Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

NECİP FÂZIL- HAKKI SÜHA GEZGİN

Onu ilk defa Vakit Matbaası’nın bir odasında görmüştüm. Güneşten yeni yanmış gibi renkli, esmere yakın bir ten. Yüzünün sol tarafında, sinirli bir çizgi şimşeklenişi vardı; göz kenarlarında sık sık ince kırışıklar toplanıp dağılıyordu. Kumral gözlerinde, dalgın bir şair bakışından çok, bir fikir perisinin mağrur aydınlığı parlamakta idi. Vakit'te ne iş yapardı? Hangi sahada çalışırdı? Şimdi bunu pek hatırlayamıyorum. Fakat hemen her gün aramızda olduğuna bakılırsa, kapı yoldaşı idik.

Henüz pek gençti. İçinde hükümden çok hayret taşıyordu. Kafasında daha kendi fikirleri mayalanmamış, sanat ufuklarına adının damgasını vurmamıştı.

Dağınık yaşıyor, etrafında eksikliklerle dolu bir hava dalgalanıyordu.

İşte bu sıralarda ilk şiir mecmuasını, Örümcek Ağı'ını çıkardı. Beş-on yapraklık küçük bir kitap; fakat içinde insana ümit veren bir ruh sıcaklığının dalga dalga aktığını sezmiştim.

Bu minimini kitap içinde kuvvetli bir antenin vınladığı duyuluyordu. O gün değilse bile, yarın uzak ve meçhul gönül iklimlerinden yeni haberler getireceğini umuyordum.

 

0 demlerde bir gün, Ömer Rıza ile benim çalıştığım odaya girdi. Masalardan birine oturdu. Yazdı sildi, yazdı sildi ve nihayet bezgin derin bir soluyuşla kalkarak gitti. Fena, boş, renksiz ve heyecansız yazmaktansa, susmaya katlanmasını beğenmiştim. Hâlâ kendi kendime:

-    Bu, iyi bir iç müjdesidir! dediğimi hatırlarım.

Sonra, ansızın aramızdan kayboldu.

-    Mükemmel bir iş buldu! dediler.

Sevindik ve birçokları gibi onun da yokluğuna alıştık.

Mecmualarda tek tük şiirleri çıkıyor, adının iziyle zaman zaman karşılaşıyorduk. Kaldırımlar adlı his gölünü işte bu damlalar doldurmuştu.

Fakat bu ikinci kitaptaki şiirlerle birinciler arasına garip bir ruh yabancılığı girmiş gibidir. Örümcek Ağı'nda insanı yumuşak his ve ruh ibrişimleriyle saran sokulgan bir tatlılık sezdirdi. Bunda bir kaldırım katılığı vardı. Bu katılık, hayata daha iyi nüfuzdan mıdır? Istırabın nasırlanmasından mı doğuyor? Bilmiyorum! Yalnız onları okurken, böyle bir hisse kapıldığımı pek iyi hatırlıyorum.

Necip Fâzıl, bir ara başka bir âleme doğru da kaydı. Ruhunda yeni kapılar açarak mistik iklimlerin havasını aldı.

Büyük zekâların, arada sırada bir kriz entelektüele uğradıkları söylenir. Büyük zekâ bazen sahibi için bir cehennem halini alır.

Onu doyurmak, sevindirmek, memnun etmek kabil olmaz. Derin düşünüşler, ulvî duygular, yüksek dereceli fırınlar gibi ruhu eritip kaynatır. Başla gövde arasında korkunç bir kavga, amansız bir çarpışma başlar. Dünkü adam bu ayrılış, kaynayış, süzülüş sonunda bambaşka bir adam olacaktır.

Darlığı sezmekten, muhitini zekâsının çapından küçük görmekten, tatmin edilmez bir ihtirası içinde taşımaktan doğan bu kriz entelektüele ancak pek seyrek faniler erebilir.

Çünkü bu türlü sarsıntılar, resullerin geçirdikleri vahiy râşelerinden başka bir şey değildir. İlmin, felsefenin, sanatın da böyle dâhileri, resulleri vardır ve kriz entelektüel bunların nasibidir.

Tabiî Necip Fâzıl’ın mistisizmine böyle yüksek bir mânâ verilemez. Çünkü büyük çaplı zekâlarda, muhteşem dehâlarda yaratıcı devirler açan kriz entelektüel orta bir kafaya balyoz gibi iner ve sahibini -Allah göstermesin- çok fena âkıbetlere sürükler...

Yalnız şu da var ki bu iç akışı, ona başkalarından ayrılan bir hususiyetin damgasını vurdu. Artık Necip Fâzıl’ın terazisinde kemmiyetle keyfiyetin ayrı tartıları var, sanıyorum.

Bunu Tohum'da, Bir Adam Yaratmak'ta daha genişlemiş gördük. Doğrusunu isterseniz, benim bu iki sahne eseri hakkında iyi fikirlerim yoktur. Bir romanda kuvvetli bir protoplazma olabilen bir şey, sahnede çıplak ve istinatsız kalıyor.

Necip Fâzıl, bir seneden beri şiiri bırakarak fıkracılığa başladı.

Ben, sanat adamlarının fıkracı oluşlarına hiç taraftar değilim. İlk bakışta küçük, minimini, entipüften görünen bu fıkralar, adamı damla damla tüketirler. Galiba bir kere daha söylemiştim. Yine tekrar edeyim:

Fikir ve his buğdayı öğüten mukaddes bir sanat değirmenini döndürecek kuvvette bir su, damla damla akıtılınca, nasıl hiçbir çarkı kımıldatamazsa, fıkracılığa dökülen sanatkâr da, kendini tarihin alnına çakacak büyük eseri parça parça harcar: çapının hakkını alamaz.

Onun fıkracılığından bahsetmemek daha iyi. Çünkü garip şeyler yapıyor. Süleymaniye Camii’nin minareleri boyunda bir sakal falan istiyor. Kâhinliğin iflâs ettiği bir çağda cifr ile logaritma arasında hiçbir fark gözetmeden remil döküyor.

Bin kere tekrar edilmiş hakikatleri yeniden keşfe kalkışıyor. Yoğurdun beyaz, kömürün kara, suyun akıcı olduğunu haber veriyor. Ama buna mukabil istediği hak ve mükâfat da çok bir şey değil. Nihayet uzun bir sakal işte. Uzatsın vesselâm!

Bu şakamın altında bir tariz bulunduğunu saklamayacağım. Necip Fâzıl, bize iyi, zarfı kadar içi de güzel şiirler veriyordu.

İliklerinden süzdüğünü söylediği son “Senfoni”sinde ise biz öyle büyücek bir kudret de görmedik. Bütün bunlar galiba kendini yok yere harcayışının eseridir. İstidatların hakları gibi vazifeleri de karşılıklı muhakeme edilir. Unutmamalı ki dünyada en güç ödenen şey, şöhretin zekâya yüklediği borçtur.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi