Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 NEŞET ERTAŞ HAYATI ve ŞİİRLERİNEŞET ERTAŞ ile ilgili görsel sonucu

Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesine bağlı Kırtıllar köyünde doğan, ozan ve Halk Müziği sanatçımızdır Babası saz ustası Muharrem Ertaş, annesi Döne Hanım’dır.

İlkokula gittiği yıllarda önce keman, sonra da bağlama çalmayı öğrendi Babası ile birlikte yörenin düğünlerinde sazı çalıp türküler söylemeye başladı Etkilendiği tek kişinin babası olduğunu söyleyerek, “Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız.” derdi.Neşet Ertaş, 1950′li yılların sonunda İstanbul’a gelerek ilk plağını “Neden garip garip ötersin bülbül?” adı ile babası Muharrem Ertaş’a ait bir türküyle çıkardı Halk tarafından çok beğenilen bu plağı, ardından diğer plak, kaset ve halk konserleri takip etti. Daha sonra Ankara’ya yerleşti. Burada yaşadığı hastalıklar sebebiyle kardeşinin daveti üzerine Almanya’ya gitti. Çocuklarının eğitimi ve sanat çalışmalarından dolayı uzun süre Almanya’da kalan sanatçı, 2000 yılında İstanbul’da verdiği konserle sahne hayatına döndü.Ertaş, UNESCO’nun ”Yaşayan İnsan Hazinesi” ilan ettiği Ertaş, Abdal müzik geleneğinin en önemli temsilcilerindendiNeşet Ertaş, TBMM’nin ”Üstün HizmetÖdülü” verdiği Abdal müzik geleneğinin en büyük temsilcilerindendi.Kırşehir’in Çiçekdağ ilçesindedoğan ve Kırşehir’in Abdalları’ndan olan Ertaş, keman ve bağlama çalmayı 5-6yaşlarında öğrendi.Annesinin vefatından sonra Orta Anadolu Türkmen/Abdal Müziği geleneğininbilinen en güçlü temsilcilerinden biri ve en büyük bozlak ustası babası MuharremErtaş ile yöredeki düğünlerde saz çalıp, türkü söylemeye başlayan Ertaş’ınetkilendiği tek kişi babası Muharrem Ertaş oldu.Ertaş, 14 yaşında İstanbul’a giderek babasına ait ”Neden Garip GaripÖtersin Bülbül” türküsünün adını verdiği ilk plağını çıkardı. Çok beğenilen buplağı, diğer plak, kaset ve konserler takip etti.”Hepimiz bu devletin sanatçısıyız”İstanbul’da 2 yıl yaşayan Ertaş, daha sonra Ankara’ya yerleşti.Gazinolarda çalışan ozan, sağlık sorunları nedeniyle 1979′da Almanya’ya gitmekzorunda kaldı.Çocuklarının eğitimi ve sanatsal çalışmalarından dolayı 23 yıl Almanya’dakalan büyük ozan, 2000 yılında İstanbul’da verdiği konserle Türkiye’deki sahnehayatına geri döndü.

İzmir’e yerleşen ”Bozkırın tezenesi”, Süleyman Demirel’incumhurbaşkanlığı döneminde kendisine sunulan ”Devlet Sanatçısı” unvanını,”Hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı banaayrımcılık geliyor” diyerek kabul etmedi.Ozana, 2006 yılında TBMM tarafından Üstün Hizmet Ödülü verildi. BirleşmişMilletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO da 2010 yılında Ertaş’ı ”Yaşayanİnsan Hazinesi” olarak ilan etti.Çok sayıda ünlü onun türkülerini seslendirdiYıllar önce ”Kırşehirli Mahalli Sanatçı” olarak bilinen Neşet Ertaş’ın çok sayıdaki türküsü Barış Manço, Cem Karaca, Selda Bağcan, ZekiMüren başta olmak üzere pek çok ünlü isim tarafından da seslendirildi. Sonyıllarda sağlık sorunları nedeniyle İzmir ve İstanbul’da tedavi gören, çeşitlioperasyonlar geçiren Ertaş, bir süre önce Medical Park İzmir Hastanesi’nekaldırılmıştı.69 yaşındaki Ertaş’ı tedavisi süresince eşi Seyhan, çocukları Döne, Cananve Hüseyin Ertaş yalnız bırakmadı.

 


NEŞET ERTAŞ -2 

 (1938- 2012)

"Bozkırın Tezenesi" olarak da bilinir.

Babası saz ustası Muharrem Ertaş ile birlikte  yörenin düğünlerinde sazı ile çalıp sesi ile türküler söylemeye başlar. Ertaş, etkilendiği tek kişinin babası Muharrem

Ertaş olduğunu söyler. 

Neşet Ertaş, 1950'li yılların sonunda İstanbul'a gelerek ilk plağını 

"Neden Garip Garip Ötersin Bülbül" adı ile babası Muharrem Ertaş'a ait bir türküyle çıkardı. Halk tarafından çok beğenilen bu plağı ardından diğer plak, kaset ve halk konserleri takip eder. 

Daha sonra Neşet Ertaş Ankara'ya yerleşir. Burada yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle kardeşinin daveti üzerine Almanya'ya gider. 

Çocuklarının eğitimi ve sanatsal çalışmalarından dolayı uzun bir süre Almanya'da kalan sanatçı, 2000 yılında İstanbul'da verdiği konserle sahne hayatına geri dönmüştür.

Unesco tarafından “Yaşayan İnsan Hazinesi” kabul edilen Ertaş, 25 Eylül 2012 tarihinde İzmir'de tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirmiştir. 

Albümlerinden bazıları şunlardır:  Kendim Ettim Kendim Buldum, Gönül Dağı, Mühür Gözlüm, Zahidem, Neredesin Sen  

Sanatçı hakkında Can Dündar tarafından  “Garip: Neşet Ertaş Belgeseli” adlı bir belgesel hazırlanmıştır.


NEŞAT ABİ
Son bir yıl içinde ne zaman bir araya gelsek, sohbetin koyulaştığı demlerde, çok sevdiği birinin davetinden söz eder gibi hep şunu söylüyordu: “Ne zaman çağırırsa o zaman giderim Bayram gardaş; hazırım, O çağırınca bekletmek olmaz…” Geçtiğimiz hafta nihayet çağrıldı ve gitti…
Ebedi yolculuğuna çıktığı gün yüzünde, vazifesini hakkıyla yapmış insanların gönül huzurunu yansıtan bir tebessüm vardı. O, bu dünyaya gönüllere hizmet için gönderildiğine inanıyordu. Türkülerinde en çok kullandığı sözlerden biri, “atam” dediği Yunus'un da dilinden düşürmediği ve kadim telaffuzuyla sadece Orta Anadolu ağzında yaşayan ‘gônül', en çok sevilen türkülerinden birinin adı

“Gönül Dağı” idi. İnsan gönlünün Allah'ın evi olduğuna inanırdı; “Hak'tır canların yapısı / Kimsede yoktur tapısı / Son durak gönül kapısı / Gırdıyısan girme gardaş” diye ünlerdi her fırsatta. Beş-altı yaşlarında babası Muharrem (Ertaş) Usta'nın dizi dibinde başladığı sanatını “gönül hızmatı” olarak nitelendirirdi. Konserlerinde kendisine gösterilen sevgi selinin önünü “gönüllerinizin hızmatçısı, ayaklarınızın turabıyım” sözleriyle kesmeye çalışır, “Büyüksün Baba!..” diye bağıranlara her seferinde “Hâşâ! Büyük Allah” derdi. “Üstâd” sözüne itirazını, kelimenin dilimizdeki söylenişini kullanarak gösterirdi: “Usta Allah'tır”.

Son yolculuğuna uğurlamak için yurdun dört bir yanından koşup gelen farklı görüş, düşünce, mezhep, meşrep ve inanç mensubu Kırşehir'e sığmayan on binlerce insan, ona gönül borçlarını ödemek için gelmişlerdi. Bu ülkenin Başbakan'ından, yaylıma çıkardığı koyunlarını oğluna emanet ederek cenazeye katılmak için yaya geldiğini söyleyen Kamanlı çobana kadar herkes aynı duygularla oradaydı: Ömrünü “gönüller yapmaya” adamış birine karşı gönül borçlarını ödemek… Herkes onu seviyordu, o da herkesi;  çünkü kelimenin gerçek anlamıyla o bir ‘insan'dı ve yaratılanı hiçbir ayırım gözetmeden seviyordu. Yunus'un “Yaradan'dan ötürü” diye gerekçelendirdiği bu duyguyu, o kendi diliyle “Allah sevmediğini yaratmaz” şeklinde ifade ederdi. Bu sözünün zihnime çakıldığı bir anekdotu aziz ve muazzez ruhundan istirhamla, ‘insan' olmamıza katkı sağlayacağını ümid ve temenni ederek nakletmek istiyorum; çünkü kendisi bu tür şeylerin fâş edilmesinden rahatsızlık duyardı.

‘Allah sevmediğini yaratmaz'

Bir tarihte (2000'li yılların başı) ırgatlık mevsiminin en yoğun ve sıcak günlerinde benim arabayla Ürgüp'ten konserden dönüyoruz. Yolun kenarına sıralanmış, Güneydoğu'dan ekmek parası için ırgatlık yapmaya gelmiş insanların kaldığı çadırların yanından geçerken, gözleri, otların dikenlerin üzerinde o kavurucu sıcakta yalın ayak gezen bu insanların çocuklarına takıldı. İç geçirerek, “Bayram gardaş, bak bunlar da insan, bunları da Allah yarattı. Allah sevmediğini yaratmaz.” dedi. Yoksulluk ve fukaralık üstüne konuşarak hayli yol aldık. Bir ara birden bana dönüp, “Senden bir ricam var, şuradan dön de o çadırlara bir uğrayalım.” dedi. Niyetini tahmin etmiştim ama yine de sordum, “Çadır başı beş-on kuruş yardımda bulunalım” dedi. Döndük. Yaklaşırken arabayı durdurup arka koltuğa geçti, tanınmamak için başına şapkasını takıp yüzüne doğru indirerek bana, “Senden ricam, çadırları say, oradaki çocukları da çağır, poşetin içindeki konser parasından çadır başı (…) lira say ver…” Allah biliyor ya, söylediği miktarı ben fazla buldum, “Abi orda  üç-beş tane değil ki, bir sürü çadır var, sana pek bir şey kalmaz, sen bilirsin ama istersen çadır başı…” Hemen itiraz etti, “Cuvara [sigara] paramla uçak param kalsın yeter, aç kalacak değiliz ya.” dedi. Söylediği miktar konserden aldığımız azımsanmayacak paranın çok büyük bir bölümüne tekabül ediyordu ve biliyordum ki dediği olacaktı. Yine itiraz edeceğini bildiğim halde, kendisine, “Madem öyle, bu yardımı senin yaptığını söyleyelim de, insanların meşhur olmuş sanatçılarla ilgili olumsuz düşünceleri değişsin, böyleleri de varmış demek ki desinler. Bu insanlık adına da bir kazanç olur.” dedim. Ben daha sözümü bitirmeden “O zaman yaptığımız şeyin Hak katında bir değeri kalmaz, kesinlikle söyleme.” dedi. Peki dedim. Çadırların yanına varıp arabadan inerek herkesi çağırdım, koşup gelen çocukların arasında yaşlı olduğu için çalışamayan bir ihtiyarla, yeni yetme bir kız çocuğu da geldi. Önce çadırları, sonra paraları sayarak, “Burada (…) milyon lira para var, çadır başı eşit olarak bölüşeceksiniz.” deyip parayı yaşlı amcanın eline tutuşturdum. Şaşırdılar, inanmadılar, inanamadılar ama bir yandan da ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlar. Derken arabanın arkasında oturan, yüzüne şapkasını indirmiş ‘esrarengiz' adamı merakla inceleyen o yeni yetme kız, birden bire “Aaa, vallaha bu Neşet Ertaş!...” demesin mi? Birden panikleyip ne yapacağımızı şaşırdık. Neşet Abi'nin oturduğu yerden başını kaldırmadan “Ne Neşet'i kızım, o burada ne gezer! Sür Bayram gardaş!” demesiyle gaza basıp hızla uzaklaştık. O insanlar o anda ne bizim kim olduğumuzdan emin olabildiler, ne verdiğimiz paranın sahte olup olmadığından. Paranın gerçek olduğunu çabuk anlamışlardır elbet ama, bizim kim olduğumuzu, o şapkalı ‘esrarengiz adam'ın gerçekten Neşet Ertaş olup olmadığını belki hâlâ konuşuyorlardır…

‘Yoksa sen de bahtı karalı mısın?'

O bu dünyaya garip geldi ve garip gitti. İlk gençlik yıllarından itibaren çalıp okumaya başladığı söz ve müzikleri kendisine ait türkülerinde de “Garip” mahlasını kullandı. Garip, gurbete düşmüş insan demekti ve o, kelimenin bu anlamıyla da hep gurbette yaşadı, gurbeti yaşadı. Hayatının yirmi beş yılını geçirdiği Almanya gurbeti belki onun için en kolay olanıydı. Kırşehir, Yozgat, Çiçekdağı, Yerköy, Keskin ve köylerinde geçen çocukluk yıllarındaki gurbeti hep acıyla anlatırdı. Cebinde iki buçuk lirayla Kırşehir'den çıkıp İstanbul gurbetinin kızgın kazanına düştüğü günlerde, kendisini bu ‘yoksuzluk' kuyusundan çekip çıkaran dönemin plak şirketi sahibi sanatçı Kadri Şençalar'ın Beyoğlu'ndaki gazinosunda okuduğu ilk bozlak da “Garip Bülbül” idi: “Neden garip garip ötersin bülbül/Yoksa sen de bahtı karalı mısın…”

Kendi bahtının karalığından ziyade başkalarının, fakir/fukaranın, özellikle kendisinin “bizim kara suratlılar” dediği Abdal aşiretine mensup insanların bahtlarına yanardı. Bir türküsünde söylediği “Zengin isen ya bey derler ya paşa/Fukara isen ya abdal derler, ya cingan hâşâ!” sözleri, yüreğinde onulmaz dert olan bu duygusunun en somut ifadesidir. Herkesten, hatta kendinden bile gizlediği bir özelliğini, yine ruhundan af dileyerek ifade etmek istiyorum: Konserlerinden, albüm satışlarından kazandığı parayla ev kirasını, çocuklarının okul parasını, hastane giderlerini, elektrik, odun-kömür masraflarını karşıladığı o kadar çok insan vardı ki, sayılarını kendisi de bilmezdi. Nadiren neşeli ve mutlu olduğu günler, bu insanların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla banka hesap numaralarına “haklarını” yatırdığı günlerdi. “Üzerimden büyük bir yük kalktı, hafifledim.” derdi. Yine böyle bir günde, kendisine, “Abi Allah razı olsun, Allah senin gibi fakir fukarayı düşünen insanlara daha çok versin ama pek böyle olmuyor, kesesinden başka bir şey düşünmeyenlere daha çok veriyor gibi, ne dersin?” dediğimde bana verdiği hikmetli cevabı ömrüm boyunca unutmayacağım: “Bayram gardaş, onlara Allah vermiyor, onlar zorla alıyorlar…”

Sanatı hayatı ile hayatı sanatı ile bu derece özdeşleşen; sazını sözüne, sözünü sazına bu derece yakıştıran ve yaklaştıran bir sanatçıyla karşılaşmak gittikçe daha da zorlaşıyor. Neşet Ertaş bu tür gerçek halk sanatçılarının günümüzdeki en güçlü temsilcisi idi. Onun her türküsünün içimizde bir yerlere dokunması, hayatımızın bir anına denk düşmesi bundandır.

Yaşamadığı, içinde hissetmediği, acısını gönlünde duymadığı hiçbir duygu, düşünce ve olayı ne anlattı, ne yazdı, ne de çalıp çığırdı. Söylediği her türkü, her bozlak, hatta her oyun havası yüreğini yaralayan, içini kanatan, gönlünü yakan sevdaların, acıların, yoksulluk ve çilelerin içten gelen feryadıydı. “Yürekten gelmeyen yırağa gider.” derdi. Neşet Ertaş'ın sazındaki sızı, sesindeki yanıklık, duygularındaki yakıcılık ve sözlerindeki anlam ve derinlik bütün bunların yüreğinden gelmesinden kaynaklanıyordu; çünkü “yürekten gelen yüreğe gider”di... O, en coşkulu, neşeli türkülerini söylerken bile alttan alta derin bir hüznü yaşar ve bize de yaşatır. Bu, hüznün bize en çok yakışanıdır.

Bozkırın Tezenesi Sustu

Behçet Necatigil, bir şairin sanat evrelerini hasret burcu, gurbet burcu ve hikmet burcu olarak üçe ayırır ve olgunluk döneminde yazdıklarını  “hikmet burcu”ndan seslenmesi olarak niteler. Neşet Ertaş, ozanlık geleneğinin diğer büyük ustaları gibi her ne kadar hikmet burcundan söylemeye çok erken yaşlarda başlamış ve bu vadide hem nitelik, hem nicelik yönünden çok başarılı eserlere imza atmış ise de, daha yazacağı çok şiir, havalandıracağı ve okuyacağı çok türküsü vardı. Ondan kalanlar, türkü külliyatımızın, halk müziği birikimimizin ve ‘musiki' kültürümüzün en seçkin örnekleri olarak gelecek kuşaklara aktarılacaktır. Bıraktığı miras Türk'ün, türkünün ve Türkçenin yüz akı eserleri olarak ebediyen yaşayacaktır.

Son üç gün hastanede yanında idim. Daha konuşacağımız çok şey olduğunu, iyileşince havalandıracağı türküleri olduğunu ve özellikle insanlara söyleyeceklerinin bitmediğini ifade etti bir ara. Fakat bunun kolay olmayacağının da farkındaydı. Öyle oldu.

Neşet Ertaş'sız türküler, bozlaklar öksüz, bağlama yetim kaldı. Türk müziği büyük bir saz, söz ve ses ustasını, müzik geleneğimiz deha derecesinde bir bestecisini, milletimiz ülkesine sevdalı dürüst bir evladını kaybetti. Ben ise bütün bunlara ilave olarak ‘Neşet Abi'mi kaybettim. Mekânın cennet olsun Abdal Ustam. Sesin gökkubbemizde ebediyen yankılanacak.

[Yorum-Bayram Bilge Tokel] 8 Ekim 2012


GARİP OZAN, “BOZKIRIN TEZENESİ” NEŞET ERTAŞ

Ülkemiz halk müziğinin önde gelen türkü yakıcı/havalandırıcı, icracı ve Garip mahlaslı halk şairi Neşet Ertaş, siroz tedavisi gördüğü İzmir Medical Park Hastanesinde 25 Eylül 2012 Salı günü hayata gözlerini yumdu. Cenazesi, vasiyeti üzerine 26 Eylül 2012 Çarşamba günü Kırşehir Ahi Evran Camisi’nde kılınan ikindi ve cenaze namazlarının ardından Bağbaşı Mezarlığı’nda kendisi gibi halk müziği ustası babası Muharrem Ertaş’ın (1913-1984) mezarının ayakucunda toprağa verildi. Cenaze törenine Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Anayasa Mahkemesi Başkanı, CHP Genel Başkanı, Kültür ve Turizm Bakanı ile çok sayıda siyasetçi, kültür adamı ve sanatçı dostlarıyla birlikte yurdun çeşitli yerlerinden gelen hemşehrileri, sevenleri katıldı. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül ile çok sayıda siyasetçi ve sanatçı, duydukları üzüntüyü ve Ertaş’ın sanatçı kişiliğini değerlendiren mesaj yayımladılar.


Romancı Yaşar Kemal’in adlandırmasıyla “Bozkırın Tezenesi” Ertaş, Kırşehir Abdal geleneğinin önemli sanatçılarından Muharrem Ertaş ve Döne Hanım’ın oğlu olarak 1938 yılında Kırşehir’in Kırtıllar köyünde doğdu. Göbeğine babasının bağlamasını koydular, o da bağlama çalsın diye. Kırtıllar, geçimini genellikle düğünlerde çalgı çalarak, halkı eğlendirerek sağlayan Abdal aşiretinin yaşadığı bir köydür. Türkmenistan’da da Abdal aşireti, kalabalık bir topluluktur ve yine halk müziği ve oyunlarıyla geçimlerini sağlayanları barındırmaktadır.


Muharrem Ertaş’ın Döne Hanım’la evliliğinden beş çocuk dünyaya geldi: Necati, Neşet, Ayşe, Nadiye ve Muhterem. İki erkek, üç kız. Babası Kırşehir, Yozgat, Niğde, Kayseri ve Kırıkkale düğünlerinde bağlama çalıp türkü söyleyerek halkı eğlendiriyor, geçimini sağlıyordu. Neşet, önce zil, maşa çalarak ritimle tanıştı. Beş altı yaşlarından itibaren köçeklik de yaptı. Ardından önce cümbüş, keman sonra da kolları yeterince uzayınca bağlama çalmayı öğrendi. Düğünlerde çalgı takımında keman, cümbüş, gırnata çalan da bulunurdu. Ağabeyi Necati keman çalıyordu. Bu sebeple cümbüşle başlamıştı çalgıcılığa. Düğün seyahatleri yörenin türkü, oyun dağarcığını belleğine yerleştirmişti. Ancak, bu gezginci hayat sebebiyle okul yüzü göremedi. Okuma yazmayı çevresinden öğrendi.


Ertaş ailesi Kırtıllar’dan sonra Çiçekdağı’nın İbikli köyüne yerleşti. Annesi Döne Hanım İbikli’de ölünce Yozgat’ın Kırıksoku köyünde yaşamaya başladılar. Babası, burada Arzu Hanım’la evlendi. Teyzesi tarafından büyütüldü küçük Neşet. Sekiz dokuz yıl bu köyde yaşadıktan sonra Yerköy ve Kırıkkale’de de bir süre kalıp Kırşehir’in Bağbaşı Mahallesini mesken tuttu Ertaş ailesi.


Küçük Neşet büyümüş, babasından güzel türkü söyleyip bağlama çalmayı öğrenmişti. Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara Devlet Türk Halk Müziği Sanatçısı ve Emekli Güzel Sanatlar Genel Müdürü Bayram Bilge Tokel, Neşet Ertaş hakkında en geniş araştırmayı yapmış, onunla saatlerce sohbet etmiş ve sonunda Neşet Ertaş Kitabı (Ankara 1999, 320 s., Akçağ Yayınları) adıyla değerli bir kitap yayımlamıştır. Bu kitaptan öğrendiğimize göre, on dört yaşındayken Muzaffer Sarısözen ona, Yurttan Sesler programında yer verdi. Daha sonra Ankara Radyosunda sınava tabi tutulan Ertaş, on beş günde bir yirmi üç yıl boyunca radyoda çalıp söyledi.


O dönemin müzik piyasasının merkezi, bugün olduğu gibi İstanbul’du. İstanbul’da plağa okuduğu ilk türkü Garip Bülbül (I957)’dür. İstanbul’da Beyoğlu Saz’da bir süre çalıp söyledi. Ankara ilk göz ağrısıydı. Gittiği İstanbul’dan Ankara’ya dönüp (1958) Kazablanka Gazinosunda sahneye çıktı. Gazino dünyasında ses sanatçısı Leyla Hanım’la tanışarak evlendi. Babası Muharrem Er-taş, bu evliliğe şiddetle karşı çıktı. Yedi sekiz yıl süren bu evlilikten oğlu Hüseyin ve kızları Canan ile Döne dünyaya geldi.


Ankara’da bir yandan gazinoda sahneye çıkıp Ankara Radyosunda program yaparken diğer yandan başka geçim kapıları da aradı. Hüseyin Koluman’ın bağlama atölyesine ortak olup bir bağlama yapmayı başardı. Ankara’da düz göğüslü bağlama üretiminin başlamasına sebep oldu. 1960-1976 yılları arasında hayatının önemli bir bölümünü Ankara’da yaşadı. Plak çalışmaları için zaman zaman İstanbul’a gitti. Önce Kırşehir ve çevre illerden duyduğu uzun hava ve kırık havaları okuyarak adını duyurdu. Daha sonra kendi deyişiyle türkü havalandırmaya/yakmaya başladı. Havalandırdığı türkülerin önemli bir bölümünün sözlerini, Garip mahlasıyla kendisi yazmaya çalıştı. Yeni türküler, bozlaklar peş peşe geldi. Ününe ün kattı bu yeni eserler. Doğuştan gelen bir yetenekle bağlamayı kendine özgü bir üslupla çalıyor, dinlenip de geçilen türküleri sesi ve sazıyla birdenbire dillere düşürmeyi başarıyordu. Türkülerin, şarkıların beğenilen müzik cümlelerini harmanlayıp yepyeni bir hava hâline getirme yeteneği vardı. Beğendiği mısralara yeni mısralar, süsleme kelimeleri ekleyerek şiir düzenleme konusunda da olağanüstü bir yeteneğe sahipti. Halkın hoşlandığı ezgileri, şiirleri sezip yaratma yeteneğiydi bu. Türk milletinin müzik haritasındaki bütün engebelere, doğal oluşumlara hâkimdi sanki. 1965-1975 yılları arasında Zahide’m başta olmak üzere pek çok türküsü; halkın diline, gönlüne yerleşti.
1976 yılında bir felç geçirdi. Bağlamasını çalamaz hâle geldi. O yıllarda Türkiye’de tıp bugünkü kadar gelişmiş değildi. Ağabey Necati, Almanya’da işçi olarak çalışıyordu. Tedavi için Almanya’ya gitti. Gidiş o gidiş... Tedavisi bitince tekrar bağlamasına kavuştu. Çocuklarına iyi bir öğrenim yapmak amacıyla Almanya’da kaldı. Köln’e yerleşti. Dört kişilik bir Neşet Ertaş Orkestrası kurup işçilerimizin düğünlerinde, bayramlarında halk müziği ihtiyaçlarını giderdi. Almanya’da bir süre, bir okulda bağlama öğretmenliği de yaptı. Ses kaseti dönemi başlayınca hem Türkiye’de hem de Almanya’da ses kasetleri piyasaya çıktı. 2000’li yılların başında halk konserleri için Türkiye’ye geldiğinde gördüğü ilgiden memnun olup Türkiye’ye dönmeye karar verdi (2001). Birçok konser verdi, radyo TV programına katıldı. Kalan Müziğin öncülüğünde eski ve yeni eserleri derlenip arşivlendi. Bir bölümünden yeni albümler oluşturuldu. Üç yıldır, vefat ettiği İzmir’de yaşıyordu.


Neşet Ertaş’ın repertuvarındaki halk müziği eserlerinin kesin ad ve sayısını bilmek mümkün değil. Plak ve kaset sayısı da tam olarak bilinmiyor. Ölümünden sonra otuza yakın olduğu yazıldı. Bu konuda elimizdeki en sağlam kaynak, Bayram Bilge Tokel’in Neşet Ertaş Kitabı. Kitabın 142-148. sayfaları arasında "Neşet Ertaş’ın Okuduğu Eserler” başlığı altında 183 türküsünün adı verilmiş. Bir bölümünün adını hatırlatalım: Aman Dünya Ne Dar İmiş, Anavatanımsın Baba Yurdumsan, Âhu Gözlerini Sevdiğim Dilber, Anam Ağlar Başucumda Oturur, Ben Bu Yıl Yârimden Ayrı Düşeli, Bugün Bana Bir Hâl oldu, Dâne Dâne Benleri Var Yüzünde, Dinle Sana Bir Sözüm Var, Gönül Dağı, Kar mı Yağmış Yüce Dağlar Başına, Karadır Bu Bahtım Kara, Köprüden Geçti Gelin, Ne Güzel Yaratmış Seni Yaradan, O Şirin Sözlerine, Yürü Bre Yalan Dünya, Hapishanelere Güneş Doğmuyor, Zahide Kurbanım N’olacak Hâlim, Zülüf Dökülmüş Yüze.


Yine Bayram Bilge Tokel’in tespitine göre TRT THM Repertuvarına Neşet Ertaş’tan derlenen 21 kırık ve 9 uzun hava (bozlak) girmiştir.
Ertaş’ın hayatı ve sanatıyla ilgili olarak Tokel’in kitabının benzeri bir yayın da T. İş Bankası Kültür Yayınlarınca yapılmıştır: Gönül Dağında Bir Garip/ Neşet Ertaş Kitabı (hzl. Haşim Akman, İstanbul 2006, 307 s.)


Hazırlayanları arasında yer aldığım, Kırşehir Valiliğince yayımlanan Kırşehir Halk Müziği kitabında (hzl. Salih Turhan, Mehmet Kara, Nail Tan, Abdullah Gündüz, Ankara 2007) Neşet Ertaş’ın kaynak kişi olarak belirtildiği 94 kırık, 47 de uzun hava bulunmaktadır. Ertaş’ın hayatı ve THM’ye hizmetleriyle ilgili önemli bir çalışma, TRT’nin Ali Boz-kurt yönetiminde hazırladığı Bayram Bilge Tokel’in danışmanlığını yaptığı dört bölümlük “Bozkırın Tezenesi” adlı belgeseldir. Ayrıca Can Dündar’ın hazırladığı Garip-Neşet Ertaş Belgeseli de vardır. Adnan Yılmaz’ın hazırladığı Kırşehir Belediyesince 2008 yılında yayımlanan Kırşehir Örneklemesiyle Anadolu Abdalları (Ankara 2008) adlı kitapta da Neşet Ertaş ve babası Muharrem Ertaş’la ilgili önemli bilgilere yer verilmiştir.
Ertaş, halk müziği alanında en çok beğenilen sanatçılardan biriydi. Hizmetleri, değeri hiçbir zaman unutulmadı. 2006 yılında “TBMM Üstün Hizmet Ödülü” ile onurlandırıldı. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül tarafından bir grup sanatçı arkadaşıyla 27 Mayıs 2008 tarihinde Köşk’te ağırlandı. UNESCO’nun Somut Olmayan Kültürel Miras Sözleşmesi çerçevesinde 2009 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığınca sekiz sanatçıyla birlikte “Türkiye’nin Yaşayan İnsan Hazinesi” ilan edildi. İlan gerekçesinde sanat dalı “Abdallık Geleneği Temsilcisi-Halk Ozanı” olarak belirtilmişti. 25 Nisan 2011 tarihinde ise İTÜ Devlet Türk Musikisi Konservatuarı Müdürlüğü ve İTÜ Rektörlüğü tarafından törenle “Fahri Doktor/Onur doktoru” unvanı verilerek hizmetleri, ülkemizin en yüksek müzik eğitim kurumunca değerlendirildi. TRT mahallî sanatçısı unvanıyla başladığı halk müziği serüveninde böylece en yüksek unvanlara kavuştu. Sağlığında adı Ankara’da bir parka verildi, heykeli dikildi. Kırşehir’deki Muharrem Ertaş Anıtı kompozisyonunda babasının karşısında oturmaktadır.

Söz, rahmetli Ertaş’ın aldığı unvanlardan açılmışken, ölümü üzerine basında yer alan iki yanlış/eksik haberle ilgili açıklama yapmak gerektiğine inanıyorum. Birinci haber, “Devlet Sanatçısı” unvanıyla ilgilidir. Basında, haber bültenlerinde; Sayın Demirel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde kendisine “Devlet Sanatçısı” unvanının verildiği, “Hepimiz bu devletin sanatçısıyız. Ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor. Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için büyük mutluluk bu.” diyerek, unvanı reddettiği yazılmış veya okunmuştur. Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünde uzun yıllar Devlet Sanatçılığı Yönetmeliği’nin uygulanmasıyla ilgili görevde bulunduğumdan konuyu gayet iyi biliyorum. Bu unvanın 1971’de getirilip 2002’de kaldırılmasıyla ilgili bir makale de yazdım. Kimlere bu unvanın verildiğini, reddedenlerin listesini açıkladım. 1998 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünde oluşturulan kurulca belirlenip Cumhurbaşkanı Sayın Demirel’in onayından geçen 85 kişilik Devlet Sanatçısı listesinde rahmetli Ertaş’ın adı yoktu. Ancak, Cumhurbaşkanlığı Makamı bazı sanatçılarla görüşüp listeye alınmaları konusunda tavsiyede bulunma yetkisine sahipti. Demek ki, Ertaş’la yapılan görüşme sonrası, söz konusu cevap alınınca Kültür ve Turizm Bakanlığına tavsiye notu gönderilmemişti. Kurul, kararlarını sanatçılara danışmadan almaktaydı. Bu yüzden 85 kişilik liste kamuoyuna açıklanınca Atıf Yılmaz, Orhan Pamuk, Sezen Aksu, Belkıs Akkale, Arif Sağ, Melih Cevdet Anday, Turhan Selçuk, Fikret Otyam ve Avni Arbaş verilen unvanı almayacaklarını bakanlığa bildirmişlerdir. Neşet Ertaş’ın adını bu reddedenler grubunda görmeyenlerin şaşırmamaları açısından bu açıklamayı yapmak istedim. Devlet Sanatçısı unvanı, sanatçılar arasında büyük huzursuzluk yaratmıştı. Ressam Mehmet Güleryüz’ün açtığı dava üzerine 2002 yılında Danıştay Devlet Sanatçılığı Yönetmeliği’ni ve bu yönetmelik çerçevesinde verilen unvanların önemli bir bölümünü iptal etti. Böylece, Ertaş’ın; "Hepimiz devletin sanatçısıyız.” sözü haklılık kazandı.

Görsel ve yazılı basında yanlış değerlendirilen ikinci konu ise Ertaş’a "Yaşayan İnsan Hazinesi” unvanını UNESCO’nun verdiği, Türkiye’nin onun değerini yeterince bilmediğidir.  UNESCO Genel Kurulunun 2003 yılında kabul ettiği "Dünya Somut Olmayan Kültürel Miras Sözleşmesi” 2006 yılında TBMM’ce onaylanmış, böylece ülkemiz sözleşmeyi uygulayacağını taahhüt etmiştir. Sözleşme gereğince, her ülke korunması, yaşatılması gereken somut olmayan kültürel mirasının (halk kültürü, folklor ürünleri) envanterini çıkarmak, bu mirası yaşatan insan hazinelerini tespit ve teşvikle görevlidir. Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğünce oluşturulan bir Uzmanlar Kurulu, Türkiye’nin somut olmayan kültürel miras çalışmalarıyla ilgili kararları almaktadır. Kurul, Türkiye’nin yaşayan insan hazinesi adaylarını da belirleyip Kültür ve Turizm Bakanının onayına sunmaktadır. Rahmetli Ertaş’a, 2009 yılında Yaşayan İnsan Hazinesi unvanı, sekiz halk kültürü sanatçısıyla birlikte Kültür ve Turizm Bakanlığınca takdir edilmiştir. Unvan belgesi ve ödülü, 26 Kasım 2010 tarihinde İstanbul Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde düzenlenen bir törenle dokuz halk kültürü sanatçısına verilmiştir. Kısacası, devletimiz Ertaş’ın ve diğer halk kültürü sanatçılarının değerini bilmiştir, bilmektedir.
Ertaş’ın boşandığı eşi Leyla Hanım Antalya’da, mühendis oğlu Hüseyin ve kızları Döne ile Canan Almanya’da Berlin’de yaşamaktadır.


TÜRK DİLİ


ŞİİRLERİNDEN SEÇMELER

Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın
Bende hiç gülmedim yalan dünyada
Sen beni gönlünce mutlumu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada

Sen ağladın canım ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım boş yere kandım
Rengi gönlümde solan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada

Bilirim sevdiğim kusurun yoğdu
Sana karşı benim hayalim çoğdu
Felek bulut oldu üstüme yağdı
Yaşları gözüme dolan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada

Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım eyvah muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada

***

Kurusa Fidanım

Kurusa fidanım güllerim solsa
Gönlümde solmayan gülümsün benim
Yaprakların güzel olsa dökülse
Daha taze fidan, dalımsın benim

Ağarsa saçların belin bükülse
Birer birer hep dişlerin dökülse
Kurusa vücudun kanın çekilse
Gine şu gönlümün yarisin benim

Bülbülün gül için zarı misali
Keremin bağrının narı misali
İnler garip gönlüm arı misali
Dadına doyulmaz balımsın benim

***

Ahirim Sensin

Cahildim dünyanın rengine kandım
Hayale aldandım boşuna yandım
Seni ilelebet benimsin sandım

Ölürüm sevdiğim zehirim sensin
Evvelim sen oldun ahirim sensin

Sözüm yok şu benden kırıldığına
Gidip başka dala sarıldığına
Gönlüm inanmıyor ayrıldığına

Gözyaşım sen oldun kahirim sensin
Evvelim sen oldun ahirim sensin

Garibim can yıkıp gönül kırmadım
Senden ayrı ben bir mekan kurmadım
Daha bir gönüle ikrar vermedim

Batınım sen oldun zahirim sensin
Evvelim sen oldun ahirim sensin

***

Yazımı Kışa Çevirdin

Yazımı kışa çevirdin
Karlar yağdı başa Leyla'm
Viran oldu evim yurdum
Ne söylesem boşa Leyla'm

Her an Gözümde perdesin
Nere baksam sen ordasın
Mevla'm ayrılık vermesin
Gökte uçan kuşa Leyla'm

Yardan ayrı kalmak ölüm
Söyle ne olacak halım
Böyle kader böyle zulüm
Gelir garip başa Leyla'm

***

 

GÖNÜL DAĞI 

Gönül Dağı yağmur yağmur boran olunca 

Akar can özümde sel gizli gizli 

Bir tenhada can cananı bulunca 

Sinemi yaralar yar oy, yar oy,..yar 

Dil gizli gizli, dil gizli gizli 

 

Dost elinden gel olmazsa varılmaz 

Rızasız bahçanın gülü derilmez 

Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez 

Gönülden gönüle yâr oy, yâr oy,..yâr 

Yol gizli gizli, yol gizli gizli 

 

Seher vakti garip garip bülbül öterken 

Kirpiklerin oku cana batarken 

Cümle âlem uykusunda uyurken 

Kimseler görmeden yar oy, yar oy,.. yar 

Gel gizli gizli, gel gizli gizli 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi