Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU-2

Selahattin ARSLAN

Yakup Kadri, Yaban’ıyla Avrupa’nın artık

ihmal edemeyeceği şayanı dikkat bir sima olarak

Garp edebiyatının forumuna ayak basıyor.

Das Deutsche Wort

İlk yazılı örneklerinden günümüze uzanan edebiyat yapımızın büyük taşlarından biridir Yakup Kadri Karaosmanoğlu. Doğrusu ya “Kiralık Konak”sız, “Yaban”sız, “Sodom ve Gomore”siz, “Bir Sürgün”süz, “Ankara”sız, “Zoraki Diplomat”sız, “Politikada 45 Yıl”sız ve “Hep o şarkı”sız bir Türk edebiyatı, bugünkü zenginliğine ve çeşitliliğine ulaşabilir miydi?

Gerçekten, Halide Edib’le, Yakup Kadri’yi aynı yazıda ele almak gerekirdi. Çünkü, birisini anlatırken diğerini anmamak pek mümkün ol(a)mıyor. İkisi de İstanbul’dan yola çıkıp Ankara’ya gelerek, Kurtuluş Savaşı’nın bir büyük eksiğini tamamlamış, savaşın kalemle verilen mücadele kolunu oluşturmuştur. Anadolu basınının gücü ve etkinliği en başta onların kalemiyle ağırlık kazanmış, Kuvvacıların, güttüğü amaçta haklı ve kararlı oldukları, yerli olsun yabancı olsun, bütün sağır vicdanlara olanca lirizmiyle anlatılmıştır.

İkisi de “Yunan mezalimini” yerinde görmek üzere savaş bölgelerini kent kent, köy köy dolaşmış, bu dramatik görüntüler; birisine, “Türk’ün Ateşle İmtihanı”yla “Vurun Kahpeye”yi yazdırırken, diğerine “Millî Savaş Hikâyeleri”ni ve “Yaban”ı kaleme aldırmıştır. Denilebilir ki bugün, bundan şu kadar yıl önce yapılmış ve adına Kurtuluş Savaşı denilen efsaneyi, onurla ve ibretle yaşatıyorsak, bunu bir ölçüde adı geçen iki yazarın âdeta anıtlaşmış kalemlerine de borçluyuz.

İki yazar arasında bir başka ortak yön de giderek tezli romana yönelmeleridir. Adıvar, Sinekli Bakkal başta olmak üzere Doğu kültürüyle Batı düşüncesinin ortaklaşa yeni ve sağlıklı toplumu kuracağına yönelik romanlar yazar, makaleler yayımlar.

Karaosmanoğlu, bu konuda işi çok daha ileriye götürür. Her eseri, yeni bir tezin savunucusu, kanıtı durumundadır. Tanzimat toplumundan tutun da 1950’lere kadar Atatürk Türkiyesini kapsamına alan romanlarında titiz, gözlemci, gerçekçi, yorum getiren bir toplumbilimci buluruz. Türk insanının, 19.yüzyılın ortalarından 20.yüzyılın ortalarına kadar geçirdiği sosyal değişimleri, sarsıntıları ve bunların beraberinde getirdiği yaşayış, düşünüş farklılıklarını ve yine bu farklılıkların getirdiği çatışmaları işleyerek, bir bakıma o, Türk toplumunun başından geçenleri de romanlaştırdı. Yazar; “Bir Sürgün”de II.Abdülhamitli günleri, “Hüküm Gecesi”nde II.Meşrutiyeti’i, “Yaban”da Kurtuluş Savaşı yıllarını, “Ankara”da Cumhuriyeti’n ilk 10 yılını, “Panaroma”da 1928-1952 yılları arasını anlattı. Bunun en güzel örneği, dede-oğul-torun üçlüsünün yaşadığı kuşaklar çatışmasını işleyen “Kiralık Konak”tır. “Yaban” adlı romanında da “aydın-köylü” çatışmasını acımasız boyutlarıyla verir.

Düşünceye ve teze dayalı bu eserler, ister istemez, yazarın sanat anlayışında çok köklü değişiklikler yaptı. Bireyci anlayışla, 1909 yıllarında Fecr-i Âticilere katılan ve bağlı olduğu topluluk gibi “Sanat, şahsî ve muhteremdir.” yani sanat sanat içindir diye düşünen ve bu görüşün en ateşli savunucusu olan Karaosmanoğlu, ilkin buna uygun eserler verdi. “Erenlerin Bağından” adlı mensur şiir denemelerinde olduğu gibi bireysel duygularını dile getirdi. Bu tür eserlerinde doğal olarak daha çok romantizm akımının etkisinde kaldı.

Ancak, Balkan Savaşı’nda yaşanan acı hikâyeler ve I.Dünya Savaşı’nın olanca acımasızlığı karşısında, “Sanat şahsî ve muhteremdir.” diyemedi ve bunu bencillik saydı. O da Stendhal gibi “Roman, yol boyunca gezdirilen bir aynadır.” diye düşündü, böylece elinde tuttuğu ve hep kendi yüzünü izlediği bu aynayı, topluma çevirdi. Artık realist ve natüralist bir yazar olma yolundaydı ve gerçekçiliğin, gerçekleri olduğu gibi sunmak anlamına gelmediğini biliyordu. Balzac’ın, “Sanatın ödevi, doğayı kopya etmek değil, doğayı ifade etmektir.” demiş olmasının ne anlama geldiğini de çok iyi biliyordu. Flaubert, Maupassant gibi Fransız yazarlarının yabancısı değildi.

Çünkü sanat eserini yorumlayışı oldukça anlamlıdır:

“… Bir sanat eserinin alelâde bir tabiat ve cemiyet kopyası olduğu manası çıkarılmamalıdır. (…) İyi romanın birinci vasfı bir şahsiyetin, bir mizacın ifadesi olmaktır. İyi bir romanda tipler, vakalar tamamı tamamına hayatta oldukları ve cereyan ettikleri gibi değil, sanatkârın kafasındaki “kompozisyon” hususiyetlerine göre şekil ve mahiyet alırlar. (…) Hayatın tıpa tıp kopyası olmakla kalan romanlar, roman tarzının en müptezel örnekleridir.”

Karaosmanoğlu, bu söylemiyle bir bakıma sanatçının; sanat tutumu, sanat anlayışı gibi konularda, dönemiyle barışık olması gerektiğini gösteren 85 yıllık bir ulu çınardır.

1889 Kahire doğumlu olan Karaosmanoğlu, gerçek memleketi olan Manisa’da dal budak salmış, İstanbul’da ilk meyvelerini vermiş, Ankara’da güneşe çıkmış, 1934’ten 1954’e kadarki 20 yıllık elçilik yaşantısında gözlemleriyle gücüne güç katmış ve yazının en başında söylediğimiz gibi edebiyat yapımızın büyük taşlarından birisi olmuştur.

Karaosmanoğlu’nun bu yazgısı, onun sanat tutumlarını etkilerken çok doğal ve kaçınılmaz olarak dil anlayışını da değiştirmiştir. “Sanat, şahsî ve muhteremdir.” diye düşündüğü günlerde, kullandığı dilin, toplumun en geniş kesimlerince anlaşılması gerektiğini düşünmemiştir. Sanat “şahsî” olduğuna göre, bireyci tutumda buna gerek de yoktur ve dil araç olduğu kadar da amaçtır, sanat yapmanın ta kendisidir. Karaosmanoğlu, bu bakış açısında kaldığı süre, dilde yalın değildir. İşte “Baskın” adlı öyküsünden bir cümle:

“İzmir İdadisi’nden karib-ül âlâ bir şahadetname ile çıkıp İstanbul’da mekâtip-i âlîye kapılarında hacaletâlud inhizamlara uğramasına ve (…) fenâ bir tesâdüfün sevkıyle Aydın Vilayeti’nin hiç de neş’e-âver olmayan bu sıkıntılı köşesine sürüklenip mâdâm –el-hayat…”

Bu dille, toplumun her kesimine ulaşamayacağını giderek anlayan yazar, sonradan yazdıklarını gözden geçirip yalınlaştırmıştır. “Bir Tercüme-i Hâl” adlı öyküsünden buna bir örnek:

“Ortada, esir ve bend-i kayd olmuş, cesîm kuşlara benziyen, mecrûh-pâ iki kadın yürüyordu. (…) Mirkaçat-ı tebgüdaz-ı hayâtının kırk sekizinci kademesinde, sekte-i kalbiyeden vefat etti.”

Yazar, bu cümleleri sonradan yalınlaştırarak şu duruma getirir:

“Ortada, bir avcı kemendine tutulmuş cesim kuşlara benzeyen iki kadın yürüyordu. (…) Dik ve yorucu hayat merdiveninin kırk sekizinci kademesinde, yorgun, kalp sektesinden vefat etti.”

Bir varsayım ama yazar, yaşasaydı da bu yalınlaştırmayı bugün yapsaydı, umarız ki “kement” “cesim” “sekte” sözcüklerini de Türkçeleştirirdi. Çünkü Ömer Seyfettin’in “Şimdi yeni bir hayata, yeni bir intibak devresine giren Türklere (…) kendi lisanları lâzımdır.” demesinden 11 yıl sonra Yakup Kadri de onun gibi düşünüp şunları söylüyor:

“Kim ne derse desin, eski Osmanlıca artık yeni Türkiye’nin lisanı olamaz.”

Bununla birlikte Karaosmanoğlu’nun dili üstünde çalışanlar onun, eski sözlere olan düşkünlüğü yüzünden, konuşma dilini tam olarak kullanamadığını söyler.

Buna karşılık Karaosmanoğlu’nun anlatımını hemen herkes çekici ve doyurucu bulur. Bu anlamda Yakup Kadri, iyi bir söz ustasıdır. Tasvirleri, portreleri o denli özgündür ki bunları onun kaleminden okumanın tadına doyum olmaz.

Bakınız, Tiran’daki acemi diplomatlığını şu satırlarda ne güzel veriyor:

… “Bu ziyaretler bir de baktık ki Tiran’da, mutlaka çizgili pantolonlu bonjur ve silindir şapka ile yapılması lâzım gelirmiş. Bu benim için de lüzumundan fazla iddialı bir “merasimperestlik”ti. On beş günümü bu yüzden, hep giyinip soyunmakla geçirdim. Her sokağa çıkışımda kendimi bir panayır oyuncusundan farksız buluyor hâlime gülmekten katılasım geliyordu.”

Tasvirleri o denli canlıdır ki anlatılan yerleri gözlerinizle görür gibi olursunuz:

“Öyle ki arabalarımıza binip Tiran yoluna revan olduğumuz zaman, âdeta kır gezintisine çıkmış bir aile hâlinde idik. Ne hoştu, Draç’la Tiran arasındaki bu yol… Tıpkı bizim Ege illeri yollarına benziyordu. Hafif inişler yokuşlar, serin derecikler, sağlı sollu küme küme korular, beyaz badanalı evleriyle küçük küçük köyler, bana hep çocukluğumun geçtiği o yerleri hatırlatıyordu. Elimi, otomobilin penceresinden uzatıp her yanı okşayasım geliyordu. Hele, bazı köylerin yakınlarından geçerken bize gülümseyerek bakan beyaz donlu çocukların yuvarlak, kumral kafaları, pos bıyıklı ihtiyar çobanların keçi sürüleri arasından seğirtip yol kenarında selâma duruşları, beni, büsbütün içlendiriyordu.”

Karaosmanoğlu, Monografi türünde iki eser verdi: Atatürk, Ahmet Haşim… Bence bu eserleri okumadan Yakup Kadri’nin “portre çizme”deki gücü ve ustalığı anlaşılamaz. Makalelerini içeren “Ergenekon”da da yer yer bu portreler ilgimizi çeker. İşte Yakup Kadri’den zarif bir Atatürk portresi:

“Mustafa Kemal Paşa sivil giyinmiş, orta boylu, zayıf ve sarışın bir zattır. Gazetelerde gördüğünüz resimlerden hiçbirine benzemiyor. Kendisi bu resimlerin hepsinden daha sevimli, daha canlı, daha ayrı bir simadır. (…) Elmacık kemikleri çıkık, ağız kemikleri kuvvetli ve alnı serttir. Ve bu yüzün umumî görünüşünde çok zahmet çekmiş , çok uğraşmış, çok düşünmüş kimselerin yüzündeki ifade var; fakat hiçbir yorgunlu belirtisi gözükmemek şartıyle… Kısık ve sıcak bir sesle konuşuyor, (…) İnce, uzun parmaklı elleri durmadan iri taneli bir kehribar tespihle oynuyor. Bu tespihi kâh bileğine geçiriyor, kâh bir ucundan tutup çeviriyor, sağdan, sola, soldan sağa sallıyor.”

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, yaklaşık bir asra varan ömrü göz önüne alınırsa, çok yazan bir yazar olmadığı söylenebilir. Yirmi kadar olan bu eserler, bu uzun ömre vurulduğunda, 3-4 yıla bir eser düşer ki çok değildir. Ancak edebiyat tarihi, bu tür yazarların verdiği eserleri, sayıca değil, oluşturduğu sanat ve düşünce ortamıyla, yönlendirdiği olayların toplum hayatındaki tutarlılık oranıyla değerlendirmek ve ölçmek alışkanlığındadır. Bu ölçülerce, Yakup Kadri’nin günümüze yüz akıyla geldiğini söylemekte bizce hiçbir sakınca yoktur. Yarınlara mı dediniz? Ona da yarınlar karar verecektir; yarınların yeni kuşakları, yeni okurları, yeni eleştirmenleri daha doğrusu…

KAYNAKÇA;

1- Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Zoraki Diplomat, İstanbul 1955.

2- Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Ergenekon, İstanbul 1964.

3- Kudret, Cevdet, Türk Edebiyatı’nda Hikâye ve Roman, İstanbul 1987.

4- Moran, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İstanbul 1991.

5- Naci, Fethi, Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, İstanbul 1961.

6- Yücel, Hasan-Âli, Edebiyat Tarihimizden, Ankara 1957.

SON EKLENENLER

Üye Girişi