Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU HAYATI ve ESERLERİ

(1889-1974) Türk edip ve diplomatı.

27 Mart 1889'da Kahire'de doğdu. 1833'te Manisa'yı işgal eden Kavalalı İb­rahim Paşaya yakınlık gösteren ve daha sonra hizmetinin karşılığı olarak Mısır'da onun konağına yerleşen Karaosmanzâdeler'den Abdülkadir Bey'in ve aynı konak mensuplarından İkbal Hanım'ın oğludur. Ailesinin Manisa'ya dönmesiyle (1895) Ya­kup Kadri burada Çaybaşı Feyziye Mektebi'nde öğrenime başladı (1901 -1903). Da­ha sonra İzmir İdâdîsi'nde okuduysa da (1903-1905) bitiremeden babasının vefa­tı üzerine annesiyle birlikte Mısır'a dön­dü. İskenderiye'de Fransız Frerler Mektebi'nde ve İsviçre Lisesi'nde okuyarak orta öğrenimini tamamladı (1908). II. Meşrutiyet'ten biraz önce ailesiyle Türkiye'ye gelip İstanbul'a yerleşti. 1908'de Mekteb-i Hukuk'a kaydolarak üçüncü sınıfa kadar okudu.

1916-1919 yıllarında İsviçre'de tüber­küloz tedavisi gördü. İstanbul'a döndü­ğünde İkdam gazetesi yazarı olarak Millî Mücadele'yi destekleyen yazılar kaleme aldı. Daha sonra Ergenekon adlı kita­bında toplayacağı bu yazılarından dolayı 1921'de Ankara hükümetinin çağrısı üze­rine Anadolu'ya geçti. Savaştan sonra Tedkik-i Mezâlim Heyeti'nde görevli ola­rak Kütahya, Simav, Gediz, Eskişehir, Sa­karya civarını dolaştı. Mardin (1923-1931) ve Manisa (1931-1934) milletvekilliği yaptı.

Milletvekilliği süresince Hâkimiyet-i Milliye, Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleriyle imtiyaz sahipliğini yaptığı Kad­ro dergisinde edebî ve siyasî yazılar kale­me aldı. Kadro, Kemalist devrimleri yan­lış yorumladığı ve temel ilkelerin saptırıl­mak istendiği iddialarından dolayı kapa­tıldı. Böylece Yakup Kadri 1934'ün sonla­rından itibaren Tiran. Prag (1935-1939). Lahey (1939-1940). Bern (1942-1949). Tahran (1949-1951) ve tekrar Bern (1951-1954) elçilik görevleriyle "zoraki diplo­matlık mesleğine girmiş oldu. 1955'te emekli olarak Türkiye'ye döndü. 27 Ma­yıs 1960 ihtilâlinden sonra kurucu meclis üyesi ve Cumhuriyet Halk Partisi Manisa milletvekili (1961) oldu. 1962'de Atatürk ilkelerinden uzaklaştığını ileri sürerek partisinden ayrıldı. 1965'te siyasî hayata tamamen veda etti. Son resmî vazifesi Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu başkan­lığıdır. 13 Aralık 1974'te Ankara'da ölen Yakup Kadri, İstanbul-Beşiktaş'ta Yahya Efendi Mezarlığı'na defnedildi.

Yakup Kadri'nin edebî hayatı, İzmir İda­disi yıllarından arkadaşı olan Şehabeddin Süleyman'ın teşviki neticesinde Fecr-i Âtî'ye girmesiyle başlar. Yayımlanan ilk kalem tecrübesi Nirvana adlı piyesidir (Resimli Kitap, sy. 9, İstanbul 1909). Yazı hayatının başlarında daha ziyade tenkitleriyle tanınan Yakup Kadri'nin çeşitli ya­zıları Çığır, Dergâh, Genç Kalemler, Güzel Sanatlar Mecmuası, Hayat, İctihad, İnci, Jale, Meydan, Muhit, Mu­savver Muhit, Musavver Eşref, Mu­savver Hâle, Peyâm-ı Edebî, Nevsâl-i Millî, Resimli İstanbul, Rübâb, Servet-i Fünûn, Şebâb, Şiir ve Tefekkür, Tercüman, Tercümân-ı Hakikat, Türk Yurdu, Varlık, Yeni İstanbul, Yeni Mec­mua, Yeni Nesil gibi gazete ve dergiler­de çıkmıştır.

Yakup Kadri, yazı hayatının başlarında Fecr-i Âtî içinde bulunmaktan dolayı fer­diyetçi bir sanat anlayışına sahiptir. Ayrı­ca Yahya Kemal'in neo-klasik bir edebiyat ortaya koyma gayretlerinin neticesi olan Akdeniz havzası medeniyeti (nev-Yunânîlik) bir müddet onu da cezp etmiştir. Balkan Savaşı bu kanaatlerini epey sars­makla birlikte asıl 1. Dünya Savaşınca va­tan, emperyalist Batı'nın "kan veya yağmadan gözü dönmüş kurt sürülerinin sal­dırısına uğrayınca mukaddes ve bağım­sız sanat davası yerine bir cemiyetin ve milletin malı olan sanatı benimsemiştir. Bu düşünceyle bilhassa romanlarında Sultan Aodülmecid devrinden 1950'lerin Türkiye'sine kadar geçen yüzyıl içindeki tarihî olayları ve sosyal değişmeleri ele almıştır.

Geniş kültür birikiminde birbirinden farklı pek çok şahsiyet ve akımın izleri bulunan Yakup Kadri'nin mensur şiir tarzı denemeleri başta olmak üzere eserlerin­de tasavvufî hikmetler, Kitâb-ı Mukaddes'ten kıssalar. Yûnus Emre, Fuzûlî, Ka­racaoğlan gibi yerli şairlerin yanında Ibsen, Maeterlinck. Proust, Nietzsche, Bergson gibi Batılı yazar ve filozofların da tesirleri görülür. Kendisinin de kabul ettiği gibi Fransız realist ve natüralistlerini benimsemiş olan Yakup Kadri'nin ro­manları bu akımlara uygunluk gösterir. Bunlarda daima bozulan cemiyet ve fert­leri konu almış, kahramanlarını da mu­hayyilelerinde canlandırdıkları ile cemiyet gerçeğinin çarpışmasından doğan hayal kırıklığına uğramış kişilerden seçmiştir. Bilhassa erkek kahramanların hayat kar­şısında bedbin, tatminsiz, hatta psikopat olmaları, hayatı ıstırap verici ve çekilmez kabul etmeleri daima kötüyü tahlile çalı­şan bu edebî akımlara uygun düşmekte­dir. Daha ilk hikâyelerinden başlayarak kötülüklere, musibetlere, günaha mah­kûm, çoğunlukla irade yoksulu kahra­manlar Yakup Kadri'nin mizacına uygun düşen fatalizmden kaynaklanmaktadır.

ESERLERİ:

Mensureler:

Edebiyât-ı Cedîde döneminde başlayan mensur şiir tü­rünün XX. yüzyıldaki en önemli temsilcisi olan Yakup Kadri, çağrışım dünyası zen­gin kalem tecrübelerini Erenlerin Ba­ğından (İstanbul 1338) ve Okun Ucun­dan (İstanbul 1940) adlı kitaplarında top­lamıştır. Bunlarda kaderci, rind, isyan­kâr ve bedbin bir ruhun ifadeleri ahenkli bir Türkçe ile dile getirilmiştir. Tevrat. İn­cil, Kur'an, kısas-ı enbiyâ. Yunan mitolo­jisi. Fransız sembolist ve parnasyenlerinden değişik Türk ediplerine kadar yaygın etkilerin görüldüğü mensurelerinde dinî vecd yerine dinî kaynaklardan gelen duy­gu ve üslûp unsurları hâkimdir.

Denemeler:

Alp Dağlarından ve Miss Chaalfrin'in Albümünden (İstanbul 1942) adlı eserinin birinci kısmında bir Türk gözüyle Batı, ikinci kısmında Batılı gözüyle Doğu'nun kabataslak bir tablosu çizilmeye çalışılmıştır. Mektup tarzında kaleme alınan bu eserde yazarın Batılı­laşma meselesiyle ilgili romanlarının fik­rî cephesi hakkında da zengin malzeme vardır.

Romanlar:

1922-1956 arasında dokuz romanı yayımlanmış olan Yakup Kadri'nin bu eserlerinin en belirgin özelliği bir de­vir romanı (nehir roman) oluşudur. Zaman dilimi itibariyle bunların ilki, Jön Türk­ler'in Avrupa'daki macerasını bir dram şeklinde anlatan Bir Sürgündür (Anka­ra 1937). Dr. Hikmet, ideolojik açıdan dü­şünce yapısı açıklığa kavuşmamış bir ay­dın olarak kaçtığı Paris'te aradığını bula­maz. Oradaki Jön Türkler, Avrupa kamu­oyuna açılmak yerine birbirleriyle boğaz boğazadırlar. Aslında gözü kapalı bir Av­rupa medeniyeti hayranlığı, bu medeni­yete dair kalıplaşmış birtakım kanaatler içindeki Jön Türkler, bütün Frenkperestliklerine rağmen Avrupalının pek de umurunda değildir. Şarklı simalar onlara insanlık namına âdeta bir vicdanî huzur ve emniyet verir. Fakat Jön Türkler'in bu gibi vicdan muhasebelerinden bir uyanış değil ikiliğe yenik düşme neticesi çıkar. Dr. Hikmet'le yazar arasındaki bazı ben­zerliklerden dolayı eserin otobiyografik olduğu ileri sürülmüştür. Aslında onun bütün romanlarında yazar-kahraman yakınlığı vardır.

Hep O Şarkı'nın (İstan­bul 1956), Sultan Abdülmecid'in onuncu cülus şenliğinde doğan kahramanı Münire. II. Abdülhamid devrinin yirminci yılını yaşamaktadır. Batılılaşma'nın doğurdu­ğu yozlaşmanın başlangıcı olan bu yıl­larda geçen bir yasak aşkın hikâyesi gi­bi görünen eserde sosyal plandaki çürü­me ve çöküş anlatılmaktadır. Paşa kızı olarak dünyaya gelen Münire, kendisinin hiçbir emeği olmadan refah içinde oku­duğu romanlarda avuntu arayarak, ro­man kahramanlarıyla bütünleşerek ya­şamış, hayata bakışı okuduğu romanlar­la sınırlı fakat kendine göre kültürlü bi­ridir. Ancak bu kitabî kültür ona ülke­sinin Sivas. Van gibi şehirlerinin nere­de olduğunu ve İstanbul'a uzaklıklarını öğretememiştir.

Yanlış Batılılaşma'nın toplumdaki en büyük tahribatı olan ne­sil çatışması en kesif şekilde Kiralık Konak'ta (İstanbul 1338) dile getirilmiştir. Konak, geleneği ve tarihî birikimi olan bir yaşayış tarzının mekânı olarak temsili bir değere sahiptir. Etrafına karşı ita­atkâr, hürmetkâr ve müşfik olan Naim Efendi ile eşi Selma Hanım. Cihangir'de­ki konaklarında an'anevî bir hayat yaşar­ken oğulları Servet Bey ile her türlü ka­yıttan âzâde torunu Selma Hanım konak­tan nefret ederler. Servet Bey Şişli'de bir apartman dairesine taşınır. Böylece ro­manda hem geniş hem dar mekânların (Cihangir/konak-Şişli/apartman dairesi) birbiri karşısındaki tezadı çerçevesinde iki ayrı medeniyet anlayışı ve iki ayrı nes­lin dramı anlatılmıştır.

Mütâreke yılları İstanbul'unu anlatan Sodom ve Gomore (1928) Kiralık Konak'ın devamı görünümündedir. Batılılaşma yozlaşması Kira­lık Konakta hızlanmış, Sodom ve Gomore'de ise toplumu yok oluşa sürükle­miştir. Yazar bu ismi niçin seçtiğini ro­manın başında, "Sodom ve Gomore Lût ve İbrahim devrinde Filistin diyarının tür­lü ahlâk bozukluklarıyla Tanrı'nın gazabı­na uğramış iki büyük şehridir. (...) İşte İstanbul düşman işgali altında iken ro­manın yazarına böyle görünmüştü" cüm­leleriyle açıklamıştır. Nitekim roman kah­ramanları şehvetle kaynayan, sapık iliş­kilerin girdabında, yalnızca bedenî haz­lar için yaşayan, milliyet hissinden tama­men uzak kimselerdir. Bunlar, alafranga züppeliği düşmanla iş birlikçiliğe vardır­mış Batı hayranlarının en uç noktada bu­lunanlarıdır.

Nur Baba (İstanbul 1338) ve Hüküm Gecesi (İstanbul 1927) aynı yıkımı müesseselerden hareketle ortaya koymaya çalışır. Nur Baba, Osmanlı as­kerî sisteminin temelinde önemli rolü olan Bektaşî tekkelerinin aslî fonksiyo­nundan uzaklaşmasını. Hüküm Gecesi, demokratik teamülleri gelişmemiş par­lamenter sistemin yozlaştırılmasını ko­nu edinir. Afur Babadaki Bektaşî tek­kesi artık eskisi gibi ilâhî aşkla ruh ter­biyesi veren bir müessese değil cismanî aşk ve şehvet merkezidir. Hüküm Gecesi'nde ise siyasî iradeyi ele geçiren İttihat ve Terakkî'nin despotizmi eleşti­rilmiş, onun karşısındaki İtilâf ve Hür­riyet Fırkası'nın da aynı hamurdan oldu­ğu vurgulanmıştır.

Osmanlı toplumun­daki çürümeyi şehir hayatı çerçevesinde Millî Mücadele yıllarına kadar getiren ro­mana Yaban'da (İstanbul 1932) mekân olarak köyü seçmiş ve aydın-köylü (halk) anlaşmazlığına temas etmiştir. Cumhu­riyet Halk Partisi 1942 roman ödülünde ikincilik kazanan Yaban, topyekün millet için ölüm-kalım savaşı olan Millî Müca­dele'de köylüyü şuursuz, hatta aleyhtar gösterir ve toplumun her tabakasında köklü bir değişimin kaçınılmaz olduğu mesajını verir. Yakup Kadri. Yaban’ı yaz­dığı sıralarda "halk için halka rağmen in­kılâp" isteyen Kadro hareketinin önemli isimlerindendi. Yaban’daki köy Osman­lı'nın son kırıntısıdır. Romanın sonunda köyün bütün sefaletiyle geriye çekilmesi, buna karşılık Ankara'dan gelen sesin git­tikçe güçlenmesi Yakup Kadri'nin bekle­diği devrimlerin sembolü gibi görün­mektedir.

Ankara (Ankara 1934) Millî Mücadele'yi başarmış, şimdi yeni bir top­lum meydana getirecek olan aydın kad­ronun ferdî çıkar ilişkilerinden dolayı içi­ne düştüğü çelişkileri hikâye eder.

Şapka kanunundan çok partili hayata kadarki zaman diliminin romanı olan Panorama (I-II. İstanbul 1953-1954). Cumhuriyet yıl­larında yapılan inkılâpların kökleşemediği teziyle siyasî ve içtimaî hayattaki te­zatları işlemektedir.

Hikâyeler:

Yakup Kadri'nin hikâyecili­ğini iki döneme ayırmak mümkündür. İlk dönemde Fecr-i Âtî yazarı olarak kaleme aldığı Bir Serencam (İstanbul 1330. 1943) ve Rahmet’teki (İstanbul 1338) hikâyeler Edebiyât-ı Cedîde zevkini ve anlayışını yan­sıtır. Sanatın şahsî ve muhterem olduğu­na inanan yazar bu hikâyelerde ferdî ve ailevî konuları işler. Bunlarda cemiyet- fert çatışması esastır ve ferdî hürriyet sosyal baskı karşısında daima zavallı bir kavram olarak kalır. Sanat anlayışında köklü bir değişime yol açan siyasî ve sosyal prob­lemler ikinci dönemdeki hikâyelerinin ko­nularını da değiştirir. Yakup Kadri, Millî Mücadele yıllarında düşman mezalimin­den çok canlı sahneler taşıyan Millî Sa­vaş Hikâyeleri'nde (İstanbul 1947) artık ferdî ıstıraplardan sıyrılarak toplum me­selelerine yönelir. İzmir'den Bursa'ya (1338. H. Edip Adıvar. F. Rıfkı Atay, M. Asım Us ile), Tedkîk-i Mezâlim Heyeti adına Millî Mücadele sırasında Batı Anadolu'­daki Yunan zulmünü sergilemek için ka­leme alınmış hikâyelerden meydana gel­miştir. Kitapta Yakup Kadri'ye ait beş me­tin vardır. Kurtuluş Savaşı ile alâkalı bu iki kitaptaki hikâyelerde Bir Serencam'da kısıtlanan ferdî hürriyetin yerini yok edilen insanlık duygusu alır. Yakup Kad­ri'nin içtimaî ve millî meselelere yönelişi 1916'dan itibaren yayımladığı diğer hi­kâyelerinde de görülmektedir. Kitapları­na girmeyen yirmi hikâyesi Niyazi Akı ta­rafından Hikâyeler (1985) adıyla yayım­lanmıştır.

Tiyatro Eserleri:

Dergilerde kalmış ilk eserleri olan. Ibsen etkisinin görüldüğü Nirvana (1909) ve Veda (1909) piyesle­rinde içki ve sefahatin aile müessesesini nasıl yıktığı üzerinde durulmuştur. Sağanak'ta (1929) inkılâpları ve kadının sos­yal hayata girişini küfür olarak nitelendi­ren muhafazakârların idamla sonuçlanan davranışları anlatılır. Yazarın son piyesi Mağara'da (1934) kaderin engellediği bir aşk anlatılmıştır. Bu piyeslerin tamamı Niyazi Akı tarafından Tiyatro Eserleri (1983) adıyla tek ciltte toplanmıştır.

Hâtırat:

Yakup Kadri, çocukluğundan başlayarak siyasî hayatının sonuna ka­darki hâtıralarını konu bütünlüğü içinde beş kitapta toplamıştır. Bunların ilki ço­cukluk ve ilk gençlik yıllarına ait Anamın Kitabı'dır (İstanbul 1957). Burada aile çevresini, Mısır, Manisa ve İzmir'de ge­çen yıllarını hikâye ederken kendi mi­zacı ve yetişme tarzı hakkında da ipuç­ları verir. İzmir'deki idâdî yıllarıyla bi­ten eseri, aynı günlere uzanan edebi­yat merakı ve yazarlığa başladığı II. Meş­rutiyetin biraz öncesinden itibaren ta­nıştığı ediplerle ilgili Gençlik ve Ede­biyat Hatıraları (Ankara 1969) takip eder. Olayların değil edebî şahsiyetlerin odakta bulunduğu eserde yakından tanı­ma tarihlerine göre sıraya koyarak Meh­med Rauf, Şehabeddin Süleyman. Refik Halit Karay, Ahmed Hâşim, Yahya Kemal Beyatlı, Süleyman Nazif, Abdülhak Şinasi Hisar, Abdülhak Hâmid Tarhan, Tevfik Fikret ve Halide Edip Adıvar'ı anlatırken II. Meşrutiyet "ten Cumhuriyet'e kadarki edebî ve fikrî yönelişlerin de boşlukları bol bir panoramasını çizer.

Vatan Yolun­da (İstanbul 1957) Millî Mücadele hâtıra­larıdır. İkdam'daki başyazılarıyla Millî Mü­cadele'yi destekleyen bir gazeteci olarak Mustafa Kemal'in yakınında bulunan ya­zar bu döneme ait hâtıralarında onu mih­ver almıştır. Politikada 45 Yıl'ın (1968) odağı ise İsmet İnönü'dür. Burada, Cum­huriyetin kuruluşundan 1968'e kadarki dönemin siyasî olay ve şahsiyetleri hak­kında politik hırs ve oyunları anlamakta güçlük çeken bir romancının değerlendir­meleri yer alır. 1934-1954 yıllarında kendi arzusu dışında Arnavutluk. Çekoslovakya. Hollanda, İsviçre ve İran nezdinde Türki­ye'yi temsile mecbur edilen Yakup Kadri, bu ülkelerin genel durumu ile bürokrat ve siyasetçilerine dair intibalarını ise Zo­raki Diplomat'ta (İstanbul 1955) anlatır. Bu eserlerde, tarihe şahitlik edecek bir kalem yerine günlük hayatın ayrıntılarında gizli olanı yakalamaya çalışan bir romancı tavrı vardır.

Monografiler:

Yakup Kadri'nin Ahmed Haşim'i (Ankara 1934) aynı edebî zümre (Fecr-i Âtî) içinde yer aldığı bir edibi. Ata­türk ise (İstanbul 1946) uzun müddet yakınında bulunduğu, ilke ve inkılâpları­nı samimiyetle savunduğu bir devlet ada­mını hâtıraları çerçevesinde anlatması bakımından önemlidir. Yazarın bunlar­dan başka Kadınlık ve Kadınlarımız ile (1923) Seçme Yazılar ( 1928, F. Rıfkı Atay ve R. Eşref Ünaydın ile) adlı iki eseri daha vardır. Yakup Kadri'nin kitap halindeki eserleri Atila Özkırımlı (iki cildi Niyazi Akı) tarafından çeşitli notlar, açıklamalar ve bazı değerlendirmelerle birlikte genel bibliyografya eklenerek yeniden yayım­lanmıştır. Ayrıca kitaplarına girmemiş pek çok yazısı mevcuttur.

BİBLİYOGRAFYA:
A.Tıetze. "Karaosmanoğlu Y. Kadri", DOL, III, 99; İsmail Hikmet Ertaylan. Türk Edebiyatı Tarihi, Bakü 1926, III. 29-37; Hasan Âli Yücel. Edebiyat Tarihimizden, Ankara 1957, s. 1-8, 44-47, 76-85; Niyazi Akı. Yakup Kadri Karaos­manoğlu: İnsan-Eser-Fikir-Üslûp, İstanbul 1960; Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, İstanbul 1960, s. 102-106; Aytekin Yakar, Türk Romanında Mitli Mücadele, Anka­ra 1973, s. 114-117; Yaşar Nabi Nayır. Dünkü ve Bugünkü Edebiyatçılarımız Konuşuyor, İs­tanbul 1976, s. 7-13; Kenan Akyüz. Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri: 1860-1923, Anka­ra 1979, I, 164, 178-180; Nihad Sami Banarlı. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1979, II, 1201-1205; A. Ferhan Oğuzkan. Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İs­tanbul 1979, s. 3-28; Fethi Naci. 100 Soruda Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, İs­tanbul 1981. s. 52-58, 93-96. 99-103, 141 -144, 202-209; Berna Moran. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İstanbul 1983,1, 151-169; Cevdet Kudret. Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman -II: Meşrutiyetten Cumhuriyete: 1911-1922.İstanbul 1987, s. 110-121, 130-149; Şerif Aktaş. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara 1987; a.mlf.. "Yakup Kadri Karaosmanoğlu", Büyük Türk Klâsikleri, İstanbul 1992, XII, 166-172; Doğumunun 100. Yılında Yakup Kadri Karaos­manoğlu, İstanbul 1989; Himmet Uç. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Romanlarında Şa­hıslar, Erzurum 1990; İnci Enginün. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul 1991, s. 94-119, 295-321,474-493; a.mlf.. "Karaosmanoğ­lu, Yakup Kadri", TDEA, V, 185-189; Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı: 1923-1950. Ankara 1993, s. 925-950; Bilâl N. Şimşir. Bizim Diplomatlar, Ankara 1996, s. 487-507; Necdet Bingöl. "Yakup Kadri'nin Beş Romanın­da Fransız Realist ve Natüralistlerinin Tesirle­ri", DTCFD, 1111  1944). s. 9-20; G. E. Carreto. "Yakup Kadri (1887-1974)", OM, sy. 5-6(19751. s. 193-195; Mehmet H. Doğan. "Türk Roma­nında Kurtuluş Savaşı", TDl, sy. 298 (1976). s. 7-40; Selim İleri, "Yaban Üzerine", a.e., sy. 298(1976). s. 50-56; a.mlf., "Karaosmanoğlu, Yakup Kadri", DBİst.A, IV, 461-462; Kamil Yi­ğit. "Tek Parti Yönetiminin Kuruluşunda Ay­dınların Rolü ve Yakup Kadri Örneği", İzlenim, sy. 1, İstanbul 1992, s. 88-91; Orhan Okay. "Türk Romanında Köy Gerçeği ve Yaban", Yedi İklim, sy. 67, İstanbul 1995, s. 5-10; Fethi Tevetoğlu. "Karaosmanoğlu, Yakup Kadri", TA, XXI,
Nazım H. POLAT, DİA, cilt, 24

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

MİTHAT CEMAL KUNTAY

Hüseyin Rahmi GÜRPINAR

MEHMED RAUF

TEVFİK FİKRET

ÖMER SEYFEDDİN


YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU-2

Selahattin ARSLAN

Yakup Kadri, Yaban’ıyla Avrupa’nın artık

ihmal edemeyeceği şayanı dikkat bir sima olarak

Garp edebiyatının forumuna ayak basıyor.

Das Deutsche Wort

İlk yazılı örneklerinden günümüze uzanan edebiyat yapımızın büyük taşlarından biridir Yakup Kadri Karaosmanoğlu. Doğrusu ya “Kiralık Konak”sız, “Yaban”sız, “Sodom ve Gomore”siz, “Bir Sürgün”süz, “Ankara”sız, “Zoraki Diplomat”sız, “Politikada 45 Yıl”sız ve “Hep o şarkı”sız bir Türk edebiyatı, bugünkü zenginliğine ve çeşitliliğine ulaşabilir miydi?

Gerçekten, Halide Edib’le, Yakup Kadri’yi aynı yazıda ele almak gerekirdi. Çünkü, birisini anlatırken diğerini anmamak pek mümkün ol(a)mıyor. İkisi de İstanbul’dan yola çıkıp Ankara’ya gelerek, Kurtuluş Savaşı’nın bir büyük eksiğini tamamlamış, savaşın kalemle verilen mücadele kolunu oluşturmuştur. Anadolu basınının gücü ve etkinliği en başta onların kalemiyle ağırlık kazanmış, Kuvvacıların, güttüğü amaçta haklı ve kararlı oldukları, yerli olsun yabancı olsun, bütün sağır vicdanlara olanca lirizmiyle anlatılmıştır.

İkisi de “Yunan mezalimini” yerinde görmek üzere savaş bölgelerini kent kent, köy köy dolaşmış, bu dramatik görüntüler; birisine, “Türk’ün Ateşle İmtihanı”yla “Vurun Kahpeye”yi yazdırırken, diğerine “Millî Savaş Hikâyeleri”ni ve “Yaban”ı kaleme aldırmıştır. Denilebilir ki bugün, bundan şu kadar yıl önce yapılmış ve adına Kurtuluş Savaşı denilen efsaneyi, onurla ve ibretle yaşatıyorsak, bunu bir ölçüde adı geçen iki yazarın âdeta anıtlaşmış kalemlerine de borçluyuz.

İki yazar arasında bir başka ortak yön de giderek tezli romana yönelmeleridir. Adıvar, Sinekli Bakkal başta olmak üzere Doğu kültürüyle Batı düşüncesinin ortaklaşa yeni ve sağlıklı toplumu kuracağına yönelik romanlar yazar, makaleler yayımlar.

Karaosmanoğlu, bu konuda işi çok daha ileriye götürür. Her eseri, yeni bir tezin savunucusu, kanıtı durumundadır. Tanzimat toplumundan tutun da 1950’lere kadar Atatürk Türkiyesini kapsamına alan romanlarında titiz, gözlemci, gerçekçi, yorum getiren bir toplumbilimci buluruz. Türk insanının, 19.yüzyılın ortalarından 20.yüzyılın ortalarına kadar geçirdiği sosyal değişimleri, sarsıntıları ve bunların beraberinde getirdiği yaşayış, düşünüş farklılıklarını ve yine bu farklılıkların getirdiği çatışmaları işleyerek, bir bakıma o, Türk toplumunun başından geçenleri de romanlaştırdı. Yazar; “Bir Sürgün”de II.Abdülhamitli günleri, “Hüküm Gecesi”nde II.Meşrutiyeti’i, “Yaban”da Kurtuluş Savaşı yıllarını, “Ankara”da Cumhuriyeti’n ilk 10 yılını, “Panaroma”da 1928-1952 yılları arasını anlattı. Bunun en güzel örneği, dede-oğul-torun üçlüsünün yaşadığı kuşaklar çatışmasını işleyen “Kiralık Konak”tır. “Yaban” adlı romanında da “aydın-köylü” çatışmasını acımasız boyutlarıyla verir.

Düşünceye ve teze dayalı bu eserler, ister istemez, yazarın sanat anlayışında çok köklü değişiklikler yaptı. Bireyci anlayışla, 1909 yıllarında Fecr-i Âticilere katılan ve bağlı olduğu topluluk gibi “Sanat, şahsî ve muhteremdir.” yani sanat sanat içindir diye düşünen ve bu görüşün en ateşli savunucusu olan Karaosmanoğlu, ilkin buna uygun eserler verdi. “Erenlerin Bağından” adlı mensur şiir denemelerinde olduğu gibi bireysel duygularını dile getirdi. Bu tür eserlerinde doğal olarak daha çok romantizm akımının etkisinde kaldı.

Ancak, Balkan Savaşı’nda yaşanan acı hikâyeler ve I.Dünya Savaşı’nın olanca acımasızlığı karşısında, “Sanat şahsî ve muhteremdir.” diyemedi ve bunu bencillik saydı. O da Stendhal gibi “Roman, yol boyunca gezdirilen bir aynadır.” diye düşündü, böylece elinde tuttuğu ve hep kendi yüzünü izlediği bu aynayı, topluma çevirdi. Artık realist ve natüralist bir yazar olma yolundaydı ve gerçekçiliğin, gerçekleri olduğu gibi sunmak anlamına gelmediğini biliyordu. Balzac’ın, “Sanatın ödevi, doğayı kopya etmek değil, doğayı ifade etmektir.” demiş olmasının ne anlama geldiğini de çok iyi biliyordu. Flaubert, Maupassant gibi Fransız yazarlarının yabancısı değildi.

Çünkü sanat eserini yorumlayışı oldukça anlamlıdır:

“… Bir sanat eserinin alelâde bir tabiat ve cemiyet kopyası olduğu manası çıkarılmamalıdır. (…) İyi romanın birinci vasfı bir şahsiyetin, bir mizacın ifadesi olmaktır. İyi bir romanda tipler, vakalar tamamı tamamına hayatta oldukları ve cereyan ettikleri gibi değil, sanatkârın kafasındaki “kompozisyon” hususiyetlerine göre şekil ve mahiyet alırlar. (…) Hayatın tıpa tıp kopyası olmakla kalan romanlar, roman tarzının en müptezel örnekleridir.”

Karaosmanoğlu, bu söylemiyle bir bakıma sanatçının; sanat tutumu, sanat anlayışı gibi konularda, dönemiyle barışık olması gerektiğini gösteren 85 yıllık bir ulu çınardır.

1889 Kahire doğumlu olan Karaosmanoğlu, gerçek memleketi olan Manisa’da dal budak salmış, İstanbul’da ilk meyvelerini vermiş, Ankara’da güneşe çıkmış, 1934’ten 1954’e kadarki 20 yıllık elçilik yaşantısında gözlemleriyle gücüne güç katmış ve yazının en başında söylediğimiz gibi edebiyat yapımızın büyük taşlarından birisi olmuştur.

Karaosmanoğlu’nun bu yazgısı, onun sanat tutumlarını etkilerken çok doğal ve kaçınılmaz olarak dil anlayışını da değiştirmiştir. “Sanat, şahsî ve muhteremdir.” diye düşündüğü günlerde, kullandığı dilin, toplumun en geniş kesimlerince anlaşılması gerektiğini düşünmemiştir. Sanat “şahsî” olduğuna göre, bireyci tutumda buna gerek de yoktur ve dil araç olduğu kadar da amaçtır, sanat yapmanın ta kendisidir. Karaosmanoğlu, bu bakış açısında kaldığı süre, dilde yalın değildir. İşte “Baskın” adlı öyküsünden bir cümle:

“İzmir İdadisi’nden karib-ül âlâ bir şahadetname ile çıkıp İstanbul’da mekâtip-i âlîye kapılarında hacaletâlud inhizamlara uğramasına ve (…) fenâ bir tesâdüfün sevkıyle Aydın Vilayeti’nin hiç de neş’e-âver olmayan bu sıkıntılı köşesine sürüklenip mâdâm –el-hayat…”

Bu dille, toplumun her kesimine ulaşamayacağını giderek anlayan yazar, sonradan yazdıklarını gözden geçirip yalınlaştırmıştır. “Bir Tercüme-i Hâl” adlı öyküsünden buna bir örnek:

“Ortada, esir ve bend-i kayd olmuş, cesîm kuşlara benziyen, mecrûh-pâ iki kadın yürüyordu. (…) Mirkaçat-ı tebgüdaz-ı hayâtının kırk sekizinci kademesinde, sekte-i kalbiyeden vefat etti.”

Yazar, bu cümleleri sonradan yalınlaştırarak şu duruma getirir:

“Ortada, bir avcı kemendine tutulmuş cesim kuşlara benzeyen iki kadın yürüyordu. (…) Dik ve yorucu hayat merdiveninin kırk sekizinci kademesinde, yorgun, kalp sektesinden vefat etti.”

Bir varsayım ama yazar, yaşasaydı da bu yalınlaştırmayı bugün yapsaydı, umarız ki “kement” “cesim” “sekte” sözcüklerini de Türkçeleştirirdi. Çünkü Ömer Seyfettin’in “Şimdi yeni bir hayata, yeni bir intibak devresine giren Türklere (…) kendi lisanları lâzımdır.” demesinden 11 yıl sonra Yakup Kadri de onun gibi düşünüp şunları söylüyor:

“Kim ne derse desin, eski Osmanlıca artık yeni Türkiye’nin lisanı olamaz.”

Bununla birlikte Karaosmanoğlu’nun dili üstünde çalışanlar onun, eski sözlere olan düşkünlüğü yüzünden, konuşma dilini tam olarak kullanamadığını söyler.

Buna karşılık Karaosmanoğlu’nun anlatımını hemen herkes çekici ve doyurucu bulur. Bu anlamda Yakup Kadri, iyi bir söz ustasıdır. Tasvirleri, portreleri o denli özgündür ki bunları onun kaleminden okumanın tadına doyum olmaz.

Bakınız, Tiran’daki acemi diplomatlığını şu satırlarda ne güzel veriyor:

… “Bu ziyaretler bir de baktık ki Tiran’da, mutlaka çizgili pantolonlu bonjur ve silindir şapka ile yapılması lâzım gelirmiş. Bu benim için de lüzumundan fazla iddialı bir “merasimperestlik”ti. On beş günümü bu yüzden, hep giyinip soyunmakla geçirdim. Her sokağa çıkışımda kendimi bir panayır oyuncusundan farksız buluyor hâlime gülmekten katılasım geliyordu.”

Tasvirleri o denli canlıdır ki anlatılan yerleri gözlerinizle görür gibi olursunuz:

“Öyle ki arabalarımıza binip Tiran yoluna revan olduğumuz zaman, âdeta kır gezintisine çıkmış bir aile hâlinde idik. Ne hoştu, Draç’la Tiran arasındaki bu yol… Tıpkı bizim Ege illeri yollarına benziyordu. Hafif inişler yokuşlar, serin derecikler, sağlı sollu küme küme korular, beyaz badanalı evleriyle küçük küçük köyler, bana hep çocukluğumun geçtiği o yerleri hatırlatıyordu. Elimi, otomobilin penceresinden uzatıp her yanı okşayasım geliyordu. Hele, bazı köylerin yakınlarından geçerken bize gülümseyerek bakan beyaz donlu çocukların yuvarlak, kumral kafaları, pos bıyıklı ihtiyar çobanların keçi sürüleri arasından seğirtip yol kenarında selâma duruşları, beni, büsbütün içlendiriyordu.”

Karaosmanoğlu, Monografi türünde iki eser verdi: Atatürk, Ahmet Haşim… Bence bu eserleri okumadan Yakup Kadri’nin “portre çizme”deki gücü ve ustalığı anlaşılamaz. Makalelerini içeren “Ergenekon”da da yer yer bu portreler ilgimizi çeker. İşte Yakup Kadri’den zarif bir Atatürk portresi:

“Mustafa Kemal Paşa sivil giyinmiş, orta boylu, zayıf ve sarışın bir zattır. Gazetelerde gördüğünüz resimlerden hiçbirine benzemiyor. Kendisi bu resimlerin hepsinden daha sevimli, daha canlı, daha ayrı bir simadır. (…) Elmacık kemikleri çıkık, ağız kemikleri kuvvetli ve alnı serttir. Ve bu yüzün umumî görünüşünde çok zahmet çekmiş , çok uğraşmış, çok düşünmüş kimselerin yüzündeki ifade var; fakat hiçbir yorgunlu belirtisi gözükmemek şartıyle… Kısık ve sıcak bir sesle konuşuyor, (…) İnce, uzun parmaklı elleri durmadan iri taneli bir kehribar tespihle oynuyor. Bu tespihi kâh bileğine geçiriyor, kâh bir ucundan tutup çeviriyor, sağdan, sola, soldan sağa sallıyor.”

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, yaklaşık bir asra varan ömrü göz önüne alınırsa, çok yazan bir yazar olmadığı söylenebilir. Yirmi kadar olan bu eserler, bu uzun ömre vurulduğunda, 3-4 yıla bir eser düşer ki çok değildir. Ancak edebiyat tarihi, bu tür yazarların verdiği eserleri, sayıca değil, oluşturduğu sanat ve düşünce ortamıyla, yönlendirdiği olayların toplum hayatındaki tutarlılık oranıyla değerlendirmek ve ölçmek alışkanlığındadır. Bu ölçülerce, Yakup Kadri’nin günümüze yüz akıyla geldiğini söylemekte bizce hiçbir sakınca yoktur. Yarınlara mı dediniz? Ona da yarınlar karar verecektir; yarınların yeni kuşakları, yeni okurları, yeni eleştirmenleri daha doğrusu…

KAYNAKÇA;

1- Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Zoraki Diplomat, İstanbul 1955.

2- Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Ergenekon, İstanbul 1964.

3- Kudret, Cevdet, Türk Edebiyatı’nda Hikâye ve Roman, İstanbul 1987.

4- Moran, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İstanbul 1991.

5- Naci, Fethi, Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, İstanbul 1961.

6- Yücel, Hasan-Âli, Edebiyat Tarihimizden, Ankara 1957.


YAKUP KADRİ-EDEBİ PORTRELER

Ahmet Haşim, onunla daha dostken, sanatkârımızın başını haşhaşa benzetmişti. İnce boynu üstünde çok büyük duran başı böyle bir teşbihe hak verir mi bilmem. Fakat onda açılan fikir ve his çiçeklerinin afyon gibi baş döndürdüğüne, gözlere afyon rüyaları gibi zengin dekorlar serdiğine şüphe yok. Ve sanıyorum ki Ahmet Haşim “afyon” sözüyle daha çok o başın bu manevî tarafını anlatmak istemişti.

Şimdiki Yakup’un madde yanı ne âlemdedir, bilmiyorum. Ben onu yirmi dört sene evvel Türk Ocağı’nda tanımıştım. Davos’tan yeni gelmişti. Yanaklarında mat bir allık vardı. Simsiyah iri gözleri, sanki başka bir cihanda açılmış gibiydi. İçleri derin hayretlerle dolu, güzel gözler. Ta tepeye kadar uzanıp genişleyen ve insanı fikir dağlarına çıkaran dimdik bir alın yamacı, ince yüz çizgileri üstünde ansızın kalınlaşan kalkık kaşlar. Gözlere o derin hayranlığı vermekte galiba bu mütehayyir kaşların da payı var. Bütün yüzünü kaplayan masum hüzün, içli ve temiz çizgilerinde ansızın değişiyor. Uçurumlarla biten düzlükler gibi. Duygulu dudaklar. Açılmadan konuşan, bükülüşleri beliğ hutbeli dudaklar. Orta boy, orta yapı. İnce ve zarif duruş. Konuşurken aydınlığı yüze vuran bembeyaz dişler.

İşte benim gördüğüm genç sanatkâr böyleydi:

Türk Ocağı’nın, çiniler, güzel yazılar ve tablolarla süslü bir salonundaydık.

Nur Baba daha bitmemişti: Fakat ondan bir parça, “Nur Baba Dergâhı’nda Bir Âyin-i Cem” parçası okunacaktı. Memleketin en kuvvetli kalemleri oradaydı. Pek tatlı bir saat geçirdik.

İlk eserini kendinden önce görmüş, maneviyatla madde varlığından evvel tanışmıştım. Bir Serencam'ı ilk gençliğimin heyecanlı hayranlığıyla okudum. Yakup orada romantizm ile realizm kutupları arasında yalpalar. Fakat kitabın sonuna eklediği birkaç nesir parçası, hikâye kahramanlarının ağzına koyamadığı bir ihtirasla doludur. Hele “asâsız ve abâsız kaldım” mensuresi, Yakup’un nasıl engin ve derin bir âleme kanat açmak aşkıyla çırpındığını ne güzel gösterir.

İtiraf edeyim ki gerek 1329 Nevsal-i Millî sine yazdığı, “Hatt-ı destimle resmim ne için? Kim için?” cümleleri beni derin derin yaralamış ve Resimli Kitap’ta çıkan İstanbul sokaklarında bir kış geçirmeye mahkûm oluşunun şikâyeti de içimi sıkmıştı.

Birincide şımarık bir gurur görmüş, İkincide kabukla kestane macerasını hatırlatan bir hal sezmiştim. “Şapka”, “Baskın” hikâyelerinde de aynı sarsıntıları geçirdiğimi hâlâ hatırlarım.

Fakat Yakup’un burukluğu hızla geçti ve çabucak olgunlaştı. Rahmet, Kiralık Konak, Hüküm Gecesi, Nur Baba daima yükselen bir çıkışın mola taşlarıdır.

Erenlerin Bağında'da onun bir iç kabuğundan daha sıyrıldığını, mistik bir ruhla belirdiğini gördük. Dervişin hırkası nasıl abâ ise, bu ruhun lisandan esvabı da öyleydi. Biraz Tevrat’a benziyor, azıcık Mezamir’i andırıyordu. Üslûbuna itinalı bir derbederlik sinmiş, fikirleri bu olgun derviş kalenderliğiyle iç zenginliklerine kavuşmuştu.

Erenlerin Bağından'da Yakup, gerçek erenlerin, hak erenlerin sırrını fethetti mi? Buna hiç düşünmeden, “Hayır!” diyebiliriz.

Bu mistik devir, ondan bir çağ gibi gelip geçti. Çamlıca’da beslenen ruhu, çok sürmeden yine sanat göklerindeki kendi mahrekini bulmuştu.

Nur Baba, Akşam'da tefrika edilirken, İstanbul’un Bektaşî muhiti heyecanlanmış. Bâbıâli birkaç hırka ve sakal baskınına uğramıştı.

Babalar, dervişler sırlarının faş edildiğine kızıyorlar, Yakup’u bir mürted sayıyorlardı. Düşünmüyorlardı ki bir sanatkâr nazarında en büyük sır yaratmaktır ve doğurmak için müşahede ebesine muhtaçtır. Onu tarikat haini sayanların suçlarını cehillerine bağışlayalım.

Yakup, bir ara, İkdam'da fıkralar da yazdı. Millî Mücadele yıllarının heyecanı, bu makalelerde nabzı gibi vurur. İki ciltlik Ergenekon'lar bu makalelerden örülmüştür.

Meşhur Türk efsanesini bilenler, İstiklâl Savaşı’na bu adın ne kadar yaraştığını elbette takdir ederler.

Sanatkârımız, bir romancı için protoplazma sayılan müşahedeye bol bol sahip oldu. Ömrünün geçtiği dolambaçlı yol gerçekten bir talih eseridir. Şark ve garbı bütün imkânlarıyla müşahede aynasına düşürebilen bir romancı, eserlerinin harcını tamamlamış sayılır. Yaratmak için artık önünde hiçbir engele rastlamaz.

Yakup’ta imrendiğim şeylerden biri de sanatını fedaya, sanatkârlıktan fedakârlığa asla yanaşmamasıdır. Provası yapıldığı halde oynanmayan meşhur piyesini bu hükmümün delillerinden biri gibi kabul edebilirsiniz. Ankara ile Yaban'da da aynı ruhun yer yer, sahife sahife parladığı görülür.

Yalnız, bunlarda onun bir başka hali daha göze çarpıyor, Yavaş yavaş kendini muhit ve lisanın üstünde bir varlık sayan bir şey. Eserlerine kelime, terkip hattâ cümle halinde yabancı dilden istifadeler koymuş.

Birçok Rus ediplerinde, İngiliz, Alman romancılarında da bunu görüyor, tercümelerinin hemen her yaprağı altında “En français dans le texte" izahını buluyoruz. Bunun güzelliğini, iyiliğini, faydasını, sanata, sanatkâra verdiği değer payını ben, bir türlü anlayamadım. Doğrusu hoşlanmıyorum da.

Karaosmanoğlu bunu niçin yapıyor bilmem? Yoksa bu, ilk gençliğinin garba hayran günlerine tekrar bir dönüş müdür? Türk’ü dünyanın ön safına çıkaran bunca harikalardan sonra, bunu ummuyorum. Tasallüfü ise, onun yanında pek küçük bulduğum için, aklıma bile getiremiyorum.

Bize ruh derinliğinin, gönül inceliğinin güzelliklerini bütün sıcaklığıyla sunan bu kudretli ve kıymetli sanatkâr, şimdi en olgun çağındadır. Hem ruh hem fikir ve müşahede zenginliği bakımından tekâmülün son merhalesine varmıştır. Artık en büyük eserini bekleyebiliriz.

Romanı, kuru hakikatler zincirinden ibaret sayanlar, ondaki zengin şiiri yadırgarlar. Bu yadırgama, şiirin ne tatlı bir ölçü ile esere yayıldığını göremediklerindendir. Gerçek sanat eseri, hiçbir zaman çoban çevresi ve azami hudutta hakikatlere bağlı kalmaz ve gerçek sanatkâr asla herkes gibi konuşmaz.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER