Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

NURULLAH ATAÇ

21 Ağustos 1898’de İstanbul Beylerbeyi'de doğdu. 1957’de Ankara'da yaşamını yitirdi. Türk edebiyatında modern anlamda deneme türünde ürün veren ilk yazar ve eleştirmen.

Asıl ismi Ali Nurullah Ata. Öğretmen Mehmet Ata Bey'in oğlu. İlkokuldan sonra 4 yıl Mekteb-i Sultani'de öğrenim gördü. Öğrenimini tamamlamak ve Fransızca öğrenmek için İsviçre'ye gitti. 1919'da Türkiye'ye döndü. Sınava girerek Darülfünun öğretmeni oldu. İstanbul'da Nişantaşı, Vefa, Üsküdar liseleri ile Adana Lisesi'nde Fransızca dersleri verdi. Ankara Orta Öğretim Mektebi, İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu, Gazi Terbiye Enstitüsü, Ankara Atatürk Lisesi'nde de öğretmenlik yaptı. Cumhurbaşkanlığı çevirmeni oldu. Emekliye ayrılana dek bu görevi sürdürdü. Yazmaya Yahya Kemal Beyatlı'nın yönettiği Dergâh dergisinde yayınlanan şiir ve yazılarıyla başladı. Daha sonra yalnızca deneme ve eleştiri türünde ürünler verdi ve çeviriler yaptı. Eski Türk edebiyatı ile çağdaş Batı edebiyatını inceledi. Yeni bir kültür, edebiyat ve dil arayışı içinde oldu. Çoğulcu bir düşünce yapısına ulaşmak için Batı hümanizmi ve demokratikleşme sürecini sindirmek gerektiğini savundu. Türkiye'de ulusal benliği koruyan bir Batılalaşma modeli uygulanmasını önerdi. Eleştirmenin okura sezinleyemediği güzellikleri tanıtması gerektiğini savundu. Kendi türettiği sözcükleri, devrik tümceleri ve kendine özgü biçemiyle dili bir uygarlık sorunu olarak ele aldı. Batılılaşma, Divan şiiri, yeni şiir, eleştiri gibi çeşitli konularda, kişisel yönü ağır basan yazılarındaki kuşkucu ve cesur tavrıyla pek çok genç yazarı etkiledi.
 
ESERLERİ:
  • Günlerin Getirdiği (1946)
  • Sözden Söze (1952)
  • Karalama Defteri (1953)
  • Ararken (1954)
  • Diyelim (1954)
  • Söz Arasında (1957)
  • Okuruma Mektuplar (1958)
  • Prospero ile Caliban (1961)
  • Söyleşiler (1964)
  • Günce I -II (1972)
  • Dergilerde (1980)

NURULLAH ATAÇ

Karikatürleri, öfkeli bir Wagner’i andırır. Kabarık, karmakarışık saçlar, çatık kaşlar, yiyecek gibi bakan hınç dolu gözler, küfürle buruşuk dudaklar. Bu öfke, herkesten önce burnundaki kelebek gözlüğü titretir gibidir. Onun yuvarlak camlarında korku şimşekleri çakar durur.    

Hâlbuki benim bildiğim Nurullah Ataç, hiç de böyle korkunç değildir. Ona umacı yüzü veren karikatürcülerimizi insafa davet ederim.

Donuk, krem esmerliğinde bir ten, simsiyah, yumuşak saçlar, karası akından çok, iri bebekli gözler, düz, sakin bir burun, dolgun yanaklar, konuşurken birbirini ezen dudaklar. Göbekli ve pelte adaleli bir gövde. Birbirini ezen dudaklar dedim. Evet, ilk günlerde onun konuşmasını dinlemek değil, seyretmek yorucudur. Harfleri, fethede ede söyler ve söktüğü her cümle size, bir zafer gibi, atlanmış bir siper gibi görünür.

Amma bu geçici bir tesirdir. Çabucak alışır ve sonra farkına varmaz olursunuz. Bir kere de bu mertebeye erdiniz mi, artık Nurullah’ın sohbetine doyamazsınız.    

Ressamların, öfke ve hınçla doldurdukları o kara gözlerde ben, çok kere en cana yakın bakışların parladığını gördüm.

Karikatürleriyle kendisi arasındaki tezatlardan biri de somurtkanlık damgasıdır. Nurullah bütün bu fırçaları yalancı çıkaracak kadar güler yüzlü, hattâ taşkın neşeli, şen bir adamdır. En küçük bahane ile ruhu köpürür. Şiir okur, şarkı söyler, her dem taze bir zevk şarabıyla çakır keyiftir.

Kendisini en çok tarif edenlerden olduğu halde birçoklarınca hâlâ anlaşılamadı gitti. Zavallı istediği kadar her yazısına, şunu sevmem...”, “böyle düşünmekten hoşlanmam” “şuna bayılırım”, “öylesinden tiksinirim” diye başlasın. Bütün bunlar, meşhur mısraın Varak-ı Mihrüvefa’sı gibidir. Kim okur? Kim dinler?

Şüyuu vukudan fena tutanlar, hayatı ve insanı iyi görmüşler, güzel anlamışlar. Nurullah da işte böyle bir yanlışlığa kurban oldu gitti.

Biıçok iddialarının şakadan ibaret bulunduğunu sezmediler. Garabeti bir çeşni meselesi saydığını anlamadılar.

“Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” mısraını, eğer bu bir mısra ise, tutup zevkinin alın yazısı haline koydular.

Bakîyi Okuyorum” başlıklı yazılarına göz gezdirenler, “Fuzulî, dünyanın en lirik şairidir!” dediğini görenler, Nurullah Ataç’m anlayışını, kültürünü tasdikten çekinmezler. Ve kendi kendilerine:

- Acaba bu dünyanın hududu nedir? diye sormayı bile lüzumlu bulmazlar.

Şu halde:

Derya misâl leşkerin üzre âlemlerin

Feth ü zafer sefinesine açtı bâdbân

ve:

Yıktın hezâr bütgedeyi mescid eyledin 

Nâkus yerlerinde okuttun ezanları

gibi birine müthiş bir zafer tablosu, ötekine birkaç bin sayfalık bir tarih kıymeti sığdırılan beyitlerin hakkını veren adam, nasıl oluyor da:

“Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” lâf dizisinde bir Bakî mersiyesinin kuvvetini buluyor? diyeceksiniz.

Söyleyeyim:

Bakî ile Fuzûlî’den bahseden adam, hakiki Nurullah Ataç’tır. Öteki, sanat sahnemizde Mefisto rolünü oynuyor:

Yalnız şu fark ile ki Mefisto, gerçek bir değeri baştan çıkarmıştı. Hakikaten mücrimdi. Nurullah’ın şımartarak çileden çıkardıkları ise, ömürlerinde hiçbir kaybın acısını çekmeyecek kimselerdir.

Onu daha ziyade münekkit diye tanıyanlar var. Hâlbuki o. yeryüzünün münekkitliğe belki en uzak şahsiyetidir.

Nurullah, sanatkârlar yığını içine talih gibi iner. Fikir ve inan ışığıyla değil, el yordamıyla birini yakalar. Kaldırır, kaldırır, sonra yakından görünce fırlatıp atar. Evvelce fırlatıp, sonradan kucakladıkları da olmuştur. Vefalıdır da. Vaktiyle hayranlığını ettiği bazı şairlerin son zamanlarda paldır küldür düşüşlerini de birer sanat perendesi halinde göstermeye çalışır. Bereket hiçliğin sonu yoktur da bu tepe üstü düşüşlere, birer dehâ şehâbı, birer pike inişi yaldızı sürülebiliyor.

Nurullah, heyecanlı bir ruhtur. Ondan münekkidin muhtaç olduğu serin kanlı görüşler, ölçü adaleti, bitaraflık beklemek yanlış olur. Sanatta Nurullah hâkim değil, avukattır.

Evet, tenkit, onun belki en zayıf tarafı gibi muhakeme edilebilir. Fakat musahabeciliği, gerçekten hoş ve değerlidir.

Herhangi bir mevzuu, küçük parçalara ayırarak onlardan güzel bir sohbet mozayiği çıkarmasının sırrını biliyor.

Çeliğe çifte su veren eski Türk kılıççıları gibi o da sohbetlerinden ruhunun bu keskin cereyanını geçirebiliyor. Hattâ muhatapları Keziban’lar, Ayşe’ler olsa bile...

 

 Nurullah’ın münekkitliğini zaman, hattâ en kısa günler, bir damla su gibi içip uçuruyor. Fakat sanat fağfurunda altın tortu veren, yani yukarıdaki söylediğim tarafıdır.  Ölümlü dünyada bu da az şey değil.

 HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER


 HAKKINDA YAZILANLAR

Nurullah Ataç’ın maceraları

Beşir Ayvazoğlu

Zaman 2 Ocak 2014

Benim için yılbaşı gecesinin diğer gecelerden hiçbir farkı yok; her zaman ne yapıyorsam onu yaparım, yani çalışırım. Dün gece, Nurullah Ataç’ın Günce’lerine 31 Aralık ve 1 Ocak günlerinde neler yazdığını merak edip baktım; o da benim gibi ne giden yıla ağıt yazmış, ne gelen yıla güzelleme...

Paylaş Tweetle Paylaş Gönder Yazdır A A İsmini geçen haftaki yazımda da bir vesileyle andığım Ataç’ın kitapları birkaç aydır masamda; 1940’ların, 1950’lerin edebiyat ortamı hakkında onu okumadan söz söylemek zordur. Güzel bir haber: Şerife Çağın, bu ilgi çekici adamın şiire dair yazılarını toplayıp kitaplaştırdı. Dergâh Yayınları’nın altı yüz küsur sayfalık büyük boy bir kitap olarak yayımladığı Şiir Daima Şiir, doğrusu lezzetli bir kitap. Şerife Çağın’ın aynı yayınevinde bir de Bir Şiir Eleştirmeni Olarak Nurullah Ataç adlı kitabı var.

Dünya görüşüne, dil ve kültür anlayışına yüzde yüz karşı olduğum hâlde seviyorum Ataç’ı. Kendini şiire adamışlığı, doğru bildiğini hiç çekinmeden söylemesi, hatır gönül dinlememesi hoşuma gidiyor. Eski şiirimizi iyi bilir, hatta kekemeliğine rağmen çok iyi inşad ederdi. Aslında Türkçesi de harikadır. Tilcikler uydurup “dörüt”lü, “asığ”lı, “koşuk”lu devrik cümeleler kurmaya başlamadan önceki yazılarını ve tercümelerini okuyunuz, bana hak vereceksiniz. Şerife Çağın’ın hazırladığı kitapta, onun iki dönemini bir arada görmek, dilindeki değişmeyi adım adım takip etmek mümkün.

Ataç gibi adamların, onlar gibi düşünmesem de, sanat, edebiyat ve düşünce dünyasına renk, hareket ve heyecan kazandırdıklarına inanırım.

Düşüncelerinin bilinmesinden çekinmediği gibi, tezatlar içinde yaşamaktan da rahatsız değildi Ataç; bir gün evine davet ettiği Asaf Hâlet Çelebi’ye akşama kadar Allah’a inanıp inanmadığını, inanıyorsa niçin inandığını sorarak başının etini yemiş. Çelebi, bunu Mustafa Baydar’a verdiği röportajda anlatır. Ataç, o tarihte yeni çıkan Varan dergisinde kendisini Çelebi’ye karşı savunan genç bir yazarın yazısı hakkında şu notları düşmüştür: “Bay Asaf Hâlet Çelebi bir konuşmasında, benim inançsızlığımı bildirerek beni ‘mutaassıplara jurnal etmek’ istemiş. Boşuna üzmüş kendini Bay Halim Yağcıoğlu. Ben öyle şeylerden korkmam. Ben nelere inanıp nelere inanmadığımı söylerken ‘Bunu kimseler duymasın!’ demiyorum. Düşünce­lerimin bilinmesinden şimdiye dek çekinmedim, bundan sonra da çekineceğimi sanmıyorum.”

Ahmet Hamdi Tanpınar, aziz dostunun tezatlar içinde yaşadığını, yaratılışının büyük fikir saplantılarına ve kuruntulara çok müsait olduğunu söyler ki, doğrudur. Dil konusundaki fikirlerini beğenmediği için bu can dostunu defterden silen Ataç, bir rivayete göre “Kırtipil” lâkabının mucidiydi. Meral Tolluoğlu, babasının son zamanlarda Tanpınar’ın adını bile duymak istemediğini, ondan söz edenlere “Ben Hamdi diye kimseyi tanımıyorum!” dediğini söyler. Aynı şekilde bir zamanlar şiirleri hakkında son derece övücü yazılar yazdığı Yahya Kemal’i de artık sevmiyor, şiirlerini de beğenmiyordu. Meral Tolluoğlu, “Benim kanıma, sezişime göre babam Beyatlı’ya da, Tanpınar’a da yazı dilini eleştirdikleri için darılmıştı.” dedikten sonra şöyle devam ediyor:

“Babam ikisine de hem çok kırgın, hem de dargındı. Bir zamanlar çok sevdiği bu iki insanın ne yüzünü görmek, ne de adını anmak istiyordu. Yanında birisi Tanpınar’dan açacak olsa babam ya duymazlıktan geliyor ya da ‘Hamdi artık Yahya Kemal’in çiş şişesini taşıyormuş’ diye gü­lüyordu. Bunun ne demek olduğunu bir gün sor­dum. Meğer Yahya Kemal hastalanmış. İdrar tahlili yapılması gerekiyormuş. İdrar şişesini hastaneye Tanpınar götürmüş. Bunu da kimden duyduysa babam duymuş. İşte bu ne­denle ‘Hamdi, Yahya Kemal’in çiş şişesini taşıyormuş’ de­yip gülüyormuş.”

Edebî değerlendirmelerinde genellikle büyük isabet kaydeden Behçet Necatigil, Garip akımı, bu akımın mensuplarınca şiirin ayağa düşürülmesi ve Nurulah Ataç’ın rolü hakkında şu hükmü vermiştir: “Orhan Veli ve kuşağı, şiiri gündelik hayatın gürültüsünde ayağa düşürdü. ‘Umurumda mı dünya’ buna örnektir. Banal nüktelerle şiir yazılacağı sanısı uzun bir süre genç şair­lerin har­canmasına yol açtı. Bunda suç yüzde seksen Ataç’tadır.”

Ataç’ın o kadar desteklediği Garipçilerle de zamanla arası açılmış, bilmediğimiz bir sebeple çok kızdığı Orhan Veli’yi şairlikten kapı dışarı etmişti. Hikmet İlaydın’ın bir yazısında, “Ankara’da kendisin­den duydum,” diyor, “Şaire ‘Şakuli Solucan’ diye ad yakıştırmış. Şeytanca bakışlarla gülüyor, gülüyor, öç almanın keyfini çıkarıyordu.”

Sadece Orhan Veli mi? Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın şiirlerini de beğenmemeye başlayınca araları açılmıştı. Bu iki şair, bir gün yolunu kestikleri Ataç’ı “Sen nasıl bizim şiirlerimizi beğenmediğini söylersin?” diyerek tekmelemişler. Zavallının elindeki helvalar fırlayıp paltosuna yapışmış, şapkası yere düşmüş. Eve gittiğinde pantolonunda Anday’la Rifat’ın tekme izleri hâlâ duruyormuş. Meral Tolluoğlu, buna rağmen babasının bir gün kalkıp Melih Cevdet’in evine gittiğini ve orada da dayak yediğini anlatıyor.

Görüldüğü gibi, bizim ülkemizde kavga eksik olmuyor. Ne edebiyatta, ne siyasette…

Eskiler ne demişler: “Bu da geçer yâhû!”