Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

MESNEVİ DEN SEÇMELER-MEVLANA

MUHAMMED ALEYHİSELÂM'IN ADINI EĞLENEREK ANAN KİMSENİN AĞZI ÇARPIK KALMASI

Birisi ağzını eğerek Ahmed adını alayla andı, ağzı çarpıldı, öyle kaldı.
Pişman olup "Ey Muhammed, affet Ey Peygamber, sen Min ledün ilminden lütuflara mazharsın.
Ben bilgisizlikten seninle alay ettim. Alay edilmeğe lâyık ben oldum" dedi.
Tanrı, bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu, temiz kişileri ayıplamağa meylettirir,
Tanrı bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin hakkınsa ses çıkaramaz olur.
Tanrı yardım etmek dilerse bize yalvarmak ve münacatta bulunmak meylini verir.
Onun için ağlayan göz ne mübarektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir.


PEYGAMBER İÇİN AĞLAYAN HANNÂNE DİREĞİ

Hannâne direği, Peygamberin ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu.
Peygamber, "Ey direk, ne istiyorsun?" dedi. O da "Canım" ayrılığından kan kesildi.
Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın. Minberin üstüne çıktın" dedi.
Bunun üzerine Peygamber ona dedi ki: "Ey İyi ağaç, ey sırrı bahta yoldaş olan!
Söyle, ne istersin? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapayım ki doğudakiler de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler.
Yahut Tanrı, seni o âlemde bir servi yapsın da ebediyen teri-i taze kal" dedi.
Hannûne "Daim ve baki olanı isterim" dedi. Ey gafil, dinle de bir ağaçtan aşağı kalma!
Peygamber, kıyamet günü insanlar gibi dirilmesi için o ağacı yere gömdü.
Bunu duy da bil ki Tanrı, kimi kendisine davet ettiyse o kimse bütün dünya işlerinden vazgeçmiştir.
Kim, Tanrı'dan elçiliğe mazhar olursa o âleme yol bulmuş, dünya işinden çıkmıştır.
Bir kimsenin Tanrı Sırlarından nasibi olmazsa cansızların inlemesini nasıl tasdik eder?


BİR TACİRİN TİCARET İÇİN HİNDİSTAN'A GİTMESİ VE MAHPUS DUDUSUNUN, ONUNLA HİNDİSTAN DUDULARINA HABER YOLLAMASI

Bir tacirin bir dudusu vardı, kafeste hapsedilmiş, güzel bir duduydu.
Tacir, Hindistan'a gitmek üzere yol hazırlığına başladı.
Kerem ve ihsan dolayısıyla kölelerinin, cariyeciklerinin her birine "çabuk söyle, sana Hindistan'dan ne getireyim?" dedi.
Her birisi ondan bir şey diledi. O iyi adanı hepsine, istediklerini getireceğini vaat etti.
Duduya da "Sen ne armağan istersin, sana Hindistan elinden ne getireyim?" dedi.
Dudu dedi ki: "Oradaki duduları görünce benim halimi anlat.
De ki: Sizin müştakınız olan filân dudu, Tanrı'nın takdiriyle bizim mahpusumuzdur.
Size selâm söyledi, yardım istedi; sizden bir çare, bir kurtuluş yolu diledi.
Dedi ki: Reva mıdır ben iştiyakınızla gurbet elde can vereyim.
Sıkı bir hapis içinde olayım da siz gâh yeşilliklerde gâh ağaçlarda zevk ve sefa edesiniz.
Dostların vefası böyle mi olur? Ben şu hapis içindeyim, siz gül bahçelerinde...


BAKKAL VE DUDUNUN HİKÂYESİ, DUDUNUN DÜKKÂNDAKİ GÜLYAĞLARINI DÖKMESİ

Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yeşil, güzel sesli ve söyler bir duduydu.
Dükkânda dükkân bekçiliği yapar; bütün alışveriş edenlere hoş nükteler söyler, latifeler ederdi.
İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu, dudu gibi ötmede de mahareti vardı. Efendisi, bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkânı gözetliyordu.
Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkâna sıçradı. Duducağız can korkusundan dükkânın başköşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.
Sahibi, evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkâna geçti, oturdu. Bir de baktı ki dükkân yağ içinde, elbisesi yağa bulaşmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu.
Dudu, birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi. Bakkal nedametten ah etmeğe başladı.
Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi; o zaman keski elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?
Kuşu yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi. Üç gün, üç gece sonra şaşkın ve meyus ümitsiz bir halde dükkânda otururken ve binlerce kedere, gama eş olup dururken ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafasıyla bir Cevlaki geçiyordu.
Dudu, hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:
"Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de gülyağı mı döktün?!"
Onun bu kıyasından halk gülmeğe başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.
(Mesnevi, c: 1)


KUR'ÂN VE FELSEFECİ

Kur'ân okuyan biri, Kur'ân'dan "Mümkün gavra", yani "suyu kaynağından keser, yerin derinliklerinde gizler, kaynakları kurutur, kupkuru bir hale getirirsem. Benim gibi ihsanda, ululukta misalsiz olan Tek Tanrı'dan başka kim vardır ki suyu tekrar kaynağına getirebilsin?" ayetini okuyordu.
Bir hor, hakir felsefeci, bir aşağılık mantığı, mektep yanından geçerken, bu ayeti duyup hoşuna gitmedi. Dedi ki: "Suyu külünkle biz çıkarırız.
Gece uyudu, rüyada aslan gibi bir adam gördü. O adam, felsefeciye bir tokat vurdu. İki gözünü de kör etti.
Dedi ki: "Ey kötü kişi, eğer doğrucuysan, sözün doğruysa bu İki göz kaynağını da, haydi kazma ile nurlandır!"
Gündüzün felsefeci sıçrayıp uykudan kalktı, gördü ki iki gözü de kör olmuş, iki gözünün nuru da sönmüş!
Eğer ağlayıp inleseydi, eğer tövbe ve istiğfar etseydi mahvolan nur, Tanrı keremiyle yine zuhur ederdi.
Fakat istiğfar etmek de elde değildir. Tövbe zevki, her sarhoşun mezesi olmaz.
Yapılan işlerin çirkinliği, küfür ve inkârın şomluğu, onun gönlüne tövbe gelmesine mâni oluyordu, tövbe yolunu bağlamıştı.
Gönlü, katılıkta taşa dönmüştü. Tövbe, onu ekin ekmek için nasıl yarabilir?
Merde Şuayb gibi biri ki duasıyla dağı, ekin ekmek üzere toprak haline getirsin.
Halil'in niyazı ve inanışı yüzünden güç ve olmayacak iş mümkün oldu. Yahut Mukavkıs'ın Peygamber'den dilemesi üzerine taşlık yer, gayet güzel bir tarla haline geldi.
Bunlar gibi o kötü adamın inkârı da aksine olarak altını bakır haline getirir, sulhu savaş yapar.
Hu kötü kişi, çarpma kehribarıdır. Kabiliyetli toprağı bile taş, topaç yapar.
Her gönle secde için izin yok, her ücretlinin ücreti rahmet değil.
Kendine gel de "Tövbe eder, Tanrı'ya sığınırım" diye cürümde bulunma, günah etme.
Tövbeye de bir parlaklık gerek. Tövbeye de bir şimşek, bir bulut şart.
(Mesnevi, c. 1)


MUSA, YOLDA BİR ÇOBAN GÖRDÜ.

O çoban, bu çeşit saçma sapan şeyler söyleyip duruyordu. Musa "Kiminle konuşuyorsun?"
Diye sordu.
Çoban, "Bizi yaratanla, bu yeri, göğü halk edenle" diye cevap verince, Musa dedi ki: "Vah vah, sen sersemleşmişsin. Daha Müslüman olmadan kâfir oldun.
Bu ne saçma söz, bu ne küfür, bu ne olmayacak şey? Ağzına pamuk tıka, küfrünün pis kokusu dünyayı tuttu. Küfrün, din kumaşını yıprattı?
Çarık, dolak, ancak sana yaraşır. Bir güneşe bu çeşit şeylerin ne lüzumu var?
Böyle sözlerden ağzını kapamazsan bir ateş gelir, halkı yakar. Zaten ateş gelmedi de bu duman ne? Can niye kapkara bir hale geldi. Ruh merdutlaştı?
Tanrı'nın her şeye kâdir ve her hususta adil olduğunu biliyorsan nasıl oluyor da bu hezeyanlara, bu küstahlığa cüret ediyorsun?
Akılsız dost, zaten düşmandır. Ulu Tanrı, bu çeşit hizmetlerden ganidir.
Sen bunları kime söylüyorsun? Amcana, dayına mı? Tanrı sıfatlarında cisim sahibi olmak ve ihtiyaç var mı?
Büyüyüp gelişmekte olan süt içer. Ayağa muhtaç olan çarık giyer.
Çoban, "Ya Musa, ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın" dedi. Elbisesini yırtıp yana yana bir ah çekti, başını alıp çöle doğru yola düştü.
….
Musa'ya Tanrı'dan şöyle vahiy geldi: "Kulumuzu bizden ayırdın. Sen ulaştırmaya mı geldin, yoksa ayırmaya mı?
Kâdir oldukça ayrılığa ayak basma. Bence en hoşlanılmayan şey ayrılıktır.
Ben, herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah verdim.
Ona medih olan söz, sana zemdir; ona göre baldır, sana göre zehir!
Bizce temizden de münezzehiz, pisten de. Ağırlıktan da arıyız, çeviklik ve titizlikten de!
Kullara ibadet edin diye emrettimse bir kar, bir fayda elde edeyim diye değil, kullara ihsanlarda bulunayım diye.
Hintlilere, Hintlilerin sözleri medihdir. Sintlilere Saitlilerin.
Onların beni tespih etmeleriyle münezzeh, mukaddes olmam. Bu tespih incilerini saymakla kendileri temizlenirler.
Biz; dile, söze bakmayız; gönle hale bakarız.
Kalb huşu sahibiyse kalbe bakarız, isterse sözünde kulluk ve aşağılık olmasın!
Çünkü gönül, cevherdir.. Söz söylemekse araz. Bu yüzden araz, ariyettir, maksat cevherdir.
Musa, edep bitenler başka, canı, ruhu yanmış âşıklar başka!
Âşıklara her nefeste bir yanış var. Yıkık köyden haraç, aşar alınmaz.
Hatalı söz söylerse bile ona hatalı deme. Kanıma bulanıp şehit olursa yıkamaya kalkışma.
Şehitlere kan, sudan yeğdir. Bu yanlış söz de yüzlerce doğrudan yeğ!
Kâbe’nin içinde kıbleden eser yoktur, dalgıcın ayağında dolak olmazsa ne gam.
Yürü, sarhoşlardan kılavuzluk arama. Elbisesi paramparça olana yamadan bahsetme.
Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatı da Allah'tır, mezhebi de.
Ondan sonra Hak, Musa'nın sırrına dile gelmeyecek sırlar söyledi;
Musa'nın gönlüne sözler döktüler.. Görmekle söylemeyi birbirine karıştırdılar.
Nice defa kendisinden geçti, nice defa kendisine geldi.. Kaç kere ezelden ebede uçtu!
Eğer bundan ötesini anlatmaya kalkışırsam ahmaklık etmiş olurum. Çünkü bunu açmak, bunu anlatmak, anlayışın ötesindedir.
Söylesen akıllar hayran olur. Yazsan birçok kalemler kırılır!
Musa, Tanrı’dan bu azarı duyunca çöle düşüp çobanın ardınca koştu.
Musa nihayet onu bulup gördü. Dedi ki: 'Müjdemi ver! İzin geldi.
Hiçbir sebep ve tertip yolu arama; daralan gönlün ne söyle!
Senin küfrün, din, dinin can nuru... Sen emniyete bir cihan da senin yüzünden aman da.
"Ey ’Tanrı dilediğini yapar' sırrına erişip o sırla her şeyden affedilmiş olan kişi; pervasızca yürü, dilini aç!”
Çoban, "Ey Musa, ben o halde, o sözden geçtim. Şimdi kendi gönlümün kanına bulandım.
Ben Sidret-ül Müntehâ'dan da aşmış, oradan bile yüz binlerce yıl öte gitmişim.
Sen, bir kamçı vurdun, atım şahlanıp sıçradı, kâinat, aştı.
(Mesnevi, c 2)



FİL YAVRUSU YİYENLER

"Hindistan'da akıllı bir adam, dostlarından üç kişinin uzak bir seferden geldiklerini, aç ve çıplak bulunduklarını gördü. Bilgiden doğma merhameti coşup:
-Hoş geldiniz, dedi. Biliyorum karnınız bomboş, pek açsınız. Bu yüzden pek çok mihnetlere uğramışsınız.
Fakat dostlar! Aman, Allah için olsun fil yavrusu yemeyin. Şimdi gideceğiniz yolda filler vardır. Fakat benim öğüdümü can ü gönülden dinleyin.
Yolunuzdaki fil yavrularını avlamak isterseniz, bu gönlünüze pek hoş gelir. Onlar pek kuvvetsiz, pek lâtif ve semizdir. Fakat anaları pusudadır, onları korur.
Yavrusunun ardından feryat u figan ederek yüz fersah yol yürür evlâdını arar durur. Hortumundan ateşler saçar dumanlar savurur. Yavrularına şefkati çoktur, sakın da, yavrularını avlamayın. Bu öğüdümü tutun da canınız belâlara düşmesin. Otlarla, yapraklarla yetinin, fil yavrularını avlamaya varmayın. Ben boynumdaki öğüt borcunu ödedim. Öğüdü tutanın sonu ancak mutluluktur.
Bunları söyleyip "haydi uğrunuz açık olsun" diyerek onları selâmetledi.
Onlar, yolda açlığa, kıtlığa düştüler iştahları arttıkça arttı.
Ansızın yolda yeni doğmuş bir fil yavrusu gördüler. Sarhoş kurtlar gibi başına üşüştüler. Onu tertemiz yiyip bu işlen ellerini yıkadılar.
Yoldaşlardan birisi, onları uyarttı. O bilginin nasihati hatırındaydı. "Bari fili kebap edip yemeyelim. Fena kokar" dedi ise de dinletemedi. Kendisi kebabı yemedi. Hâlbuki eski ve tecrübe görmüş akıl, sana yeni bir baht bağışlar.
Onlar, fil yavrusunu yiyip yattılar uyudular. O aç adamsa, sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı. Birdenbire baktı ki kızgın bir fil çıka geldi. İlkönce o gözetleyene vardı çattı.
Ağzını üç kere kokladı. Fakat ondan hiçbir fena koku gelmedi. O iri fil birkaç kere etrafında dolaştı ise de o adama hiç dokunmadı.
Uyuyanların ağızlarını kokladı. Hepsinden bir koku aldı. Yavrusunu kebap edip yiyenleri o saat paraladı hiç ürkmedi, öldürdü. Onların her birini havaya kaldırıp yere vurarak parçalamaktaydı.
Ey halkın kanını emen! Bu işten vazgeç, uzaklaş! Hal-km kanı seni felâkete düşürmesin.
Bil ki halkın malı, kanı demektir. Çünkü mal güçle kuvvetle, çalışmayla kazanılır.
O fil yavrularının (mal ve hizmet sahiplerinin) anaları kan güder. Fil yavrusu yiyenden öç alır, parçalar.
Ey rüşvet alan kişi! Sen de fil yavrusu yemektesin. Sana düşman olan fil (halk) kökünü kazır, seni kaldırıp yere vurur.
Hilelere sapan kişiyi, o fil yavrusu kebabı kokusu, rezil rüsva etmiştir. Unutma, fil, yavrusunun kokusunu bilir.
Muhammed Mustafa (S.A.) tâ Yemen'den koku alır da bizdeki güzel veya çirkin kokuyu nasıl almaz?
(Mesnevi, c. 3)


DAMDA DEVE ARANDIĞINI KİM GÖRMÜŞ

O iyi adlı, iyi sanlı padişah, bir gece tahtında otururken damda bir tıkırtı, bir hay huy duydu.
Sarayın damında sert sert adımlar atılıyordu.. Kendi kendisine kimin ne haddine dedi.
Sarayın penceresinden "Kim o., bu, insan olamaz peri olmalı herhalde" diye seslendi.
Hiç görülmemiş bir bölük halk, damdan başlarını indirdiler.. Dediler ki: Kaybımız var, gece vakti onu arayıp duruyoruz.
İbrahim Edhem "Ne arıyorsunuz?.. Dedi. Dediler ki, Develerimizi! İbrahim Edhem "Damda deve arandığını kim görmüş?.. Deyince.
Dediler ki: "Peki, öyleyse sen taht üstünde oturur, padişahlık ederken Tanrı'yı bulmayı nasıl arıyor, nasıl umuyorsun?
İşte bu oldu, bundan sonra bir daha İbrahim Edhem'i kimse görmedi. Peri gibi insanların gözünden kayboldu
Kendisi, halkın gözü önündeydi ama manası gizliydi, halk, sakaldan, hırkadan başka neyi görür ki?
Kendi gözünden de kayboldu, halkın gözünden de.. İşte ondan sonra Zümrüdüanka gibi âlemde meşhur oldu.
Hangi kuşun cam, Kafdağı'na geldiyse bütün âlem onu söyler, ondan bahseder.
(Mesnevi, c. 4)


TANRI’YI SINAMAYA KALKIŞMA

Tanrı'yı ululamayı bilmeyen bir inatçı, bir gün Murtaza'ya dedi ki:
'Pek yüksek bir yapının damından. Ey aklı başında olan, Tanrı'nın koruyacağını biliyorsun değil mi?
Murtaza, evet dedi. O koruyucudur, ganidir. Bizim varlığımızı, bizi ta çocukluğumuzdan adamlığımıza kadar hep o korur, o görüp gözetir!
Yahudi, peki dedi, mademki öyledir kendini bu damdan aşağıya at. Tanrı'nın koruyuculuğuna tamamıyla güven!
Kendini aşağıya at da ben de adamakıllı inandığını anlayayım, güzelim inanışını, deliliyle göreyim!
Müminler emiri ona dedi ki: Sus, defol git de bu cüret yüzünden canın belaya sataşmasın!
Kulun, iptilalara düşerek Tanrı’yı sınaması hiç yaraşır mı?
A nadan, a budala, kulun ne haddi vardır ki edepsizliğe kalkışıp Tanrı'yı sınamaya girişsin?
Sınama, Tanrı'ya yaraşır, o, her an kullarını sınar durur.
Bu sınamayla da içimizde gizlediğimiz inanışlarımızı bize apaçık gösterir.
Âdem, bu suçla, bu hata ile Hakk'ı sınadım dedi mi hiç?
"Padişahım, senin hilmin nereye kadardır? Onu görmek istedim" gibi bir söz söyledi mi hiç?
Ah, bu mecal kimde var, kimde?
Senin aklın şaşmış, pek sersemleşmesin. Özrün, günahından beter!
Gök kubbeyi yücelteni sınamak ha! Sen, bunu ne bilirsin ki?
A hayrı, şerri bilmeyen, sen kendini sına, başkasını değil!
Kendini sınadın mı başkalarını sınamadan vazgeçersin.
Şeker parçası olduğunu bildin mi? Şeker yapılan ve satılan yere lâyık olduğunu da bilirsin.
Sınamaksızın şunu bil ki Tanrı, yersiz, zamansız şeker göndermez sana.
A yiğidim, bir zerre, kalkar da dağı tartmağa girişirse terazisi parçalanır gider!
Onlar da kendi akıllarınca bir terazi düzerler de Tanrı erini o teraziyle tartmağa kalkarlar!
Onu sınamak, ona emrine göre hükmetmek gibidir. Öyle bir padişaha buyruk buyurtmaya kalkışma sakın!
(Mesnevi, c. 4)


SU DURDU MU, PİSLENİR EY KİRLİLER, PİSLER! BANA GELİN

Su durdu mu pislenir. Pislenince de duygu, ondan iğrenir, onu istemez.
Tanrı, yine onu doğruluk denizine götürür, o suların suyu, kereminden onu yıkar, arıtır.
Ertesi yıl eteğini sürüyerek gelir. Hey, nerdesin? Dense "Hoşlar denizindeyim.
Ben burada pislendim, gittim. Temiz geldim. Elbiseler giyindim, toprağa ulaştım.
Ey kirliler, pisler, bana gelin. Çünkü ben, Tanrı huyuyla huylandım.
Bütün kirliliğinizi kabul ederim, melek gibi şeytana bile temizlik bağışlarım.
Pislenince yine oraya giderim; temizliklerin aslının aslına varırım.
Kirli hırkamı orada başımdan çıkarırım, o, yine bana temiz bir elbise verir.
Onun işi budur, benim işim de bu. Âlemlerin rabbi, âlemi bezer, süsler" der.
Bizim bu pisliklerimiz olmasaydı suya bu icazetname nerden verilirdi?
Su, birisinden altın keseleri çalmış, nerde bir müflis diye her tarafa koşan birine benzer.
Yahut bitmiş otlara dökülür yahut bir yüzü yunmamışın yüzünü yıkar.
Yahut da denizlerde elsiz, ayaksız gemiyi hamal gibi başında taşır.
Onda yüz binlerce ilâç gizli. Çünkü her ilâç, olduğu gibi ondan yetişir, gelişir.
Her incinin canı, her tanenin gönlü bir eczane gibi suda yürür durur. Yeryüzü yetimlerini o besler, kuruyup kalmış kişileri o yürütür.
Fakat mayası bitti mi bulanır, yeryüzünde bizim gibi şaşırır kalır.
Suyun bulandıktan sonra bu Tanrı'dan yardım dilemesi.
İçten feryada başlar; Yarabbi, hana ne verdiysen verdim, yoksul kaldım. Sermayemi temize, pise döktüm, sarf ettim. Ey sermaye veren, daha yok mu?
Tanrı, buluta onu iyi bir yere götür der. Güneşe de, Ey güneş der, onu yukarıya çek!
Onu türlü türlü yollara sürer, nihayet ucu bucağı olmayan denize ulaştırır.
Hu sudan maksat, velilerin canıdır. O can, sizin kirliliklerinizi iyiden iyiye yıkar, arıtır.
Yeryüzündekilerin hıyanetliklerinden bulandı mı yine arşa, temizlik bağışlayana gider.
Yine o taraftan eteğini çeke çeke gelir, o okyanusun temizliklerinden yeryüzündekilere ders vermeye koşar.
(Mesnevi, c. 5)


ÖKÜZ, ÖKÜZ AÇLIĞINA TUTULMUŞTUR AKŞAMA KADAR BÜTÜN YAZIYI BAŞTANBAŞA OTLAR, BİTİRİR.

Dünyada yemşeyil bir ada vardır, orada yalnız başına obur bir öküz yaşar.
Akşama kadar bütün yazıyı yalar, otlar, doyar, semirip şişer.
Gece oldu mu yarın ne yiyeceğim diye düşünceye dalar, bu düşünce onu dertlendirir, ince bir kıla döner.
Sabah olunca yazı, yine yeşermiştir. Yeşillik, çayır, çimen, ta bele kadar büyümüştür.
Öküz, öküz açlığına tutulmuştur, akşama kadar bütün yazıyı baştanbaşa otlar, bitirir.
Yine büyür, semirir, şişer. Bedeni yağlanır, güçlü kuvvetli bir hale gelir.
Derken akşam oldu mu açlık korkusuna düşer, bu korkuyla titremeye başlar, yine korkusundan zayıflar.
Yarın yayım zamanı ne yiyeceğim, ne edeceğim? Diye düşünür durur. Yıllardır, o öküz bu haldedir işte.
Bunca yıldır bu yeşilliği otlar, bu çimenlikte yayılırım.
Hiç bir gün rızkım azalmadı. Bu korku nedir, bu gönlümü yakıp yandıran gam nedir diye düşünmez bile.
Akşam oldu, gece bastı mı o semiz öküz, eyvahlar olsun, rızkım bitti diye diye yine zayıflar.
İşte nefis, o öküzdür, yazı da dünya. Nefis ekmek korkusuyla daima zayıflar durur.
Gelecek zamanlarda ne yiyeceğim? Yarının rızkını nasıl ve nerde elde edeceğim kaydına düşer.
Yıllardır yedin, yiyeceğin eksilmedi. Artık biraz da gelecek düşüncesini bırak da geçmişe bak.
Yediğin rızıkları hatırına getir, geleceğe bakma da az sızlan!
(Mesnevi, c. 5)


ŞAİR DEDİ Kİ: DOĞRU AMA YEZİD İN DEVRİ NERDE, BUGÜN NERDE? BU YAS, BURAYA NE KADAR DA GEÇ GELMİŞ!

Aşure günü, bütün Halepliler, Antakya kapısına gelirler, ta geceye kadar.
Kadın erkek, büyük bir kalabalık toplanır, Ehlibeyt'in yasını tutarlardı.
Bağırırlar, ağlarlar, feryat ederlerdi. Şîa, Kerbelâ vakası için yas tutardı.
Ehlibeyt'in Yezit'ten, Şimir'den çektikleri zulümleri, onlar tarafından uğradıkları sınanmaları sayıp dökerler.
Sesleri ses verir, feryatları, bütün ovayı, çölü doldururdu.
Bir garip şair, âşure günü çölden geldi, o feryadı duydu.
Şehri bırakıp o tarafa yürüdü, o feryadın sebebini araştırmaya koyuldu.
Merak etti, bu gam nedir, bu yas kime tutuluyor diye soruşturmaya başladı.
Her halde bir ulu bey ölmüş olmalı diyordu, böyle bir topluluk, küçük iş değil.
Ben garibim, siz buralısınız. Adını, lakaplarını söyleyin.
Adı neydi, ne iş görürdü, nasıl adamdı? Bana bildirin de onun iyiliklerine ait bir mersiye söyleyeyim.
Ben şairim, bir mersiye düzüp okuyayım da buradan bir yiyecek bir azık parası alayım.
Bunu duyanların birisi dedi ki: Yahu, sen deli misin? Yoksa Şia değilsin de Ehlibeyt düşmanı mısın?
Aşure gününü, o gün şehit olan cana yas tutmanın yüzlerce yıl yaşamadan daha üstün olduğunu bilmiyor musun?
Bu dert, müminin yanında değersiz olur mu hiç? Kulağın aşkı, küpenin değerincedir.
Mümine göre o pak ruhun yası, yüzlerce Nuh tufanından da meşhurdur.
Şair dedi ki: Doğru ama Yezid'in devri nerde? Bu yas, buraya ne kadar da geç gelmiş?
Körler bile o kötülükleri gördüler, sağırların kulakları bile o hikâyeyi duydu.
Siz şimdiye kadar uyuyor muydunuz ki şimdi yas tutuyor, elbisenizi yırtıyorsunuz?
Ey uykuya dalanlar, kendinize ağlayın! Çünkü bu ağır uyku, çok kötü bir ölüm.
Tanrıya mensup ruh, zindandan kurtuldu. Neden elbisemizi yırtalım, niçin elimizi ısırıp duralım?
Onlar, din sultanlarıydı. Bağı kırdıkları zaman onlara sevinç çağıdır.
Devlet sayvanına uçup gittiler, tomruğu, zinciri çözüp attılar.
O gün devlet günüdür, güzellik ve saltanat günüdür. Bir zerrecik anlasan, bilsen bunun böyle olduğunu tasdik edersin.
Bilmiyor, anlamıyorsan yürü, kendine ağla. Çünkü göçmeyi, mahşeri inkâr ediyorsun.
Kendi harap dinine, gönlüne ağla ki, bu eski topraktan başka bir şey görmüyor.
Görüyorsa neden yiğitleşmiyor, Tanrıya, dayanmıyor; neden gözü tok değil?
Nerde yüzünde din şarabının verdiği nur? Denizi gördüysen hani cömert elin, avucun?
Irmağı gören suyu esirgemez; hele o denizi, o bulutu görmüşse.
(Mesnevi, c. 6)

 

MESNEVİ'DEN PARÇALAR-AHMET KABAKLI'NIN TÜRK EDEBİYATI KİTABINDAN

Peygamber: "Ben de Sizin Gibi İnsanım" dedi
Murtaza'nın (Hz. Ali) yanına bir kadın gelip: "Çocuğum oluğun üstüne kaydı, dedi.
Çağırsam, ele geçmez. Bıraksam, düşüp helak olacağından korkuyorum.
Akıllı değil ki, tehlikeden kurtul yanıma gel, diyeyim de anlasın.
Elle işaret anlamaz, anlasa bile kötülük şu ki dinlemez!
Mememi, sütümü gösterdim ama benden gözünü, yüzünü çevirip duruyor!
Tanrı hakkı için ey ulular, siz, bu âlemde de âcizlerin ellerinden tutan, onlara yardım eden erlersiniz, o âlemde de!
Benim derdime tez bir derman bul ki gönlümün meyvasını kaybedeceğim diye yüreğim titremede!"
Ali dedi ki: Dama bir çocuk çıkar. Çocuğun, kendi cinsine ebedî olarak âşıktır.
Kadın öyle yaptı. Çocuk, o çocuğu görünce ona yüz tuttu; Oluktan dama geldi. Her cins, kendi cinsinden olanları çeker, bunu böyle bil!
Çocuk sürüne sürüne öbür çocuğun bulunduğu tarafa geldi ve aşağıya düşme tehlikesinden kurtuldu.
Peygamber, ben de sizin gibi insanım, kendi cinsinize gelin kaybolmayın buyurdu.
Çünkü cinsiyetin acayip bir çekiciliği vardır, nerde birisini ve bir şeyi arayan varsa onu aratan, o yana çeken cinsiyettir.
İsa ve İdris, meleklerle aynı cinstendiler; onun için gökyüzüne çıktılar.
Hârut'la Mârût'sa ten cinsindendiler; yücelerden aşağıya indiler.
Kâfirler, şeytanlarla aynı cinstendir. canları, şeytanların şakirdi olmuştur.
Şeytanlardan yüz binlerce kötü huylar öğrenmişler, akıl ve gönül gözünü kapamışlardır.
Onların kötü huylarından en ehemmiyetsizi hasettir.
O köpekler bunlara ululuk ve haset öğretmişlerdir. Onlar halkın ebedî bir mülke, bir devlete sahip olmasını istemezler.
Kimde, sağdan soldan bir yücelik görürlerse hasetten âdeta kulunçları kabarır, dertlenirler. Çünkü harmanı yanmış talihsiz, kimsenin mumunun yanmasını istemez.
Mesnevi, Cilt IV

Dilci ile Gemici
Bir dil bilgini gemiye binmişti. O kendini beğenmiş dilci, yüzünü gemiciye dönüp:- Sen, dedi. Hiç gramer okudun mu? Gemici, "hayır!" deyince beriki:- Eyvah! dedi. Gitti ömrünün yarısı... Gemici bu yüksekten atarlığa kızdı, alındı, gönlü kırıldı, fakat sustu. Hemen cevap vermedi. D erken, rüzgâr, gemiyi bir girdaba düşürdü. O zaman gemici, dil bilginine bağırdı:
- Sen yüzme bilir misin? Bilgin; telâşla:
- Hayır, dedi, bende yüzgeçlik arama.
O zaman gemici:
- Eyvah! dedi. Gitti ömrünün hepsi. Çünkü gemi bu girdaptan kurtulamayacak.
Deniz suyu, ölüyü el üstünde tutar ama düşen adam diri olursa nasıl kurtul¬sun? Sen de eğer benliğini iddianı öldürürsen, gerçeklik denizi, seni başının üstünde taşır. Ey bilgin, sen halka eşek diyorsun ama işte eşek gibi buz üstünde kalakaldın.
Mesnevi, C.l

Hikmetler
Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler. "Biz de onun gibiyiz!" dediler. Velîleri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki: "İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da."
Onlar, körlüklerinden, aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilemediler.
Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal.
Her iki çeşit âhû, bir yerden yedi. Fakat bundan pislik zuhur etti, Öbüründen halis misk.
Her iki çeşit kamış bir sulaktan içti. Biri bomboş, biri şekerle dolu. Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir. Acı su da tatlı su da berraktır. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.
Mesnevi, C.III

Arap Atları ve Eşek
(Mesnevi'nin Beşinci cildinden 15. yüzyıl şairimiz Şeyhî'nin meşhur "Harnâme"sine kaynaklık ettiği anlaşılan ve zannımca araştırmacıların gözünden kaçmış olan şu kıssayı da sunuyorum
Kitabımızın, bu cildinde 15. asır divan şairleri arasında "Harnâme"sini de okuyacağınız Şeyhî'de "zayıf ve nizâr Eşek"in uzun bir macerası vardır. "Semiz öküzleri" kıskanmak yüzünden, kendi başına iş yapmaya kalkan bir eşek, "boynuz isterken kulağını da kaybederek" pişman olmaktadır.
Mevlana'daki bu eşek, daha zarif ve ariftir. Gördüğü ibret ona yetişmektedir.
Şeyhî, Harnâme'nin ibret kısmını, maksadına uygun bulmadığı için hem kısa kesmiş hem de değişik havaya koymuştur. Mevlâna'da ise iş kader'e terk edilmeyip sebep ve sonuçlar üzerinde de durulmaktadır. Sosyalist, kapitalist, hünerli, hünersiz, faydalı ve faydasız pek çok kimseyi düşündürmesi ihtimali olan bu hayvanlı hikâye (fable)'nin dikkatle okunacağını umuyorum)

"Bir saka vardı. Onun da bir eşeği vardı. Eziyetten çember gibi iki büklüm olmuştu.
Sırtında yükün ağırlığından açılmış yüzlerce yara vardı. Ölümü bekleyip duruyordu. Ölüm gününe âdeta âşıktı.
Arpa nerde? Kuru otu bile bulamıyor, kevenle bile karnını doyuramıyordu. Sırtının her tarafı silme yara olduğu hâlde insafsız sahibi demirden bir şişle onu nodullayıp duruyordu.
Padişahın imrahoru bir gün o eşeği görüp acıdı. Sahibiyle ahbaplığı vardı zaten. Selâm kelâmdan sonra:
Bu eşek neden böyle dal gibi iki kat olmuş? diye sordu. Adam:
Benim fakirliğimden, benim taksiratımdan... Bu zavallı ağzı dili bağlı mahlûk
saman bile bulamıyor, dedi. İmrahor:
Sen birkaç gün onu bana ver ki padişahın ahırında yedirip kuvvetlendireyim,
dedi.
Adam, eşeğini o merhametli imrahora verdi. O da, götürüp pâdişâhın ahırına bağladı.
Gel gör ki eşek ahırın her yanında taylı, semiz, güzel ve taze Arap atlarını görüyordu.
Ayak bastıkları yerler, süprülmüş, sulanmıştı; arpaları, samanları tam vaktinde geliyordu. Atların tımarını da görünce başını göğe kaldırarak dedi ki:
- Ey yüce Allah’ım! Eşek oldumsa ben senin mahlûkun değil miyim? Neden
böyle bitkinim, neden zayıflıktan tükenmişim, sırtım yara bere içinde? Geceleri
sırtımın acısından, karnımın açlığından hep ölümü bekliyor, istiyorum.
Bu atların her şeyi böyle mükemmel de peki neden azap ve belâyı yalnız bana vermişsin? Derken ansızın bir savaş koptu. Arap atlarının eyerlerini vurup sava¬şa sürdüler. Düşman onlara oklar yağdırdı her yanlarına temrenler (ok uçları) saplandı.
Savaştan döndüklerinde hepsi de bitkin ve perişan ahıra konuldular. Sağlam iplerle ayaklarını sımsıkı bağladılar, nalbantlar sıra sıra dizildi.
Gövdelerini hançerlerle yarıyor, temrenleri yaralarından çıkarıyorlardı. Eşek bunların hâlini görünce:
- Yarabbi dedi. Ben fakirlikle süregeldiğim şu afiyete razıyım. Şu besinleri de istemem, çirkin yaraları da, Dünya hırsından vazgeçmeyen afiyet bulamaz.
***
"Sende yürek olmadıktan sonra hançerlerin ne faydası var? Tutalım Alî'den "Zülfikar"ı miras aldın, Tanrı arslanındaki bilek sende var mı ki?
Kazanmak ve çok şeyler elde etmek için diyelim ki bir gemi yaptın, fakat Nuh gibi bir kaptan mısın sen?
İbrahim gibi put kırdığını farz edelim, kendi içindeki putu ateş içine atabilir misin sen?
Tanrı'dan delilin, içinde erliğin varsa koy ortaya, o erlik, tahta kılıcı bile Zülfikar hâline getirir."
Mesnevi, C.5

SON EKLENENLER

Üye Girişi