler olmamalı, yani bakış açımız metin merkezli bir yakla­şımdan kaynaklanmamalıdır. Destan tanımında, metni ve metni oluşturan şekil, konu vb. gibi unsurlar yanında, anlatıcı, anlatma yeri, anlatım şekli ve anlatım tarzını da ele alan "icra merkezli” bir bakış açısıyla konuya yaklaşmak daha yerinde olacaktır. Yine bu yaklaşıma fonksiyon (işlev) ölçütünü de eklemek gerekmektedir.

Kari Reichl metin özelliklerine ve icraya gönderme yaparak destanı şöyle ta­nımlamaktadır:

"Şiir halinde veya nazım ve nesir karışık halde bir anlatı, birden fazla epizodu içi­ne alacak bir uzunluğa sahip ve de şahsî sahneleri ayrıntılı olarak (tek kişilik ko­nuşmalar ve şiirlerle veya karşılıklı konuşmalar ve şiirlerle) anlatmaya izin veren bir anlatıdır. Bu şekil özelliklerinden daha önemli olan bir özellik ise ölçüdür.

Anlatmaya dayalı bir hadise olarak tarif edildiğinde destan, bir şölen havasın­da, usta bir şair-destancı tarafından (ve sadece ustaların anlattıklarından öğren­diklerini söyleyebilen çırak şair-destancılar tarafından) özel bir söyleyiş ve an­latış tarzıyla ve bir kural olarak da bir müzik aleti eşliğinde icra edilen bir anlat­madır. Bir dinleyicinin kafasında, onun bir destan dinleyip dinlemediği konusunda hiçbir zaman bir şüphe uyanmaz.” (Reichl 1992: 134)

Bu tanımda esas olarak şekil, yapı ve icraya gönderme yapıldığını görüyoruz. Destan kelimesinin kahramanlık ve aşk konulu anlatmaların her ikisini de içine alacak şekilde çok geniş bir şekilde kullanıldığını belirterek tanıma de­vam eden Reichl, daha iyi açıklama yapmak için "kahramanlık şiiri” ve "kah­ramanlık masalı” terimlerini de işin içine katar. Bütün bunların genel bir de­ğerlendirmesi yapılacak olursa, yukarıdaki tanıma ek olarak konu bakımın­dan da "bir kahramanlık konusunun, sonuçlan itibariyle bir kültürel grubun tamamını içine alacak bir konuda olması” şeklinde tanımı geliştirmek ve fonksiyon bakımından da "milli değerleri, şahsî değerlerin üstünde tutmayı benimseten anlatmalar” şeklinde tanımlamak mümkündür.

Sonuç olarak destan; bir millet veya toplumun hayatında derin bir iz bırak­mış olaylardan kaynaklanıp; çoğunlukla manzum, bazen de manzum-mensur karışık; birden fazla olayın aktarımına izin veren genişlikte-, usta bir anlatıcı tarafından veyahut da ustalardan öğrendiğini aktaran bir çırak tarafından, bir dinleyici kitlesi önünde bir müzik aleti eşliğinde ya da bir melodiyle anlatılan; sözlü olarak anlatılanlarından bazıları yazıya geçirilmiş; bir milleti veya top­lumu sonuçlan bakımından ilgilendiren bir kahramanlık konusuna sahip-, dinlendiğinde veya okunduğunda milli değerleri, şahsi değerlerin üstünde tutmayı benimseten sözlü veya yazılı edebi yaratmadır.

 

Türk dünyasında destan anlatıcıları

Yukarıda destan araştırmalarında kullanılan terimleri açıklarken üzerinde kısaca durduğumuz ve bir tablo hâlinde verdiğimiz Türk dünyası destan anla­tıcıları üzerinde daha fazla durulmalıdır. Bu nedenle, Türk destan anlatıcıla­rı arasında belli bir geleneğe sahip olanlar tanıtılmaya çalışılacaktır. Burada hemen vurgulanması gereken bir husus ise, Türkiye’deki araştırmalarda "halk hikâyesi anlatıcısı” olarak değerlendirilen "âşık ve meddah” geleneği­nin de, genel olarak Türk destanları değerlendirildiğinde, destan anlatım ge­leneği içinde ele alınması zorunluluğudur. Bu nedenle, en eskiden yeniye ve doğudan batıya Türk destan anlatıcılarının gelenekleri değerlendirecektir.

Türklerin yazıya geçmeden ve yazıya geçtikten sonra devam edip günümüze kadar gelen güçlü bir sözlü geleneği vardır. Türk sözlü geleneğinin ilk ürünle­ri genellendirilebilir özellikleriyle mitolojik, dinî ve sihri inanmalarla ilgili anlatmalardır. İşte bu ilk sözlü yaratmaların usta anlatıcıları "şaman”, "kam”, "baksı-bahsı-bahşı” ve "ozan” gibi adlar almıştır. Bu anlatıcılar çoğunlukla dinî görev ve kimlikleri bulunan anlatıcılardır (Köprülü 1986: 49-180).

Şamanizmin, konumuz dışında kalması ve bu konuda yeteri kadar araştırma bulunması sebebiyle bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz (Şamanizm ko­nusunda daha fazla bilgi için bk. İnan 1954; Eliade 1974). Ancak bu inanç sis­teminin temsilcileri olan şaman veya kamların daha sonraki destan anlatıcı­larının ataları veya ustaları olmaları ve şamanlıkla ilgili pek çok unsurun daha sonraki dönemlerde yetişen destan anlatıcıları tarafından tekrar edilmesi se­bebiyle şamanlardan burada kısaca bahsetmeyi yeterli görüyoruz.

Şamanların asıl görevleri dinî inançla ilgili olmakla birlikte, onların "sihir­bazlık, rakkaslık, musikişinaslık, hekimlik ve şairlik” görev ve özellikleri de bulunmaktadır. Şaman anlatmalarında ve şaman dualarındaki pek çok unsur­la, şamanlık ve mitik dönemdeki gökyüzü ve yeryüzündeki varlıklar hakkında- ki çeşitli motifler, şamanlardan sonra destan anlatma işini profesyonel olarak yürüten sanatçılar tarafından da kullanılmıştır.

Şaman ve destan anlatıcıları arasındaki ilişki hem şamanların ve hem de destan anlatıcılarının anlatım sırasında mutlaka bir musiki aleti çalmaların­dan başka şamanlarda ilk şeklini gördüğümüz şamanlığa giriş (initiation) ritüellerinin daha sonra bahşı, akın, âşık vb. adları alan destan anlatıcıları tara­fından tekrar edilmesinde de görülür. Şamanlığa girecek olan kişinin ölmüş şamanların ruhlarını vb. gibi şeyleri görmesi sonucu hastalanması ve hastalık sırasında veya öncesinde gördüğü hayal veya kendisine şaman olması gerekti­ği konusunda birtakım şeyler söylenmesi veya yaptırılmasıyla, günümüz des­tan anlatıcılarının gördüklerini söyledikleri bir destan kahramanı/kahra­manları veya dinî hüviyeti olan Hızır, pir, derviş, evliya vb. tarafından kendi­lerine verilen "bade, dolu” vb. olarak adlandırılan bir sıvıyı içmeleri sonucunda mesleğe girmeleri veya sanatlarına profesyonel anlamda başlamaları arasında ciddi bir benzerlik vardır (Bu konuda daha geniş araştırmalar için bk. Günay 1986; Başgöz 1966; Reichl 199?).

Özellikle Sibirya yöresinde yapılan etnografik ve folklorik araştırmalar so­nucunda Tunguzlar arasında "gılyak” adıyla bilinen şamanların hem dinî gö­revleri bulunduğu, hem de her türlü kahramanlığı konu eden mistik, epik, masal vb. şeyler anlattıkları tespit edilmiştir. Bu görevlere sahip olan şamaların, içinde yaşadıkları toplumların sosyal, ekonomik, kültürel ve dinî hayat­larının gelişmesi sonucunda, kahramanlık konularında yeni yaratmalar dü­zenlemek ve anlatma işini genel adı Türk lehçelerinde "destancı” olarak bili­nen anlatıcılara bırakmışlardır.

Şamanlıktan sonra çeşitli dönemlerde çeşitli din ve inanç sistemlerinin içinde yer alan Türk boylarında destan anlatıcıları için kullanılan terimler hakkında kısaca bilgi vermek ve bu sanatçıları çeşitli kaynaklara göre tanıt­mak yararlı olacaktır.

Kari Reichl Türk dünyası destan gelenekleri hakkında yaptığı araştırmada, destan anlatıcılarına geniş bir yer ayırmıştır (199?: 62-66). Reichl’ın çalış­masından yararlanarak onun çalışmasından özetle vereceğimiz tespitlere gö­re; Yakut veya Saha Türkleri arasındaki destan anlatıcısı "Olonghohut” adını almaktadır. Destanî şiir anlamına gelen "olongho” kelimesinden türetilen bu kelime, Kazak ve Türkmen Türkçelerinde "öleng” şeklindedir.

Altay Türkleri arasında destan anlatıcılarına "Gayçı” adı verilmekte olup bu kelime "hususi bir tarzda şarkı, türkü, şiir söylemek” anlamına gelen "gay” kelimesinden türetilmiştir.

Uygur Türklerinde destan anlatıcısını ifade etmek için kullanılan "destancı” kelimesi Özbek Türkleri tarafından da kullanılmaktadır.

Kırgız Türkleri, Sovyet dönemi öncesi ve sonrasında çok tanınan ünlü des­tanları Manas Destanı’ndan hareketle destan anlatıcıları için "Manasçı” adını kullanmaya başlamış olup, bu terim Manas anlatıcıları için günümüzde de kullanılmaktadır. Sovyet dönemi öncesinde ise, destan anlatıcısı için Kırgız Türkleri arasında kullanılan terim "comokçu”dur. Bu kelime kahramanlık destanı anlamına gelen "comok” kelimesinden türetilmiştir.

Karakalpak Türkleri arasında destan anlatıcılarının bir tipi "j/cırav” adını alır. Kahramanlık destanı, şarkı, türkü anlamlarına gelen "jır, ır/yır” kökün­den türetilen bu kelime Kazak Türkçesinde de kullanılmaktadır. Bu kelimey­le ilgili olarak Eski Türkçede "ır/yır” ve Tırçı/yırçı” kelimelerinin de "şiir” ve "şiir söyleyen” anlamlarında kullanıldığını belirtelim. Bu kökten türetilen "ırçı” kelimesi Kırgız Türkleri tarafından günümüzde de kullanılmaktadır.

Kazak Türklerinde destan anlatıcısı "akın” adını alır ki, bu kelimenin "ha­tip, öğretici, duacı” anlamlarına gelen Farsça "akun, ahun” kelimesiyle ilgili olduğu iddia edilmektedir. Akın kelimesinin Türkçe "akmak” fiilinden türetildiği de iddia edilmektedir. Akın kelimesi Kırgız Türkçesinde de "irticalen şiir söyleyen şair” anlamında kullanılmaktadır.

Özbek Türkleri arasında "destancı” teriminin kullanılması yanında, irtica­len şiir söyleyen ve destan anlatanlara saygı kavramını da ihtiva eden "şair” kelimesi kullanılmaktadır. Örneğin Polkan Şair, İslam Şair vb. gibi. Özbek Türkleri arasında "bahşı” kelimesinin de kullanıldığı ve bu kelimenin Türk­men ve Karakalpak Türkleri arasında da özellikle destan anlatıcıları için kul­lanılan bir terim olduğunu belirtelim. Bahşı kelimesi esas itibarıyla şamanlıkla ilgili olup, eski Uygur Türkçesinde "bilim adamı, öğretmen veya Budist öğretmen” anlamlarında kullanılmıştır. Bahşı kelimesi Moğolcada "bagşi” ve Tunguzcada "paksi” şeklinde bulunmaktadır. Kelimenin eski Çince "pakşı” modern Çince "boshi” kelimeleriyle de ilgisi olduğu sanılmaktadır. Özbek, Türkmen ve Karakalpaklar arasında bahşi kelimesi "destan anlatıcısı” anlam­larında kullanılırken, Kazak ve Kırgız Türkleri arasında en eski anlamını ko­rumakta olup, yine şamanlıkla ilgili olup "şaman, büyücü, falcı” anlamında­dır. Görüldüğü gibi, şaman ve destan anlatıcısı arasındaki ilişki sadece mes­leğe başlangıçta değil, aynı zamanda kullanılan terimlerde de çeşitli şekillerde kendini göstermektedir.

Özbekistan’ın Surhanderya bölgesindeki bazı destan anlatıcıları için "yüz­başı”, Oş bölgesinde "sâgi” ve "sazânde”, Fergana vadisinde ise bahşı terimi yanında "sanavçı” kelimeleri kullanılmaktadır.

Tatar Türkleri arasında destan anlatıcısı "sasan” veya "şeşen” adını alırken, Başkurtlar arasında "susan” adını almaktadır.

Batı Türkleri’nin en eski destan anlatıcıları "ozan” adını alır. Bu kelime- ninusta” anlamına gelen "uz” ile aynı kökten türetilmiş olduğunu veya başka bir dilden Türkçe’ye girdiğini söyleyen görüşler bulunmaktadır. Günümüz Azeri ve Anadolu Türklerinde ise destan ve hikâye anlatıcıları "âşık” adıyla bi­linir ve bu kelime "sevgi, aşk” anlamına gelen Arapça "ışk” kökünden türetil­miştir. Âşıklar destan ve hikâye anlatımı yanı sıra çaldıkları müzik aleti eşli­ğinde lirik şiirler de söylerler. Bu da onların bir başka önemli özelliğidir. Özel­likle Türkiye Türkleri arasında hikâye/destan anlatıcılarının bir başka tipi için kullanılan olan bir başka terim ise "meddah” kelimesi olup, günümüz Türki­ye’sinde son temsilcileri de artık mesleklerini icra edemeyecek kadar yaşlıdır.

Yukarıda isimlerini saydığımız destan anlatıcılarından bazıları hakkında günümüzde yapılan yeni araştırmalar ışığı altında daha geniş bilgi vermek gerekmektedir. Bu amaçla doğudan, batıya doğru destan anlatıcılarından bahşı, jırav, akın, âşık ve meddah adını alan anlatıcıları daha ayrıntılı olarak tanıt­mak gerekmektedir.

 

a. Bahşı/Baksı

Fuat Köprülü bahşı kelimesini ve bahşılık geleneğini oldukça geniş bir şekil­de araştırmış ve destan yaratıcısı ve anlatıcısı olan bu sanatçının Tunguzlarda; şaman”, Moğol ve Buryatlarda, "bo” veya "bugue”, Yakut Türklerinde; oyun”, Altay Türklerinde; "kam”, Samoyetlerde; "tadibei”, Finovalılarda "tietoejoe” (bakıcı), Kırgız Türklerinde; "baksı-bahşı”, Oğuz Türklerinde; "ozan” adıyla anıldıklarını ve bahşıların en eski Türk şairleri olduklarını be­lirtir (Köprülü 1986:145-156). Köprülü, yapmış olduğu araştırmalarda bahşıların Kırgız, Kazak ve Türkmen Türklerinde mevcut olduğundan bahsederken kelimenin eskiliğine ve şamanizmle olan ilişkisine dikkat çeker. Fuad Köprülü’nün araştırmalarında dikkat çeken husus, baksı veya bahşının çeşitli Türk boylarında yaşamış veya yaşayan bir anlatıcı olduğundan bahsederken, Özbek Türkleri arasında yaşadığından bahsetmemesidir. Hâlbuki bahşı/baksı keli­mesini ve geleneğini bir destan anlatıcısı tipi olarak günümüzde Özbekistan ve Türkmenistan’da bulamaktayız. Bu sebeple bu ülkelerde bulunan bahşılardan ve günümüzde sahip oldukları geleneklerinden konumuzla ilgili olması sebebiyle bahsetmek istiyoruz.

Türkmen sözlü anlatı geleneği içinde destanî anlatıların özel bir yeri vardır ve bu da destan geleneğini yüz yılardır sürdüren bahşılardan kaynaklanmak­tadır. Türkmenler arasında söylenen "Her işin vagtı yakşıdır, toyun gelişigi bagşıdır. (Her iş vaktinde güzel toy, düğünün de yakışığı ve güzelliği bakşıdır) ” sözü Türkmen Türklerinin bahşılara verdiği önemi ifade eder. Türkmen bahşıları başta Köroğlu olmak üzere çeşitli Türk destan ve hikâyelerini anlata­rak bu eserleri günümüze ulaştırmışlardır. Türkmen bahşıları anlattıkları destanların yanı sıra 18.-19. yüzyıl Türkmen şairlerinin şiirlerinin de halk arasında yayılmasında çok etkili olmuşlardır (Karnev 1968: 126-157).

Türkmenistan’da bahşılık geleneğinin geçmişi hakkında çok fazla bilgi mevcut değildir. Konuyla ilgili en geniş bilgi 19. yüzyılda Türkmenistan da dâhil olmak üzere bütün Türkistan’ı dolaşan Armin Herman Vambery’nin kayıt­lan arasında bulunur. Vambery, seyahatine dair yazdıklarında "Türkmenler için en büyük zevk, bahşının gelişi ve dutar eşliğinde Köroğlu veya Mahdum Kulu türkülerini icra etmesidir.” der (Karnev 1968: 126).

Türkmen bahşıları genellikle "termeci bahşılar” ve "dessançı bahşılar” ol­mak üzere iki guruba ayrılırlar. "Termeci bahşılar” az, çok eğitim görmüş ve "dessançı bahşıların” bulunmadığı yerlerde Köroğlu veya diğer Türkmen des­tanlarını icra eden, halk tarafından "kıssacı” olarak da anılan anlatıcılardır. "Kıssacıların” adlarının başına "molla” sıfatı da eklenir. Örneğin-, Molla Ne- pes, Molla Puri en usta "kıssacılar”dandır (Arslan 1997: 7; Karnev 1968:128). Bazılarının "okuyucu” oldukları da kayıtlı olan bu "kıssacı” anlatıcılar yaratı­cılıktan uzak, daha çok usta anlatıcılardan öğrendiklerini veya yazdıklarını anlatan veya okuyan yarı usta anlatıcılardır. Dolayısıyla bunların görevi "yaratıcılık”tan çok "nakledicilik’te ilgilidir.

Köroğlu Destanı başta olmak üzere, Türkmen sözlü geleneğindeki diğer des­tanları yaratan, geliştiren, değiştiren ve yayan esas anlatıcılar ise "dessançı bahşılar”dır. Yaratıcı kabiliyetleri ile destan anlatımının profesyonel ustaları olan bu bahşılar sanatlarını esas itibarıyla küçük yaştan itibaren çırak olduk­ları ustalarından öğrenip kendileri olgunluk çağına ulaştıklarında kendi sanatçılık anlayışlarıyla geleneği devam ettiren kişilerdir. "Dessançı bahşılar”ın en belirgin özelliğinin "yaratıcılık” ve "nakledicilik” olup, yüzyıllardır devam edip gelen destan anlatma geleneğinin esas sahipleri onlardır.

"Dessançı bahşılar” anlattıkları destanı manzum ve mensur karışık bir şe­kilde anlatırlar. Onların anlatmaları ve söyledikleri şiirler bazen gece boyun­ca ve hatta birkaç gün boyunca da eder. Bahşılar bu anlatmaları düğün, toy vb. özel günlerde veya kutlamalarda icra etmektedir.

Günümüzde tespit edilen Türkmen bahşı geleneğinin bir başka özelliğine göre; bahşılar yanlarında bir veya iki müzisyen bulundurur ve bunlar "dutar”, "gıdyak” gibi telli çalgı veya "tuyduk” gibi nefesli çalgı çalarlar. Bahşı da mü­ziğin ritmine uygun olarak şiirlerini söyler ve destan anlatımını gerçekleşti­rir. Bahşılar, dinleyiciler tarafından alkış, dua ve maddi bazı hediyelerle ödül­lendirirler (Mirzayev 1979: 34-37).

Yüzyılımızda yetişen ünlü Türkmen bahşıları arasında Pelvan Bahşı, Nazar Buga Bahşı, Sapar Bahşı, Bubacan Bahşı, Beyana Bahşı’yı sayabiliriz. Bunların çoğu hakkında pek fazla bilgi bulunmamakla birlikte, Pelvan Hoca adıyla da bilinen Pelvan Bahşı 1890 yılında Tagta kasabasında doğmuş, 49 yaşındayken, 1939’da vefat etmiştir. Bahşılar soyundan gelen Pelvan Bahşı, Babası Ata Hoca’nın bildiği söylenen kırk dört Köroğlu kolundan yirmi birini öğrenebilmiştir. Köroğlu dışında başka destanlar da anlatan Pelvan Bahşı atalarının dutar eşliğinde söylediği Köroğlu Destam’nı, yanında bulundurduğu "gıdyak” adı verilen bir müzisyenin eşliğinde icra etmiştir. Pelvan Bahşı’dan çeşitli dö­nemlerde derlemeler yapılmış ve bunlar Baymuhammed A. Karrıev tarafın­dan yayımlanmıştır (Karrıev 1968).

Türkmenler arasında olduğu gibi, Özbeklerde de bahşılık geleneği oldukça yaygın ve canlıdır. Özbekler arasında destan (Özbek Türkçesinde bu terim hem epik anlatmaları, hem de aşk konulu trajik-lirik anlatmaları karşılar) anlatıcıları bahşılardır. Özbekistan’daki bahşı geleneğini diğer Türk boyla­rından ayıran ana özellik, onların belli mekteplere ayrılmalarıdır.

Özbekistan’daki bahşılık geleneğinin "mektep” terimiyle karşılanması, bahşılarm "ustadan çırağa uzanan bir silsile vasıtasıyla takip edilebilen sem­bolik ilişkisini” ifade etmek içindir. "Destancılık mektebi” fikri Özbek sözlü geleneğinde özel bir yer işgal eder. Hadi Zarifin kendisinden derleme yaptı­ğı Özbek bahşı Bekmurad Corabayoğlu, Köroğlu dairesi içinde yer a\an Avaznin Arazı (Ayvaz’ın Hakarete Uğraması) adlı destanın sonunda mensubu oldu­ğu "mektebi” çok canlı bir şekilde şöyle tasvir eder:

Bu tarzda Avaz anlatıldı.

Karakalpak’ta Halmurad bahşı tarafından.

Bu tarz Halmurad bahşıdan kalandır.

Cankut bahşı bu tarzı ondan öğrenmiştir

 

Goroğlu, Avaz Han’ın tarifini insanlar arasında her zaman yaymıştır.

 

Avaz’ı başkaları da anlatır, fakat

Onların söyledikleri sözlerin hepsi yalandır.

Bunun sebebi onların bir ustası olmamasıdır.

Onlara, "bunu şöyle anlat” diye bir usta ders vermemiştir.

Her ne kadar söyledikleri söz Avaz olsa da;

Söylediklerinin çoğu anlamsızdır-,

Cankut’un çırağı Kurban şairin,

Sözleri çok uzak yerlere kadar yayılmıştır.

Kazaklar, Karakalpaklar, Türkmenler, Özbekler

Ve hatta Tacikler onun sözleriyle kendilerinden geçmiştir.

(...)

Kurban şairin ne söylediğine bakıp,

Ben onun yanından tan vaktine kadar ayrılmadım.

Bu destanlar kaç defa anlatılıp geçti;

Sık sık anlatılarak gelişip olgunlaştı.

Ben Kurban şairin sözlerini dinledim,

Onun söylediği sözler gönlüme yazıldı (Zarifov 1965: 122)

Kari Reichl’in tespitlerine göre, Bekmurad Corabayoğlu, Nurata bölgesindeki Çotır köyünden olup, Semerkand eyaleti sınırlarında kalan "Nurata Mektebi”ne mensuptur (Mirzayev vd. 1979: 44-46). Kendisinin de belirttiği üzere, Bekmurad’ın ustası Kurban Şair’dir. Kurban Şair in ustası Cankut Bahşı ve onun us­tası da Halmurad Bahşı’dır. Burada enteresan olan durum ise, Halmurad ve Cankut bahşıların Karakalpak "jıravı” olmalarıdır (Reichl 1992: 70-71).

Yukarıdaki şiirden de anlaşılacağı üzere, Kurban Şair sadece Özbekler arasında değil, Kazaklar, Karakalpaklar, Türkmenler ve hatta Tacikler arasın­da da tanınmaktadır. Bütün bunlar, farklı adlarla anılsalar bile, esas itibarıy­la Türk dünyasındaki destan anlatma geleneğinin ve ustalarının aynı kaynak­tan geldiklerini göstermekte ve destanların çeşitli Türk boyları arasında nasıl gelişip, yayıldığını da çok iyi açıklamaktadır.

Burada vurgulanan bir başka özellik daha dikkat çekmektedir. Bu özellik de; destan geleneğinin esas sahiplerinin profesyonel bahşılar olduğu ve bu bahşıların geleneği ustalarından öğrenerek devam ettirdikleridir. Buna bağlı olarak, usta-çırak ilişkisinin yaşadığı ve güçlü olduğu yerlerde Türk destan­larının oldukça renkli ve canlı olarak anlatılmasına karşılık, usta-çırak iliş­kisinin zayıflaması ve bundan dolayı destancılık geleneğinin zayıfladığı yerler­de, bu destanların kısa pasajlar veya parçalar hâlinde anlatılması söz konusudur.

Geleneğe göre usta-çırak ilişkisi sadece destan icrası sırasında bir arada bulunmayla sınırlı değildir. Usta bir anlatıcı (üstaz) bir çırağı (şagird) kendi evinde barındırır, ona evinde destan icra sanatını öğretir ve çırak da ustasına destan anlatımı dışında ev ve tarım işlerinde yardım eder. Çırağın olgunlaş­masıyla birlikte halkın önünde şiirler (termeler) söylemesine, bir destanın bazı bölümlerini anlatmasına izin verilir ve bu eğitim dönemi, çırağın bir destanı, halk önünde, bütünüyle ve başarılı bir şekilde anlatabilmesine kadar devam eder. Halk önünde başarılı bir anlatım gerçekleştirebilecek seviyeye gelen çırağa, ustası bir takım elbise, bir "hilat” ve bir "dombra” veya "dutar” hediye edip, onun, kendi başına geleneği sürdürebileceğini ve usta olduğunu belirtip, icazet verir (Jirmunski vd. 1947: 35-37; Mirzayevvd. 1979: 34-37) Bir Özbek bahşının repertuarı yaklaşık beş ile on destandan oluşur, fakat eski bazı bahşılar otuz, kırk destanı repertuarlarında tutmuştur. Bunlardan Polkan Şair repertuarı en zengin olanlar arasında sayılır.

Özbekistan’daki bahşılık mektepleri arasında Nurata Mektebi dışında diğer bazı "Bahşilik veya destançılık mektepleri” de vardır. Bulungur bölgesindeki en meşhur mektep, Fazıl Yoldaşoğlu’nun adıyla anılan mekteptir. Özbek kah­ramanlık destanlarını, özellikle Alpamış vb. hususi bir söyleyişle geliştiren Fazıl ve öğrencileri Fazıl’ın babası Muhammed Şair Yoldaş Bülbül’ün açtığı çığırda yol almaktadır.

Diğer önemli bir mektep ise "Korgan Mektebi”dir (Buhara bölgesinde). 19. yüzyılda yirmiden fazla destancının yaşadığı söylenen bu bölgede yetişen önemli isimlerden bazıları Ergaş Cumanbülbüloğlu, (1868-1987) ve Muham­med Canmuradoğlu Polkan’dır (1874-1941).

Özbek destanlarının çoğu Ergaş Gumanbülbüloğlu’ndan derlenmiştir. Diğer bazı bahşı mektepleri ve önemli temsilcileri ise İslam-Nazaroğlu, Kaşkaderya bölgesindeki Kamay mektebi mensubu, Güney Özbekistan’daki Şerabat mektebi, ki bu mektep Güney Tacikistan’da etkilidir ve Güney Tacikistan’daki Özbek Lagay mektebidir (Mirzayevvd. 1979: 50-56).

 

b.   Jırav/Cırav

Keichel’inyaptığı araştırmaya göre; "jırav” veya "jıravlık geleneği” günümüz­de daha çok Karakalpaklar arasında mevcuttur. Ancak bu gelenek Karakalpakların coğrafi konumundan dolayı Kazaklar arasında da yayılmıştır. Diğer taraftan Karakalpaklar arasında bahşılık geleneği de mevcut olup, jırav ve bahşılık gelenekleri çoğu yerde iç içe geçmiş durumdadır.

Jırav ve bahşılık geleneğinin Karakalpaklar arasında ayırıcı iki temel unsuru vardır. Bunlardan birincisi bu iki gelenek mensuplarının-, yani jırav ve bahşı geleneklerinin, icra sırasında kendilerine eşlik etmede kullandıkları müzik aletleriyle ilgilidir. Jırav; at kılından yapılan kopuz benzeri, keman tipinde bir müzik aleti kullanırken, bahşı ise iki telli dutar kullanır.

Bu iki tip anlatıcıyı ayıran ikinci ve esas özellik ise, söyledikleri veya anlattık­ları destan tipi ve onların bu destanları farklı şekillerde anlatmalarından kay­naklanır. Karakalpaklar arasında jıravlar "kahramanlık karakterinde destan yaratmaları anlatırlarken, bahşılar daha çok romantik, aşk konulu anlatmalar üzerinde uzmanlaşırlar. Ancak bahşıların bazılarının kahramanlık konulu destanî yaratmaları bildikleri ve bunun da onların jıravların yanında yetişmeleri veya jıravların etkileri sebebiyle olduğu da bilinmektedir. Fakat aşk ve kahra­manlık konularını ihtiva eden anlatmalar arasındaki fark bazen çok az olduğu için bu iki tip anlatıcının birbirinden çok uzak olmadıklarım da söyleyebiliriz.

Bugün Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’da destan geleneğinin çok canlı bir şekilde yaşaması ve bazı destanların bütün bu Türk boyları arasında ortak olmasında Karakalpak jıravlarının çok büyük bir etkisi olduğu iddia edilebilir. Çünkü sanatçılık karakterlerinin temeli olan "yaratıcılık” özelliğine sahip Karakalpak jıravlarının yaşadıkları coğrafi bölgenin de katkısı, yani on­ların Orta Asya Türk boyları arasında bir geçiş noktasında bulunmasından dolayı, yarattıkları ve sürekli geliştirdikleri destanları, Orta Asya’daki bütün Türk boyları arasında yayma şansına sahip olmalarını sağlamıştır. Bugüne kadar ulaşan destan metinlerinin anlatıcıları ve onların ustalarının kimlik­lerine bakıldığında, çoğu anlatıcının Karakalpak jıravlarıyla veya jıravlık geleneğiyle ilgili olduğu görülür ki, bu da yukarıdaki tezi doğrular.

Karakalpak jıravları bugünkü jıravlık geleneği temsilcilerinin bize verdiği bilgiler doğrultusunda iki ana gruba ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi "Sopaslı Sıpıra-jırav mektebi” ve İkincisi de "Jien Tagay mektebi”dir. Birinci guruptakiler Amuderya bölgesi olarak bilinen "Aşağı Karakalpak Jıravlık geleneği”ni oluştururlar. Bu mektep mensupları Harezm Özbekleri, Türk­menler ve Kazakların destan anlatıcıları, destan gelenekleri, dil, icra tarzı ve repertuvarlarım etkilemiş ve bu özellikleri sayesinde de diğer Türk gelenek­leriyle aralarında çok yakın bir benzerlik oluşmuştur. İkinci gurupta ise 18. yüzyıl ortasında yaşadığı kabul edilen Jien Tagay Jırav’a bağlı olan jıravların "Yukarı” Karakalpakistan’da oluşturdukları gelenek yer alır. Aral gölü kıyılarındaki bu mektebin mensupları da gerek Kazak ve Türkmen ve gerekse Özbek destan geleneklerini etkilemiş ve onlarla az veya çok benzerlik oluş­masını sağlamışlardır.

Jırav terimi Kazaklar arasında da kullanılmıştır. Ancak bu terimin günümüz Kazak Türkçesinde ve Kazak sözlü geleneğindeki anlamı oldukça daralmıştır. Eski kullanımında kahramanlık destanları anlatan kişi olarak bilinen jırav, günümüz Kazak sözlü geleneğinin sadece batı bölgesinde mahalli bir terim olarak kullanılmaktadır. Terim, belli bir gurup Kazak sözlü destan anlatıcısını ifade etmek için Aktübinsk, Kızılorda ve batı Kazakistan’ın daha başka şehir­lerinde hâlâ mevcuttur. Diğer taraftan Kazaklarda jıravlığın 17.-18. yüzyıllar­da oldukça önemli bir meslek ve mevki olduğu, jıravların hanlara danışman­lık yaptıkları da bilinmektedir. Örneğin Abılay Han’ın (1711-1781) sarayında yaşamış olan Bukay Jırav (1693-1789) Han’a danışmanlık görevinde bulun­muştur. Bukay Jırav, destan anlatıcılarının eski Türk geleneğindeki yerini gösteren oldukça enteresan bir örnektir.

 

c.Akın

Kazak Türkleri arasında bahşı terimi "Bagsı” şeklinde daha çok "şaman büyücü ve falcı” anlamında kullanılırken ve jırav terimi de anlam daralmasına uğrayıp sadece belli bir bölgede yaşarken, Kazakistan’da günümüz destan an­latıcılarını ifade eden terim "akın”dır. Yukarıda da belirtildiği üzere bu terim Kırgız Türkleri arasında da irticalen şiir söyleyen şair anlamında kullanıl­maktadır Bu terimin ifade ettiği anlamın kesin çizgilerini belirlemek zor olsa da, akın terimi genel anlamda Türkiye Türkçesindeki "şair” kelimesinin en geniş şeklini ifade eder. Bu sebeple, akın kelimesi şair karşılığında ve destan anlatıcısı anlamında Kazaklar ve Kırgızlar arasında oldukça yaygın bir kul­lanıma sahiptir.

Sözlü gelenekteki "irticalen şiir söyleyen sanatçı” kavramını çok dar an­lamda ifade eden akının, çeşitli akınlar göz önüne alındığında hem yaratıcı hem de başkalarının anlattıklarını tamamen ezberleyerek anlatan sanatçı ol­duğu düşünülebilir. Ancak bu durumda da akının konumunu daha iyi anlayabilmek için Kazaklar arasındaki diğer sanatçılarla, yani "jırşı” ve "öleng-şi” adındaki sanatçılarla, akını karşılaştırmak gerekir. Buna göre jırşı ve ölengçiler ezberleyen ve aynen tekrar eden, irticai gücü olmayan, yaratıcılıktan uzak sanatçılar olarak karşımıza çıkarken, akın belli oranda yaratma ve irticai gücü olan destan anlatıcısı olarak kabul edilebilir. Ancak akınların "aytıs” gibi irticâlen söylenen şiir ve destanî şiirler düzenleyen sanatçı kimlikleri yanında, ustalardan ezberledikleri şiirleri aynen tekrar ettikleri de unutulmamalıdır.

Akınlar destanlarını genellikle manzum olarak anlatırlar ve anlattıklarına "Dombira” adını verdikleri müzik aleti ile eşlik ederler. Akınlar günümüzde       daha çok toy, düğün ve daha başka özel gün ve törenlerde çalıp söyleyen ve bu ütür toplantılarda destan anlatan Kazak halk sanatçılarıdır. Akınlık geleneğinin Kazakistan’daki en meşhur temsilcisi Jambıl Jabayev’dir (1846-1945) (Akın ve akınlık geleneği hakkında daha fazla bilgi için bk. İsmailov 957: 47; Kunanbaeva 1987:101-110. Jambıl Jabayev hakkında daha fazla bilgi için bk. Jambıl 1996).Akınlık geleneği sadece Kazakistan ve Kırgızistan’da değil, aynı zamanda ,      Doğu Türkistan’da yaşayan Kazak ve Kırgızlar arasında da mevcuttur. K. Reichl, Doğu Türkistan’da yaşayan alanlardan bazılarıyla tanışma ve kendisini dilerinden derleme yapma şansına sahip olmuş ve bu akınların Doğu Türkistan’daki geleneklerini de gözleme imkânı bulmuştur (Reichl 1992: 81-82).  

                                                                                                   

Türk destanlarının tasnifi

Türk destanları hakkında yapılan araştırmalarda, Türk destanları genellikle "İslam öncesi ve İslam sonrası” şeklinde kronolojik bir sıralamaya göre sınıf­landırılmaktadır. Ancak, böylesi bir tasnif eldeki destan metinleri ve hâlen yaşamakta olan destan geleneklerine sahip çeşitli Türk boyları göz önüne alındığında tatmin edici bir sonuç vermemektedir. Bunun yerine, her Türk boyunu esas alan ve Türk boyları arasında ortak olan destanlara göre genel bir tasnif yapmak yerinde olacaktır. Buna göre

1.Türk boyları arasında ortak ola­rak sahiplenilen ve bilinen destanlar: Oğuz Kağan ve Dede Korkut, Alpamış Destanı, Köroğlu Destanı gibi yaratmalar ortak Türk destanları olarak değer­lendirilirken,

2. Sadece bir Türk boyu tarafından sahiplenilen bilinen Türk destanları; Manas Destanı, Kırk Kız Destanı, Ötegen Batır Destanı, Battal Ga­zi Destanı, Danişmend Gazi Destanı gibi destanları da belli Türk boylarına ait destanlar olarak değerlendirmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Bu tasnif dışında, Türk destanlarını konuları bakımından "kahramanlık ko­nulu” ve "aşk konulu” olmak üzere tasnif etmek mümkündür. Ancak, böylesi bir tasnif yapabilmek için bütün Türk destanlarının metinlerini incelemek ve bir konu dizini oluşturmak gerekir. Bu dizin elde olmadan hangi destanın kah­ramanlık veya hangi destanın aşk konulu olduğunu genellemelerle sınıflandır­mak uygun değildir. Yine bazı destanların içerik özelliklerinde bulunan çeşitli tarihsel olgu veya karakter benzerliklerinden hareketle destanları "arkaik”, "tarihî ’ ve "yeni” gibi tasniflerle tabi tutmak yersiz ve gereksizdir. Her ne ka­dar bazı destanlar konularını aldıkları tarihi olay ve kişileri çok açık bir şekil­de gösterseler bile, çoğu destanda içinde eski ve yeni pek çok unsur bulunabi­lir. Bu durumda da yapılan tasnifin tutarlılığı tartışma konusu olacaktır.

Metin Ekici, Epik Dönem Destanlar, Kültür Bakanlığı Yay. Türk Ed.Tarihi, cilt:1 sayfa:81-109

 

 İLGİLİ İÇERİK

DESTANSI ANLATIMA ÖRNEK METİNLER

10.SINIF DESTANSI (EPİK) ANLATIM SLAYTI

DESTANLAR

TÜRK DESTANLARI

DESTAN (MANZUM) ÖRNEKLERİ

DESTAN

SON EKLENENLER

Üye Girişi