Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

 

SABAHATTİN ALİ

İyi tanınmamış, yakından müşahede altına alınmamış, hâdiseler karşısında iç ve dış hareketleri tespit ve tahlil edilmemiş şahsiyetlere hulul güçtür. İnsan, bu türlü varlıklar önünde ansızın acemileşir. Hükümlerden çekinir.

Sabahattin Ali’nin portresini yazmak, beni böyle bir hale düşürdü. Çünkü onu yalnız iki kere gördüm. Ancak iki satırlık lâf ettik. Bir adamın hayatını, telakkilerini, temayüllerini, ruhî vaziyetini kestirmek için, elbette bu kadar zaman yetmez.

Ama şurası da unutulmamalıdır ki yazan adam, kendini sahi-felere döken, sırlarını açan bir varlıktır. Bu türlü insanlar, birer müze gibi herkese kapıları açık hüviyetlerdir. Girilir, dolaşılır. Her giren, her dolaşan da kendine göre birtakım fikirler edinir.

İşte ben de onlardan biri olarak bu satırları karalıyorum. Hâmid, ak saçlı başı ve yemyeşil ruhu arasındaki tezadı anlatmak için:

Karlar altında nevbaharım ben! demişti.

Sabahattin Ali, genç yaşında bu mısraın medlûlü olmuştur. Şişkin elmacıklarının pembe baharı üstüne ak saçları dökülür.

Fakat bu dökülüşte o renk tezadını yumuşatan, tabiileştiren öyle bir tatlılık var ki, hiç yadırgamazsınız. Gövdesine göre biraz büyük başı, erimiş kurşun renkli gözleri, çıkık elmacıkları ile şimal Türk’ünü andırır. Konuşmasını daha ahenkli yapan cana yakın peltekliği, en keskin hükümlerini yumuşatır. Öyle ki herhangi bir sohbet sırasında siz, onun, kendi fikirlerinize aykırı sözlerini, sevimsiz ve can sıkıcı bulmazsınız.

Onu ilk defa Ankara’nın bir lokantasında gördüm. Eski arkadaşları, yıllardır birbiriyle karşılaşmamış dostları birleştiren bir masa başında yan yana idik. Edebiyat, sanat, siyaset ve fikirlerin birbirine çarpa çarpa kaynaştığı bu gürültülü ve biraz da sisli ilk görüşmede onu anlayacak ve anlatmaya yarayacak pek az fırsatlar düştü.

Zaten Sabahattin Ali, pek de meclis adamına benzemiyordu. Onda oturduğu sofrayı şenlendiren, girdiği salonu yerinden oynatan neşe kıvılcımları pek dağılmıyor. Yahut belki de bu durgunluğu sırf o akşama mahsus geçici bir şeydi. Kim bilir!

Fakat orada ikinci bir müşahede daha kaydettim ki kendi payıma hayli faydalıdır. Neşriyat kongresinde idi. Sanat eserlerine hükümetin ilk alıcı olması hakkında teklifler yapılıyordu. Sabahattin Ali, söz aldı ve:

- Sanat eseri eğer hakikaten bir kıymetse, yardımı kendi içinde taşır. Devletin alıcı olmasına lüzum yoktur, mânâsına gelen şeyler söyledi.

Bunu bir sanatkâr gururunun ifadesi olarak kabul ettim. Yalnız, bilmem niçin, bazı dudaklarda mânâlı birtakım gülümsemeler belirmişti. Bu küçük hâdise, bence, onun ruhunu aydınlatan bir şimşek çakışıdır. Ben, bu aydınlıkta iki şey gördüm:

1.    Sabahattin Ali, kendi kudretine inanmıştır. Hiçbir değneğe dayanmadan muvaffakiyetin turuna çıkabileceğine kanidir.

2.    Devlet, seçmeye üşenen bir alıcıdır. Karar verilirse, bu iyi, şu kötü demeden alacak ve bu yüzden, gerçek değerlerin hakkı çiğnenecektir.

Bu iki noktanın gerçi ortak tarafları var. Fakat dikkat edE lirse, ince ruh kanallarıyla birbirlerinden ayrıldıkları görülüıi Birincisi mağrur ve tok bir ruhun ifadesi olduğu halde, ikindsi yine bu gururun kokusunu taşımakla beraber menfaatçidirde.

Ben, Sabahattin Ali’nin kendisinden önce eserleriyle tanıştım. Değirmen'i daha kitap olarak çıkmadan da okumuştum.

Bu hikâyelerde her şeyden evvel üslûbun temizliği, görüşün genişliği ve düşünüşün derinliği dikkatimi çekmişti. İlk eserde çok kere yerini yadırgayan hallere rastlanır. Halden anlayanlar, bunları titizliklerinden biraz fedakârlık ederek okurlar. Fakat doğrusunu isterseniz, Değirmen'de bu türlü müsamahalara avuç açan bir hal yoktur.

Bilâkis bir ilk eser için çok olgun bir görünüşü bile var. Hele1 üslûp gerçekten güzel. En çiğ renkler, bu görüş adesesinin arkasında hemen tatlı bir matlık, gözü yormayan bir inci donukluğuna bürünüyorlar. Sanatkâr baktığı yeri bütün hususiyetleri ve hareketleriyle dinamik olarak görüyor. Tasviri, fotoğraf gibi değil, sinematograf makinesi gibidir. Mevzularında da hiç-, bir yabancılık yok. Özenme yok. Genç yaşından umulmaz b|İ derinlikle asla iniyor, cevheri bulup yontuyor.

Hikâyelerinin iskeleti de sağlam. Üslûp, âhenkli ve fıkırtılı' bir adale zinciri halinde bu iskelete örülüyor. Yalnız, bazı noktalarda bir ruh hastalığı geçirir gibidir. Meselâ: Jandarmayı hakiki varlığı içinde görmek istemez. Ona dilerse bir efe pervasızlığı, bir zeybek kanunsuzluğu verir.

Ona devlet kuvvetini, bir demir kafes gibi düşündüren bir iç sıkıntısı sanki hâkimdir. Zaman zaman ruhunda bu kafesin hudut darlığını hissediyor sanırım.

Sabahattin Ali, küçük hikâyelerden sonra roman tecrübeleri de yaptı. Fakat nuvellerindeki kuvveti, bu uzun sahifelerde yaşatamadı. Roman için galiba henüz pek genç. Müşahede ve bilgi dağarcığı, gereği kadar dolu değil. Şu da var ki bir insanda böyle üstün kabiliyetler olduktan sonra, zaman onun yardımcısı halini alır. Günler tecrübe havuzuna damlaya damlaya göl olur, deniz olur, umman olur.

Umarım ki bu genç, kendi kendisini murakabe altına alarak yapacağı tasfiye ile çok geçmeden bize yüksek bir sanatkâr hediye edecektir.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi