Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

FİRDEVSİ VE ŞEHNAME

Firdevsî 10. yüzyılda İran'ın Tus bölgesinde yaşamış, en büyük İran şairi sayıl­maktadır. İran'ın İslâmlıktan önceki uzun ve efsaneli tarihini incelemiş, eski Hint-Pers kaynaklarına bağlı İran mitologyasını (esatir) göz önüne almış ve bil­hassa halkın yaşatmakta olduğu efsane, menkıbe ve rivayetleri toplayıp düzenle­yerek 60 bin beyitlik Fars destanı Şehnâme'yi vücuda getirmiştir. Şehname, o de­vir İran hükümdarı, Türk soyundan Gazneli Mahmut'a sunulmuştur. Firdevsî'yi bu eseri yazmak için, maddî ve manevî her bakımdan destekleyen de Sultan Mah­mut'tur.

Şehname, epik mesnevi şeklinde ve aruzun Feûlün feûlün feûlün feûl kalıbıy­la yazılmıştır. Eski İran-Turan hükümdarlarının efsaneli ve çok maceralı tarihle­rini, cihangirliklerini anlatmıştır. Destanda en çok eski İran-Turan (Fars-Türk) sa­vaşları ve münasebetleri üstünde durulur. Türk (Saka) kağanı Alp Er-Tunga (bu­rada Efrasiyab) Şehnamenin baş kişilerinden biridir.

Şehnâme'de İran'a ait olan her şeyin iyi, üstün ve eşsiz tutulduğu görülür. Çünkü Firdevsî büyük bir milliyetçidir. Bu yüzden eseri İran kültür ve medeniye­tinin temel taşı olmuştur. İran'da Şehname kadar sevilen ve okunan bir eser gös­terilemez. Fars mitologyası, Şehnâme'de adeta millî bir inanç halinde yaşatılmak­tadır. Son çağlara kadar şairler, ressamlar, folklorcular ve bale uzmanları da on­dan faydalanarak yeni eserler yapmışlardır. Tahran'ın büyük binalarında, otelle­rinde Şehnâme'ye ait tasvirler, beyitler görülür. İran radyoları her gün, Firdevsî'den parçalar okuyarak millî ruhu ayakta tutmaya çalışır. Şehnâme'nin Türk Di­van edebiyatı, halk edebiyatı hatta masallarımız üstündeki etkileri de ayrı önem­li bir bahistir.

Firdevsî, gerçi iyi bir Müslüman’dır. Hazreti Muhammed'e ve sahabelere övgü­leri, sevgisi derindir. Bu yüzden Şehnâme'de eski Fars töre ve inançları ile İslâm ruhunu çelişme ve çatışmaya sokturmadan kaynaştırmaya dikkat etmiştir. Ama bu büyük milliyetçi şairin, yurdunu üç dört yüz sene işgal etmiş olan Araplara kız­gınlığı ve hıncı sonsuzdur. Sırası geldikçe onları hicvetmekten geri durmaz. Nite­kim bir yerde:

"Bir zamanlar çölde deve sütü ve kertenkele etiyle geçinen Araplar işi o kadar azıttılar ki, Key'lerin (eski Pars hükümdarları Keykubat, Keykâvus, Keyhusrev vb.) taçlarını istemeye başladılar. Tuu, senin yüzüne ey kahbe felek tuuu!" demek­tedir.

 

Şehnâme'den Bir Parça

(Beş yıl boyu büyük fetihler yaparak İran Şehinşahlığını sürdüren Kâvus, eş­siz ve yenilmez pehlivanları Zal ve Rüstem 'in gayretleriyle Berberistan'ın ve Mı­sır'ın padişahlarını yener. Ülkelerini zapteder. Fakat kendisi savaşta bulunurken Turan hakanı Efrasiyab'ın gelip İran 'a yerleştiğini haber alır. Ona gönderdiği öf­keli mektup aşağıdadır.)

 

Kâvus'un Efrasiyab'a Mektubu

"Ey Efrâsiyab,

Kafamız senin hakkında söylenenlerle doludur. Hiç vakit geçirmeden kalk, İran'dan çık git! Mademki Turan ülkesinden çok hoşlanıyorsun, öyleyse İran'da ne işin var senin?

Sen gerçi Türk soyundan bir yiğitsin ve büyüklüğün bayrağını açmışsın!

Ama başına gelen işler hep bu davranışlarından ileri geldi. Artık akla uygun işler yapmaya başlamalısın.

Eğer ordumu savaşa sokarsan, dünyayı basmazından ederim.

Yiğitlerim, kılıçlarım ve gürzlerim Öyle çok ki, senin o bulutlar içinde duran mağrur başını toza toprağa bularlar.

Fil gövdeli Rüstem'in karşısına ne sen çıkabilirsin, ne de senin yiğitlerin. Sen Turan ülkesinin başbuğu isen benim ve yiğitlerimin umurunda mı?

İhtiyacın olmadığı halde, elindekinden fazlasına ne diye göz dikiyorsun? Bu tamahkârlığın sana çok pahalıya mal olacak!

Bir an önce haddini bil de postunu kurtarmaya bak!

Sen, İran'ın benim ülkem olduğunu, bütün yeryüzünün benim hükmümde bu­lunduğunu bilmiyor musun?

Azgın bir kaplan bile, istediği kadar cesur olsun; bir aslanın pençesine atıl­maya cesaret edemez." diye yazdı.

Mektubu mühürledikten sonra, soylu bir pehlivana teslim etti.

O da padişahın elinden mektubu alınca, koşar adım yola düştü.

Türkler ve Çinliler padişahı Efrasiyab'ın huzuruna gelince, yer öptü ve onu ge­reği gibi övdükten sonra getirdiği sayısız haberleri bildirdi ve padişahın mektu­bunu sundu.

Mektubu okur okumaz Efrasiyab'ın yüreği kabardı, kin duygularıyla coşup kö­pürdü.

Haykırarak: "Böyle bir sürü lâf etmek ancak kötü huylu İnsanlara yakışır," dedi.

"Eğer İran senin hoşuna gitmiş olsaydı tutup Mısır'a, Berberistan'a göz dikmezdin.

İşte ben savaşa hazırım ve bayrağımı da açıyorum.

Sen bilirsin ki ben savaşmaya karar verince, kılıcımın ateşinden suyun içinde­ki timsah bile kavrulur.

Gürzleri, mızrakları, okları ve kılıçlan ile yeryüzünü uçtan uca kaplayan bir ordu donattım. Ün salmış yiğitler arasında arslan yürekli olan yalnız benim. Ce­saretim yeryüzüne şan vermiştir.

Doğru sözlere kulak vermen gerekir ve İran'ın şu iki sebepten benim olduğu­nu bilmen gerekir:

İran'ın benim olmasının ilk sebebi, Feridunoğlu Tur soyundan gelmemdir

İkincisi ise, kılıç çalmakta eşsiz olan şu kollarım sayesinde İran'ı Araplar'dan boşaltmamdır.

Ben elimdeki kılıçla dağların tepelerini bile zapteder ve kara bulutların için­deki kartalları avlarını." dedi.

Ve arkasından ok, mızrak, kılıç ve gürzlerle ordusunu baştan başa donatarak, hemen, o şanlı padişah Kâvus 'un üzerine yürüdü.

Savaşa hazırlanan Efrâsiyab, suyun tozunu havalarda savuruyordu.

Cihan, davul ve boru sesleriyle doldu. Toprak, silahların çokluğundan baştan başa demir kesildi ve gökler abanoz rengini aldı. Ok ve baltaların açtıkları yara­lardan, savaş meydanında kan deryaları coşup çoğaldı.

(Firdevsî, Şehname, 6890'dan sonraki mısralar, Prof. Necati Lugal çevirisi)

Açıklama

Feridun: Adalet ve şefkatiyle ünlü efsânevî hükümdar. Tur. Feridun'un oğlu. Babasına isyan ettiği için Minuçihr tarafından başı kesilip Feridun'a teslim edil­miştir. Şehnâme'ye göre, Efrasiyab'ın ve Turanlılar'ın ceddidir.

Türk Firdevsî'den

Türk Firdevsî veya Uzun Firdevsî mahlası ile bilinen îlyas, Bursa çevresinden (Edincikli) dir. 15. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan îlyas (Firdevsî) tarih, destan ve efsâne bilgisi çok geniş bir yazardır. Destan türünde ve başka konular­da Kütüb-nâme, Silahşor-name, Ferâset-nâme ve Süleyman-nâme adlı eserler ver­miştir. Destanlarında az çok Firdevsî tesiri görülürse de, mecazlarında, buluşla­rında ve dilinde soylu bir yerlilik, millîlik vardır,

Bazı parçalarını okuyacağınız Süleyman-nâme gerçek bir şaheserdir. Firdevsî burada Süleyman Peygamberin efsaneli hayatını anlatmakla birlikte, tarihin her safhasından ve türlü ilimlerden söz etmiş, ahlâkî öğütlere de yer ayırmıştır. Ese­ri yazarken bütün Doğu kaynaklarından, Kur'an-ı Kerim'den ve Kitab-ı Mukaddes'ten de faydalanmıştır.

Edebiyatımızın en önemli eserlerinden olan Süleyman-nâme, yılın günleri sa­yısınca 366 bölüme ayrılmıştır. Firdevsî eserini II. Beyazıt'a sunmuş, fakat padi­şah çoktanrılı (putçuluk) çağlardan bahseden bu kitaba fazla rağbet göstermeyince, yazar ona küsmüştür. Hatta Sultan Beyazıt'a ağır hicviyeler döşenerek İran'a kaçmış ve Şah İsmail'e sığınmıştır.

Eserin en değerli, en geniş bölümlerinden biri "Efrasiyâb-ı Türk1' diye andığı, Saka hükümdarı Alp Er-Tunga'dan bahseden sayfalardır. Bu bölümden bazı par­çalar aşağıdadır:

(Efrasiyab, Sinop kalesini ele geçirmiş ve oradaki bakır madenlerini istetme­ye başlamıştır. Burada bîr Müslüman hükümdar gibi tanıtılan Süleyman Peygam­ber, Sinop'u ve madenlerini ele geçirmeye karar vermiştir. O sırada tutsak ederek yanında gezdirdiği Rûm Kayseri'nden Efrâsiyâb'ın kimolduğunu sorar:)

"Kayser-i Rûm, eydür:

-Efrâsiyâb, Turan şahıdır. Acem mülkü onun eli altındadır. Keykubat ile yağı-dürür. Rüstem-i Zâl, Efrâsiyâb'a karşı çıkamaz. Onun korkusundan, yedi başlı ev­renler, yurduna giremezler. Bir bahadır pehlivandır ki, cenge girse Kahraman'a yılan kuşandırır. Bir aslandır ki, Rüstem-i Zâl, onun yanında tavşandır.

Hazreti Süleyman, Efrâsiyâb'ın bu veçhile saltanatını, yiğitliğini, yılmazlığını işitince, bir zaman baş aşağı salıp, dahi baş kaldırıp eydür:

Ya Kayser-i Rûm, bu Efrâsiyâb, böyle cihan pehlivanı olunca benim kapımda gerek idi. Acaba ne dine tapar? dedi.

Kayser-i Rûm, eyitti:

-Ya Süleyman, Efrâsiyâb acaip bir kâfirdürür, putperestdürür, amma ki gayet kuvvetli, dayanıklı kimesnedir. Feleğe kelek, göğün ejderhasına sinek demez, Kuvvetine yedi başlı evren takat getirmez...

(Süleyman, bir mektup yazıp Sinop'u almaya geleceğim bildirir. Mektubu, ha­berci kuşu Hüthüt ile Efrasiyab'a gönderir.)

Şah Efrâsiyâb, Turan payitahtında, saltanatı tahtı üzere oturmuş idi. Dünya şerrinden, düşman hücumundan gafil olup gururla dimağını fesada verip devrin şiddetini unutmuş idi. Saray divanhanesinde Turan beyleri, Acem serdarlariyle, Şiraz ve Semerkand beyleriyle, Harzem ve İsfahan yiğitleri ile ulu meclis kurup gümüş tenli, ay yüzlü sakiler, billur camdan altın kadeh içine erguvanı şarap ko­yup içerlerdi, hatırlarını içki ile hoş ederlerdi. Çünkü şarap başa çıktı. Efrâsiyâb'ın başı kızdı. Sözden söz açıldı, Süleyman bahsi geldi. Efrâsiyâb eyitti:

-Acep Süleyman İle Endülüs şahmın hali neye vardı? Cengi onunla ne hale er­dirdiler? dedi. Baş vezir eyitti;

-Ey şah! İşittim ki Süleyman hepsine baş eğdirip Sinop'a yönelip kalemiz üze­rine gelir derler. Kayser-i Rûm, kılavuz olup: "Atadan bizimdir, Sinop kalesini alı­ver, bakır madeni senin olsun" demiş deyu işittik.

Efrâsiyâb-ı Türk, koca kurt, bu sözü işitince gönlü bulandı. Vay ki kakıdı, gök gürültüsü gibi şakıdı, dahi dönüp eyitti:

-Ey benim beylerim, yeğlerim, sultanlarım! Âlem içinde ben Efrâsiyâb, ne veç­hile pehlivanım bilirsiniz. Kubat şah, tahtında benden usanır, Rüstem dahi bana kin kuşağı kuşanır. Amma ki ona dahi bir tâpençe urmuşum, beni bilir. O Efrâsi-yâb'ını ki İran mülkünü harab ettim. Turan mülküne kattım. İran çerisinin kanla­rını kara yere Kattım. Süleymancağız kim olur ki bana gele, ya kalemi elimden ala!.... Bin Araboğlu, benim gözümde farece yoktur. Bin anka kuşu, gözümde ser­çe değildir. Ve bin Süleyman, katımda bir zayıf karınca değildir.

Efrâsiyâb, böyle lâf ürürken o yandan Hüthüt gelip yetti. Gördü ki bir ova or­tasında bir lâtif şehir, içinde adam dolu. Şehir içinde gündoğusuna bakar bir yük­sek saray kurulmuş. Bin atlı yüz sütun üzerinde bir güzel köşk ki, yapısının taşı yedi türlü mermerden. Ancılayın mermer ki, içinde yüz görünür. Köşkün yanında avlu ortasında bir acayip kale yapmışlar ki gök kubbeden nişan verir. Kubbenin kuzeyinde bir bağ içre cennet bağı gibi serviler bitmiş, uzanıp göklere çıkmış, ayaklarına abıhayat misali sular akmış. Bağ ve bostan, erguvan ve güller arasın­da Bfrâsiyâb, altun, fildişi abanoz taht üzerinde oturmuş. Taht çevresinde Acem yiğitleri, Turan beyleri derilmiş, Sanki mahşer halkıdır, ölü kalmayıp dirilmiş. El­van elvan nimetleri, o lâle yanaklı, servi boylu, gül yüzlü güzelller, nâz ile elleri­ne altın kadeh alıp, gün gibi dolaşıp oturan, duran beylere sunarlar. Efrasiyâb-ı Türk dahi altmış altı karış boyu ile taht üzerine oturmuş şarap içer.

(Süleyman'ın askerleri gelir. İki tarafın pehlivanları cenk ederler. Süley­man'ın yiğidi Kartuş, Efrâsiyâb'ın kardeşi Oğnrat'ı atından atar. Bunun üzerine bizzat Efrâsiyâb cenk meydanına hamle eder.)

Efrâsiyâb-ı Türk, o koca kurt, karındaşı Oğrırat'ın attan yıkıldığın ki gördü, gayrete gelip polat kalkanını omzuna çalıp, çınar ağacı saplı, ejderha derisi kap­lı, engerek dilli süngüsünü eline alıp ata mahmuz urup, Kartuş üzerine yıldırım gibi gelip indi,

Kartuş, bu yandan onu gördü ki, bir cihan pehlivanı, bir yağız ata binmiş, ge­lip erdi. Nite şöyle ki altmış karış boy, bir kara dağ gibi amma şekli camusa ben­zer; başı hamam kubbesince var, gözler yanar fanusa benzer, ağzı mağara gibi se­da verir, avazı kusa benzer.

Kartuş, o kutlu sultanı, Efrâsiyâb-ı Şah-ı Turan'ı böyle bir heybetle görünce takdir ve aferin kılıp filini sürüp Önüne varıp, karşı durup şakıdı. Efrâsiyâb'm et­rafın dolaşıp kuvvet ile gürz indirdi. Efrâsiyâb, onu görüp yedi aynalı polat kalka­nına el urdu, siper edip Kartuş uruşunu kuvvet ile başından savdı.

(Süleyman-nâme, V. Mahir Kocatürk, Türk Edebiyatı Antolojisi)