Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

HALİT FAHRİ OZANSOY - EDEBİ PORTRELER

Uzun, esmer bir yüz; dar bir alın ve bundan sonra nerede biteceği pek de kestirilemeyen bir saç tufanı. Kimi sağa, kimi sola yatmış kır dalgalar, tepede ibikleşen tutamlar halinde bir saç tufanı. Zaten o, biraz da kıl kurbanıdır. Birbirini ite kaka fışkırmış sert kaşlar, gözlerinin üstünde tela yastıkları andırır. Fizan horozları gibi, başını silkmeden, azıcık havaya kaldırmadan etrafını göremez.

Bereket usturaya, jilete... Yoksa kulaklarının içinden gözlerinin altına kadar, müthiş bir sakal istilâsına da uğrayacaktı.

Yaş onu şişmanlatmadı. Hâlâ tığ gibidir. Burun kanatlarından inen derin çizgiler, Halit’in ağzına acı bir şey yalamış halini verir. İnce boynu, daracık göğsü, hayran ve masum bakışlarıyla pek cana yakındır.

İlk görüşte belki kolay ısınamazsınız. Fakat gitgide sizi sarar, hoşlanmanız artar ve nihayet onu sevmede karar kılarsınız:

Ben Halit’i kırk kişi ile Hind’i geçtikleri, Mâverayı Çine vararak zengin bir altın ve fildişi ganimetine erdikleri günde tanıdım. Bu zaferin destanı:
Topladık yollarda altın fildişi
Hind’i geçtik üç yüz altmış beş gece;
Elde paslanmış kılıçlar, gizlice
Maverâ-yı Çin’e girdik kırk kişi!
diye başlıyordu.
Fakat hâlâ, o kılıçların neden paslı olduğuna bir türlü akıl erdiremedim. İşleyen demirin ışıldadığına bakılırsa, bu kahramanlar, kılıçlarını hiç kullanmamışlardı demek.
Şehrazad’ı sanatına fağfur bir mihrap yapmış, ruhunda esrarlı dünyalara hasret çeken kamaşmalar duymuştu.

Mısraları bin renk, bin koku, bin türlü ipek parıltısı taşıyan kervanlar, çölde yüzer gibi yürüyen develer, hortumları havalanmış azgın filler, tılsımlı geçitler, loş mabedler, uğuldayan ormanlarla doluyordu. Engin ve zengin bir masal âlemi içinde yaşıyor, ilhamlarını hep bu menşur duvarlı hayal dünyasından alıyordu.
Şahabeddin Süleyman’a uyarak bir de edebî mektep kurmak istediler. Bir ara Nâyîler firmasıyla göründüler.

Fakat yalnız yazmıyorlar, aynı zamanda okuyorlardı. Çok geçmeden anladılar ki edebî mektep denilen şey tesis edilmez, teessüs eder. Bu idrâk, Nâyîleri dâvâcı olmaktan kurtardı.
Halit Fahri, rûhen eski geçmişlerin, esrarlı âlemlerin, masal ve esatir dünyasının fosforlu aydınlıkları, mozayik pırıltıları, yıldız avizeleri içinde yaşamakla beraber, şekilde çok ileri bir merhale idi.

Tunç gibi gergin sesli şiirler yazıyor, aruzu ram etmenin yolunu buluyordu.
İşte bu sıralarda onunla yakın arkadaş olduk. İkimizi de Muğla Sultanisi’ne tayin etmişlerdi. Yabancı bir muhitte daha çok yaklaştık. Oda arkadaşlığı ettik.

Halit baba olmuş bir çocuktu. Geceleri pamuk fitilli bir zeytinyağı kandili önünde okur yazardık. Güzel günler geçirdik.

Ben o zamanlarda ney’e yeni heveslenmiştim. İlk ıskalaların kulak kamaştıran berbat ıslıklarını zavallı dostum dinledi durdu. Şimdi ne zaman bir parçayı kendime beğendirsem hep Halit’i hatırlar, kendimde ona borçlu gibi bir hal sezerim.

Muğla arkadaşlığı İstanbul’da da devam etti. Fakat büyük şehirlerin dağıtıcı genişliği içinde artık eskisi kadar sık ve sürekli görüşemiyoruz. Vapura koşarken köprü üstünde, birbirini yalayarak geçen tramvay pencerelerinde ara sıra şöyle bir karşılaşıyoruz. Şimşek aydınlıkları içinde yüzlerimizi, gülümseyişlerimizi ancak seçebiliyoruz.
Bence Halit Fahri’nin ilk sanat zaferi Baykuş piyesidir.

İlk oynandığı vakit pek dikkati çekmedi. Fakat mütareke felâketinin çöktüğü günlerde tekrarlandığı gece, ortalık alkıştan yıkılıyordu. Bunun ruhî sebepleri üstünde durmaya portrenin dar sınırları yer vermez. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki temaşa eserleri, kendisine arz edilen cemiyetin bulunduğu ruhi vaziyetlerden çok şey kazanıp kaybederler. Nitekim Baykuş, mesut ve mağrur bir Türkiye’de hiçbir iz bırakmadığı halde, ufkuna uğursuzluğun çöktüğü bir vatanda tam bir makes bulmuştu.
Omuzlarında hocalık gibi ağır hayat yükü taşıyan şair, imrenilecek bir arı çalışkanlığıyla yirmi beş seneden beri durmadan didiniyor.

İlk şiirlerinden sonra, Sönmüş Kandiller, Paravan, Nedim, Baykuş gibi eserleri sıra ile verdi. Tercümeler yaptı, yıllardır Servet-i Fünun'u idare ediyor.

Cılız yapısından umulmaz bir tahammülle, övülmeye lâyık bir sebatla mübarek bir tarla gibi verdikçe verdi.

Aruzla başlamıştı. Aruza ruhunun, sanatının sesini katmış, kendine mahsus sağlam bir ahenk yaratmıştı.

Millî Cereyan’a karşı da kayıtsız kalmadı. Muzaffer aruz sazını bırakarak, hecenin henüz tonunu bulmamış ürkek tellerini dile getirmekten çekinmedi.
Aruza Veda’ isimli şiirinde, bu ayrılışın ne tatlı bir hüznü yaşar. İlk gençliğinin ilk elemlerini, ilk sevginin ilk zevklerini terennüm eden bu âleti:
Şahane geldiğin gibi şahane git yine!
 
diye teşyi etti. Son zamanlarda bir roman tecrübesine de girişmişti. Fakat bu eserini okumaya imkân bulamadığım için ondan bahsedemeyeceğim. Halit Fahri, alkıştan utanan eski adsız kahramanlarımız gibidir. Loş köşesinde gösterişsiz çalışıyor. Bu emek belki yarınki şöhretinin fatihi olacaktır.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRLER

HALİT FAHRİ OZANSOY ŞİİRLERİ

SON EKLENENLER

Üye Girişi