Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

13.YÜZYILDA ANADOLU'DA HAYAT  

Onüçüncü yüzyıl, Anadolu'nun olağanüstü hareketli, büyük bir kaynaşma ve oluşma dönemidir. Türkler Anadolu'ya sadece siyâsî hâkimiyetlerini değil, içtimaî yapılarını da getirirler. Türklerin büyük kitleler halinde gelişleri, onların başka unsurlarla karışarak yeniden oluşan bir bünye kurmalarına değil, kendi yapılarını hâkim kılmalarına yol açar. Askerî başbuğlar hariç, diğer idareci zümreler içinde İran’dan gelenler vardır. Şehirler­deki sanayi ve ticaret faaliyetleri de, gayrimüslimlerden kalan bakiyeler üzerinde kurulur ve geliştirilir.

Devlet yapısı Büyük Selçukluların hemen aynıdır. Sahip unvanı ile Vezir, Pervane (Os­manlılarda Nişancı), Beylerbeği ve Çeşginir'den oluşan Büyük Divan (Hükümet) devlet yönetiminde çok etkilidir. Hakanlığın büyük evlâda geçmesi kuralı mevcut olmakla beraber, buna pek riâyet edilmemesi, Büyük Divanın nüfuzunun artmasına ve büyük çekişmeleri mihrakı haline gelmesine yardımcı olur. Meliklere, boy ve uç beğleri genellikle merkeze bağlı kalır ve hâkimiyet kavgalarına girmezler. Fiilî gücü elinde tutan Büyük Dîvan içindeki çekişmeler, devletin en büyük zaafı olur.

Vilayetlerde idari, kazaî ve mâlî olmak üzere üç ayrı teşkilâtlanma vardır. Şehirlerde nizam ve asayişin temini Subaşı'na aittir. Subaşı ayın zamanda, civardaki askerî kuvvet­lerin başbuğudur ve Büyük Dîvan üyesi olan Beğlerbeği'ne bağlıdır. Ayrıca Dîvan'a kar­şı müstakil olup doğrudan doğruya Hakan'a bağlı olan vilâyetler de vardır ki hanedana mensup Melik'ler tarafından idare edilirler. Hudutlardaki yerleşme birimlerine uç deni­lir. Güneydeki uçlar Sol Kol Beğlerbeği'ne, kuzeydeki uçlar ise Sağ Kol Beylerbeyi'ne bağlıdır. Selçuklu gazâ hukukuna göre, uç beğlerinin kendi kuvvetleri ile fethettikleri top­raklar kendilerine iktâ olarak verilir.

Türkler fethettikleri birçok şehirde, önceden yerleşmiş Türk cemaatleri ile karşılaşır­lar. Askerî ve idarî yöneticiler şehir halkının ilk unsurları olur. Askerî iktâ sistemi çok sa­yıda göçebe Türkmen in şehirlere yerleşmesine, ticâret ve zenaâtlere girmesine imkân ve­rir. Dervişler ise, hemen her yeni kurulan şehri koşarak irşada başlarlar. Gazâ yolu ile de zenginleşen Türk unsurları cami, medrese ve tekke gibi eserler yaptırmakta pek cömert davranırlar. Bu kuruluşlar şehirleri süratle büyütür ve kültür hayatını canlandırır.

Şehirlerde zenaât erbabının bağlı olduğu loncalar ve onların da dâhil olduğu ahî teş­kilâtları önemli iktisadî, içtimaî ve aynı zamanda dinî teşkilâtlanmalardır. Bu teşkilâtlar siyâsî ve idarî meselelerde etkili olurlar. Hıristiyan esnaf da loncalarda çalışmakla bera­ber, ahî teşkilâtlarına giremez. Bu durum giderek onların etki ve sayısını azaltır ve iktisa­dî hâkimiyet tamamen Türkler'e verir.

Şehirlerdeki diğer önemli bir zümreyi de ilim okutanlar ve okuyanlar teşkil eder. İlim okutanların en âlim ve meşhuruna, o şehrin Şeyhülislâmı denir. Fetva serbest olup, ken­disine güvenen her müderris fetva verebilir. Şehirlerdeki diğer halk, iğdişler (Şehir Ket­hüdası) ve ayan temsil eder. Anadolu'daki büyük mücâdeleler ve Haçlı Seferleri'nin tah­ribatına rağmen büyük şehirler kurulur ve gelişirler.

Göçebeler genellikle hayvancılık, taşımacılık ve dokumacılık yaparlar. Köylerde zira­at toprakları yerleşik ziraatçiler tarafından işlenir ve iktâ sahibine vergisi verilir. Aşîret-Boy düzenini koruyan Türkmenler ise, yıllık belli bir miktarı vergi olarak verirler. Köy­lerde, asayîşi temîn edip, icâbında tedîp hareketleri yapan gençlerin teşkîl ettiği "Genç­lik Ocakları"nın başına Yiğitbaşı denir. Ayrıca, köyü temsil eden bir de Köy Kethüdası bulunur. Köy ve şehir zümreleri arasındaki iktisadî ve manevî bâzı farklılıklar, özellikle asayişin bozulduğu dönemlerde çatışmalara dönüşür.

Bu dönemde dokumacılık ve dericilik sanatı ilerler Ankara, Alaşehir, Denizli, Konya, Erzincan ve Kayseri dokumacılığın merkezleri olur. Halkın ihtiyacı olan her türlü ma­denî eşya Türkiye'de yapılır. Şehir çevrelerinde meyvecilik ve bağcılık gelişir; Bizans ve Arap ülkelerine meyve ve hayvan mahsûlleri ihraç edilir.

İç ticaret, açık pazarlar, dükkânlar ve pirinççiler hanı, ayakkabıcılar hanı gibi, satılan emtiadan ismini alan kapalı büyük hanlarda yapılır. Şehirlerde, vergilerin alınmasını temin, ticâreti kontrol ve asayişi korumakla görevli, bir nevi vali niteliğinde Şahn'lar bulu­nur, İstanbul’u Şam'a, Sinop'u Bağdat'a ve Antalya'yı Erzurum'a bağlayan ana ticâret yolları vardır. Dış ticâretin güzergâhı olan bu ticâret yolları Anadolu ya büyük canlılık ve imkânlar kazandırır. Uygun yerlere yapılan Kervansaraylar, hem ticâret emniyeti, hem kervanların ihtiyaçlarını karşılama bakımından konaklama yeri olarak gittikçe çoğalır ve bir zenginlik kaynağı olur.

Anadolu'da iktisadî refah, bütün gailelere rağmen on üçüncü asrın ortalarına kadar devam edere. 1260'lardan, asrın sonuna kadar sıkıntılar görülür. Moğol istilâsı dönemin­de, sürekli çarpışmalar ve iç isyanlar sebebi ile yeterli ekim yapılamaz. Asrın sonlarında para ayarının düşürüldüğü ve zaman zaman kıtlıklar olduğu görülür. Bu devrelerde Bizans’ın karışıklıklar içinde bulunması ve Moğollar'a karşı mücâdele halinde bulunan Mı­sır Türk Memlûkleri ne karşı Papa'nın, Avrupa nezdinde iktisâdi ambargo uygulaması da Türkiye'nin dış ticâretini zayıflatır. İlhanlı Hanları'nın bilâhare aldığı tedbirler zaman­la müsbet etkilerini gösterir.

Devletin askerî ve iktisadî yönden dayandığı ana müessesenin askerî iktâlar olduğu bilinmektedir. Devlet fetihçidir ve dayandığı fetih unsuru, askerî iktâlara dayalı sipâhî Türkmenler'dir. Askerî güç iki sınıftır; birisi, doğrudan doğruya timarı olan askerler, ikincisi ise, diğer ümerânın, sahip oldukları iktâlar sebebi ile hazır bulundurmak zorun­da oldukları askerlerdir ki, aşiret kuvvetleri bu ikinci sınıfa girerler.

On üçüncü asırdan itibaren, askerî iktâ sistemine bağlanmış olan toprakların vakıflar haline dönüştürüldüğü görülür. İktâ sahipleri arazilerini vakıf yapabilmektedir. Buna da­yanarak birçok iktâ arazisi vakfa çevrilir ve böylece, bir yandan hayır müessesesi kuru­lurken, diğer yandan da vakıf gelirlerinin bir kısmı, mütevelli sıfatı ile vârislere bırakılır. Bu yol, vakıfların beslediği medrese, tekke, zaviye, imarethane gibi sosyal müesseselerin güçlenmesine ve büyük hizmetler görmesine yol açar; yokluk ve sıkıntı dönemlerinde iş­sizler ve geçim darlığı çeken halk buralara sığınır. Ancak, askeri iktâlar zayıflar ve buna dayalı sipâhî askerlerinin sayısı gittikçe azalır; hâlbuki ordunun temeli sipahidir. Bu durumda, merkezde ücretli askerleri çoğaltma yoluna gidilir. Bu usûl merkez mâliyesine ağır yükler getirdiği gibi, Türkmenler bunu bir onur meselesi sayarak, ücretli askerliğe itibâr etmezler; böylece yabancı askerlerin sayısı artırır. Kösedağı Savaşı arefesinde du­rum bu görünümdedir.

On üçüncü yüzyıl, imâr faaliyetleri bakımından da zengin geçer. Camiler, medreseler, imaretler, hastahâne, kervansaray, çeşme, hamam ve köprüler Anadolu'nun her yanını süsler. Bu yüzyılda yapılan cami ve medreselerin sayısı binleri geçer, imaretler ise, med­reselerin yanında yapılır ve fakirlere yemek verilir. Bîmaristan, Dârussıhhâ ve Dârüşşifâ gibi isimler altında yapılan hastahânelerin en ünlüleri ise Divriği, Tokat, Sivas, Amasya, Kayseri, Çankırı, Kastamonu ve Konya dadır. Celâleddin Karatay'ın Kayseri Bünyan'da yaptırmış olduğu hanı gezen bir Arap seyyahı, hanın büyüklük ve mimarî güzelliğinden, kapılar ve oymaların zevk yüksekliğinden bahsettikten sonra şöyle der: "Hanın içindeki yaza mahsûs eyvanlar ve kışa mahsûs odalar ve hayvanlar için ahırlar vardır ki, insan bunların keyfiyetini tavsiften âcizdir; yani bir insan yaz ve kış orada otursa her mevsime mahsûs şeyleri bulabilir; derûnunda hamam, hastane ve lâzım olan ilâçlar, şâir mefruşat ve eşya vardır; konuğu Allah rızâsı için yemek verilir."

Bu asırda mûsikî ile birlikte semâ'nın bir vecd unsuru olarak, özellikle Mevlevilikte, gittikçe ağırlık kazandığını görürüz.

Büyük Selçuklular'ın düşüşünden sonra, İslâm âleminin fikir ve sanat hayatındaki hürriyet havası yer yer sarsıntı geçirir. Özellikle Suriye ve Irak'taki bazı Melikler, bir kı­sım ilimlerin okutulmasını yasaklamaya ve bazı kitapları yakmaya kadar işi götürürler. Şehâbeddin Sühreverdî 1191 yılında idam edilir. Ancak, Anadolu'daki hoşgörü havası aralıksız sürer. Muhiddin Arabî burada itibâr görür. Bu müsamaha havası yüzünden, Mu­sul ve Suriye Ata Beğ'i Nureddin'in, Sultan Kılıçarslan'ı tecdid-i îmana davet ettiği meşhurdur.

Anadolu Selçuklu Hükümdarları cesur, iyi yetişmiş, ilme ve sanata düşkün, bir kısma şâir ve ince zevkli kimselerdir. II. Kılıç-Arslan'a kadar fetih, yerleşme ve haçlı savaşları büyük yer tutar. Bu hükümdar Şehâbeddin Sühreverdî'ye iltifat eder, hüsnü kabul göste­rir. Kılıç-Arslan'dan sonra Hakanların, vezir ve beğlerin kültür ve imâr faaliyetleri için adetâ yarıştıkları görülür. Emirlere, meliklere, beğlere ithâfen tercümeler yapılır, eserler vücûda getirilir. Özellikle Selçuklu Prensleri, melik sıfatı ile idare ettikleri vilâyetlerde âlim ve sanatkârları himaye ederler ve iyi yetişirler. Bu prensler adına yazılmış birçok akaid, felsefe kitapları ve şiir mecmuaları vardır.

Mevlânanin babası Sultân ül-Ulemâ Bahâeddin ve talebesi Burhâneneddin Tirmizîbu asırda Anadolu'ya gelir. Refah dönemlerinde şâir İslâm ülkelerinden birçok âlim ve sa­natkâr Türkiye'ye gelirler. Ahmed bin Kânî, Sultan İzzeddin Keykâvus adına Kelile ve Dimne'yi şiir halinde yazar. Mehmed bin Hâtibî, Siyâsetnâme tarzında bir eser vücûda getirir. İbni Bîbî olarak tanınan, Divânü't-Tuğra emiri Nasirüddin Yahya, Anadolu Sel­çukluları'na ait Selçukname'yi Farsça olarak yazar. II. Rükneddin Süleyan, kendisine bir kaside sunan şair Faryabî'ye iki bin altın, on cins at, beş köle, beş câriye, beş katır ve el­li kat elbise ihsan eder. Sultan İzzeddin Keykâvus da, kendisine 72 beyittik bir kaside gön­deren Musul Emîri'nin şâir kızına 7200 altın gönderir. I. Sultan İzzeddin Keykâvus, ince ruhlu, şâir bir hükümdardı; Nizâmeddin Erzincânî, Şemseddin Tabsî de, kasidelerine bu Sultan'dan bol ihsanlar alırlar. Kadı Burhaneddin Anevî de Farsça tarihini bu sultana it­haf eder. Devrinin âlim ve şairleri arasında Mecdüddin Ebû Bekir, Tuğrâî Şemseddin Hamza, Emîr-i arız Nizâmeddin Ahmed ve sonradan vezir olan Şemseddin Isfahanı yer alırlar.

Tarihçi, Ravendi Selçuk Târihi'ni şâir hükümdar Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev adı­na yazar. Büyük Sultan Alaâddin Keykubâd da şâir, ressam ve mahir bir oymacıdır; ilmî sohbetlere pek düşkündür. En çok okuduğu kitaplar Gazâlî'nin Kimyây-ı Saadet'i ve Nizâmülmülk'ün Siyâsetnâme'sidir. Mevlâna Celâleddin Rûmi, Sadreddin Konevî, Necmeddin Dâye, Seyyid Burhaneddin Tirmizî ve Muhiddin Arabî onun döneminde yaşar ve bü­yük hürmet görürler. Konya Kadi'l-Kuzât'ı Sirâcüddin ve aynı zamanda ünlü bir Selçuk­lu komutanı olan Kemâleddin Kâmyâr -felsefe ve fıkıh dalında- zamanın büyük âlimlerindendir.

Şeyh Necmeddin Kübrâ bu asırda yaşar (ölümü 1221) ve tarîkatini kurar. Kutbeddin Şirazî, Kadı Beyzavî (Ölm. 1291) ve Kadı Sirâceddin Ürmevî asrın büyük din âlimlerindendir. Seyfeddin Âmidî, Eyyubîler bölgesinde yaşar (Ölm. 1283). Meşhur tarihçi İbnü'l-Esîr (Ölm. 1231) Mardin'de doğup, Musul'da yetişir. Mısır Türk-Memlûk bölgesinde ün­lü lüfatçiler İbni Mühennâ, Ebu Hayyân ve hocaları Divrikli Fahreddin Mehmed yaşar­lar. Anadolu'da, Cemâleddin Aksarayî ve İmâdeddin Muhammed tıp dalında Ahlatlı İb­rahim bin Abdullah ve Hasan kimyada, Muvaffak Abdüllâtif fizik ve felsefede, Artuklular hizmetindeki Bedi'üz-Zaman ise mekanik teori ve tatbikatında önde gelen isimlerdir.

Din ve Tasavvuf

Türkiye'nin şehir ve köylerinde hayatın merkezi camiler ve çerçevesindeki medrese ve tekkelerdir. Halkın çok büyük bir kısmı sünnî Hanefî mezhebindendir. Halkın her sahada­ki rehberi, medreselerden kuvvetli bir klasik eğitim görerek yetişen müderrisler, imamlar ve vaizlerdir. Devletin bütün müesseseleri en ince noktalarına kadar İslâm hukuku ve gelenekler tarafından kurallara bağlanmış olduğundan, devlet yönetiminde hâkim olanlar, bu bilgilere sahip olarak medreselerden yetişenlerdir; medreselerin nüfuzu yüksektir.

On üçüncü yüzyıldan itibaren tasavvuf hareketi, Anadolu a yer tutmaya başlar ve Mo­ğollar döneminde iyice yaygınlaşır. Zengin vakıflarla beslenen tekke ve zaviyeler çevresinde her meslekten oluşan halkalar gittikçe genişler. Tasavvuf hareketi Anadolu'nun sar­sılan içtimâi ve siyâsî ortamında, insanların inançlarını koruyan ve onların direncini bes­leyen bir sığınak gibidir. İlk dönemler tasavvufunun ileri gelenleri, aynı zamanda klasik medrese eğitimi görmüş, fetva gücü olan âlimlerdir. Daha sonra, tarikat mensuplarının medrese eğitiminden mahrum yahut yetersiz oluşları, tasavvuf hareketi kanalı ile dinî inançlara, esasta İslâmî olmayan akidelerin girmesine ve siyâsî istismarlara zemin hazır­lamasına yol açar.

Tasavvuf, esas itibariyle, insan kalbinin dünyevî ihtiras ve heveslerden temizlenerek Allah'a yönelmesi, dinî emirlerin, mistik tecrübe yoluyla yaşanarak kavranması sureti ile imanın pekiştirilmesi ve böylece insanın, amellerini Allah rızası için yapması ve mertebe­sini yükseltmesi hadisesidir. Bu haliyle tasavvuf, daha üstün idrak seviyelerine yükselerek dinî hikmetlerin doğrudan kavranması imkânlarının geliştirilmesi yoluyla yapılan bir şahsiyet eğitimi meselesidir.

İlk dönemlerde daha çok Sûfılik olarak anılan hareket, sekizinci asırdan itibaren mün­ferit bir hâdise olmaktan çıkmaya başlayıp, Zaviyeler kurulması şeklinde teşkilâtlanma­ya başlar. Tekke ve zaviyeler, bir sufinin kendini oluşturma, yükseltme çabaları yanında, çevresinde toplanıp cemâat hayâtı yaşayan kimseleri de -sâlikler, mürîdler- aynı yollarla eğitmeğe ve yetiştirmeğe; onlara rehberlik etmeye çalıştığı merkezlerdir. Tabiî ki, yüksel­mekten kasıt, olgun ve imân ve dinî emirlere itaatte Allah indinde makbul bir teslimiyet mertebesine yükselmektedir. Zaman içinde, büyük sûfilerin kurduğu tarîkatler -yollar- do­ğar; eğitim şekilleri -zikir, teşbih, riyazet, uzlet, sohbet v.s.- münâsebetlerdeki usûl ve er­kân az çok birbirinden farklılaşır.

Mistik tecrübenin bazı olağanüstü görünümleri meselâ mutasavvıfların kerametleri bu yolun büyük ilgi görmesi ve heyecan uyandırmasına yardımcı olur. Zamanla, şeyhlere, ve­lilere atfedilen hâller müritlerin dilinde ve halkın muhayyilesinde çoğaltılarak, abartıla­rak yaygınlaşır. Her tarikatın mensupları kendi şeyhlerini yüceltmeye çalışırlar. Esasen mistik tecrübe, gerek Hıristiyanlığın gerekse Doğu cemiyetlerinin yabancısı olduğu bir hâl değildir. Evvelce de işaret edildiği gibi, Müslümanlık'tan önceki Türkler'de Kam'lar bu tarz bazı kabiliyetlere sahip kimselerdi. Bu sebeple, tasavvuf hareketinin Türkler ara­sında yatkın bir psikolojik zemin bularak süratle yayıldığı söylenebilir. Bu dönemlerde Ir-kıl Ata, Gökçe Ata gibi imajlar henüz canlıdır ve ozanların yerini de, şiirler okuyup ilâ­hîler söyleyerek dinî telkinler yapan dervişler kolayca alabilirler. Eğitim kitabî olmayışı yaşanan bir hâl olarak göze ve dilden dile dolaşan evliya menkıbelerine dayanması, he­yecanlı Türkmen kitleleri üzerindeki tesirini artırır ve yayılmasını kolaylaştırır. Kitabî olan medrese eğitimine nazaran bu yol daha kolay, munis ve o ölçüde etkili olur.

Tasavvufun, bir eğitim hareketi ve yaşanan bir hâl olmakla birlikte, aynı zamanda bir felsefe ve düşünce sistemi halini almaya başlaması ile yabancı tesirlerin de yer etmeye başladığı görülür. Yeni-Eflâtunculuk, Hıristiyan mistisizmi, İsrailiyât, Hind ve Uzakdoğu unsurları, tartışılabilir ölçülerde, tasavvuf düşüncesi içinde yer almaya başlar. Bu arada, eski İran kültürüne ait bazı fikir ve akideler -Mazdekîlik ve Zerdüştlük'ten kalma- tasav­vuf hareketi içine girmeye ve bir kısım inançlar halinde şekillenmeye başlar. Bu gelişme, İran eski kültürünün İslâm inanç ve düşüncelerine karşı bir nevi direnişi olarak açıklanır. Samanlık dönemine ait bazı kalıntıların da Türkler arasındaki tasavvufta iz bıraktığı gö­rülür.

On üç ve on dördüncü yüzyıllar boyunca kadılar ve müderrisler, aynı zamanda geniş mürid zümreleri olan etkili şeyhlerdir. Tasavvufun medreselere yayılması olarak görünen bu hâdise, aslında, medrese ve İslâm fıkhının hâkimiyetidir. Ve teşkilâtlanan medreselile­rin Osmanlı idarî ve siyâsî bünyesinde güç ve nüfuzları kurmalarıyla birlikte, çok hayır­lı sonuçlar verir. Böylece, sünnî çizgideki İslâm fıkhının bütün cemiyete hâkim olması sağlandığı gibi, çeşitli tarikatların rekabet ve çekişmeleri arasında sosyal bünyede doğabilecek bölünmeler engellenmiş ve bütünleşme sağlanmış olur. Yine bu durum içinde, ta­savvuf hareketindeki fikrî sapmalar önlenmeye çalışıldığı gibi, Anadolu'ya akan ruh po­tansiyelinin cihâda yönlendirilmesinde etkili olunur. Şeriatın, âhiretin tarlası olarak te­lâkki ettiği dünyanın bütün meseleleri ve meşakkatleri ile Allah rızası için mücadele etmek ve yenilmemek anlayışı, tasavvuf i eğitimin, yücelmek için -fiiliyatta- dünyadan el çekmeğe dönüşebilen telkinlerini, dünyanın kötülüklerinden el çekmek noktasında dizgin­ler ve enerjileri, döndürmeden gazaya yöneltmiş olur.

Türkler arasında tasavvuf hareketinin en kuvvetli başlama ve yayılma merkezi, Hora­san olur. Türkler arasında yerleşen ve gelişen tarikatler esas itibariyle şer'î kaaide ve inançlara sıkıcı bağlı olan sünnî tarikatlardır. Ahmed Yesevî (Oim. 1155) Anadolu'yu da manevî nüfuzu altında tutan bir velî olarak Horasan'da doğar ve tarîkatını kurar.

Kösedağı mağlûbiyetinden sonraki buhran dönemlerinde tasavvuf hareketinin Anado­lu'da iyice yaygınlaştığı görülür. Tekke ve zaviyeleri mutasavvıfların yanısıra, işsiz güç­süz, geçim darlıkları içinde bunalan birçok insanın doldurduğu görülür; buralar, aynı za­manda yoksulların barındığı yerler halini alır. Moğol baskısı altında Anadolu'nun içti­maî, siyâsî ve iktisadî buhran dönemlerinde tasavvuf hareketinin süratli gelişmesini, ha­yat şartlarının zorluğundan bir nevi kaçış, hayata karşı pasifize olma gibi değerlendiren­ler vardır. Görünüm bu olsa bile, Osmanlı İmparatorluğu'nun bu zemin üzerinde zuhuru ve olağanüstü hızla gelişmesi, Anadolu'nun taşıdığı muazzama potansiyel gücü ve tasavvuf hareketinin yeni bir oluşmaya hizmet ettiğini, her türlü çetin yaşama şartları altında­ki halkın direncini beslediğini, ayrıca ispatı gerektirmeyecek bir açıklıkla ortaya koyar. Tasavvuf hareketi Osmanlı İmparatorluğu döneminde de gücünü koruyarak devam eder.

Bu asırlarda Bağdat Halifesi'nin gücünün azalması ve mahallî beğliklerin gücünün artması da, tekkelerin İslâm âlemindeki yayılmasını ve kuvvetlerini artırır. Şeyhlerine ke­sin bağlılığı olan binlerce insanın varlığı, onları aynı zamanda siyâsî ağırlıklar haline getirir. Moğol istilası döneminde, İslâm âleminin birçok yerindeki tekkelerin dejenere ol­maya başladığını ve bu yüzden medreselerin ağır hücumlarına mâruz bulunduklarını da ilâve edelim.

Bilindiği gibi, Cengiz ordularının yürüyüşü, aynı zamanda birçok tasavvuf erbabının da Anadolu'ya akmasına yol açar. Dünyanın her yanından gelmiş 99 bin müridi olduğu bildirilen Hoca Ahmed Yesevî Türk tasavvufunun mihrakı olur; hemen bütün Türk diyar­larında halifeleri bulunur. Anadolu'daki halifeleri arasında Avşar Baba, Pir Dede, Akya­zılı Baba Sultan, Geyikli Baba, Abdal Musa, Emir Çin Osman, Şeyh Nusret sayılırlar.

Bu dönem Anadolu'sunun büyük mutasavvıflarından olarak, Mevlâna, Yûnus Emre, Hacı Bektaş Velî, Muhiddin Arabî, Fahrüddin İraki, Kirmanı, Şeyh Necmedin Dâye, Sadreddin Konevî, Müeyyidüddin Cendî, Sadeddin Ferganî, Mahmud Hayranı ve Hacı İbra­him Sultan sayılabilir.

Bu dönemler, aynı zamanda yurt tutma ve yasama savaşı verilen zamanlardır. Bu se­beple zarurî ve geleneksel olarak cengâverlik hali, tasavvufun vecd hâledi ile pek güzel imtizaç eder ve İ'lây-ı Kelimetullah heyecanı ile daha da canlanır, güçlenir; alpler, alp-erenler; dervişler, derviş-gaziler olur. Bu husus, Türk tasavvuf hareketi ve tekkelerini, diğer İslâm memleketlerindekilerden ayıran bir başka önemli vasıftır. Dinî-millî kahraman­lık ruhu, bu asır Türk dünyasının temel vasfı olarak hayâtın her safhasına akseder.

Uçlar ve Anadolu'da Hayat

Selçuklular dönemi Anadolu'sunda, hem sınırları korumak, hem de düşman içlerine akınlar yapmak üzere uç teşkilâtları vardır; sahillerde olanlarına Sahil Beği de denir. Uç Beğleri sağ veya sol Beğlerbeği'ne bağlı olup, savaş zamanlarında Selçuklu ordusuna ka­tılırlar. Ancak, Selçuklunun Bizansla barış zamanlarında bile uçaklardaki çatışmalar bitmez. Gazâ aynı zamanda bir ganimet yoludur ve savaş hukukuna göre, Uç Beğleri kendi güçleri ile fethettikleri ülkelere Sultan'ın izni ile sahip olurlar. Uçlardaki küçük tımarlar ve gaziler ve alplere verilir. Bizanslı halk ise, kendisini koruyamayan ve sâdece ağır ver­giler alan Bizans'a tâbi olmayı yeğlere. Uçlar zamanla, sırf bir bünye kazanmaya başlar, medreseliler ve idareciler dâhil, her meslekten insanların toplandığı yerler haline gelir.

Bu asırda, Anadolu'nun siyâsî birliği bozulmuş olduğundan, merkezî otorite yoklu­ğunda yer yer anarşi ve çapulculuk hâdiseleri görülür Şehirlerde valiler bile sürekli kalamazlar. Bu durum, henüz güçlerini muhafaza eden Ahîler'in, kendi şehir ve çevrelerini asayiş ve emniyetini doğrudan doğruya sağlamalarına yol açar; yiğitbaşı ve fityan teşki­lâtlanarak bu işi üstlenir. Birçok şehir ve yerleşme merkezi, ahîlere dayanarak kendi ken­dine yeterli hale gelir. Diğer yandan, şehir merkezlerindeki karışıklık ve iktisadî krizler uçlara doğru göçü hızlandırır ve buraların canlanmasına yol açar. Esnaf ve sanatkârlar­dan, medreseler ve tekkelerden, idareci zümrelerden insanlar buralara yerleşirler. Uçlar­da fethedilen şehirlerin, hayat tarzı ve bütün müesseseleri ile birdenbire Türk hüviyetine bürünebilmesi bu göçler sayesinde olur.

İl-Hanlılar döneminde de ticarî güvenliğin sağlandığı ve şehirlerin gelişmesini devam ettirdiği görülür. Büyük kervanlar için bir nevi devlet sigortası uygulanır ve Hıristiyan tacirlere de ticâret serbestisi verilir. Zaman zaman sıkıntılar olsa da, Beğlikler zamanında refahın yüksek olduğu, o dönemlerden kalan eserlerden de anlaşılmaktadır. Maarif, ba­yındırlık ve sosyal yardım hizmetleri fevkalâde gelişmiş olmakla beraber, bunlar devlet bütçesine yük olmadan vakıflar kanalı ile karşılanır.

Göçebeler yerleşik halk arasında, özellikle göç zamanlarında yer yer kavga ve çatış­malar olur. Göçebeler, yaylak ve kışlaklarda otururlar. Aşiretler, kendi içlerinde disiplin­li olmakla birlikte, genel siyâsî otoritenin zayıfladığı zamanlarda bir huzursuzluk sebebi olabilirler. Uçlardaki aşiretler savaş zamanlarında İlbaşı denen başbuğlarının emrinde orduya katılırlar, bazen, kendi başlarına da akınlar yaparlar.

Anadolu'ya gelen büyük göçler içinde, göçebelerin yanısıra çiftçiliği bilen köylü ve şehirli unsurlar da çoktur. Bunlar şehir ve köy merkezlerine süratle yerleşir yahut yeni yerleşme merkezleri kurarlar. Aşiretlerin parçalanıp yerleştirilmesi siyâseti de köy ve ka­sabaların süratle canlanmasında yardımcı olur. Selçuklular'ın köylüleri korumak ve zira-ati geliştirmek için zaman zaman vergi muafiyeti tanıdıkları, tohumluk ve çift hayvanı verdikleri, bilinmektedir.

Yarıcılık ve ücretli rençberlik de, bu dönemde görülen çalışma biçimlerindendir. Bu asırda, Anadolu Beğlikleri bir yanda siyâsi teşkilâtlanma ve gazâ ile uğraşırken, bir yan­dan da ilmî faaliyetleri himaye ve geliştirmeye çalışırlar. Beğler, kendi adlarına ilim ve sanat eserleri telif ve tercüme ettirirler; Türkçeden başka dilde yazdırmazlar. Bu dönem­deki mimarî eserler ise son derece zengin, üslûp ve zevk itibariyle ise yüksek, güzide eser­ler olarak, bir kısmı hâlâ Anadolu'muzu süsler.

Büyük Türk Klasikleri, Ötüken - Söğüt Neşriyat, İstanbul 1988.

SON EKLENENLER

Üye Girişi