Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ALİ EMRE

(17 Kasım 1967 (Nüfusta 1 Ocak 1968), Sünlük köyü, İhsaniye /Kastamonu - )


       Asıl adı Ali Değirmenci’dir. Erencan Yüksel, Emre Yetkin, Muharrem Çağlayan adlarını da kullandı. Kastamonu Hisarardı İlkokulu’nu (1979), Merkez Ortaokulu’nu (1982), Kastamonu Ticaret Lisesi’ni (1985) bitirdi. Mimar Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1990) mezunu. Yüksek lisansını Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nde “II Abdülhamid Dönemi Matbuat Hayatı ve Mâlûmat Mecmuası” adlı tezle tamamladı. 1990 yılında Sivas’ta liselerde öğretmenlik yapmaya başladı. 1997 yılında özel eğitim kurumlarında çalışmaya başladı. 2001 yılından itibaren on yıl Ankara’da yaşadı. 2011 yılında İstanbul’a taşındı. Evli ve iki çocuk babası.
       Sivas’ta Edebî Pankart adlı bir derginin yayımına katkıda bulundu. Kırklar dergisinin yayın danışmanlığını yaptı. İlk sayısı Ağustos 2016’da çıkan Temmuz dergisinin ilk 12 sayısında yayın yönetmenliği görevini yürüttü.
       Şiirleri, yazıları ve söyleşileri Cins, Dergâh, Derkenar, Edebi Pankart, Edebiyat Ortamı, Endülüs, Fayrap, Hece, İtibar, İzdiham, Karagöz, Kayıtlar, Kırklar, Mahalle Mektebi, Merdiven, Muştu, Post Öykü, Sağduyu, Sayha, Tasfiye, Temmuz, Umran, Yedi İklim, Yeni Şafak, Yolcu  gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı.

Yapıtları:

Şiir Kitapları:

Kıyamet Mevsimleri (1998, Şule Yayınları, İst., 70 s.)
Milyon Sesli Mızıka (2001, Birey Yayınları, İst.)
Onarılmış Yas Bitiği (2008, Hece Yayınları, Ank.; Genişletilmiş 2. Baskı: 2016, İz Yayıncılık, İst., 88 s.)
Yeryüzüne Dağılan (2012, Okur Kitaplığı, İst., 88 s.)
Meryem’in Yokluğunda (2017, Temmuz Kitap, İst., 88 s.)
       
İnceleme Kitapları:
Şiirin Saçağı Altında (2015, İz Yayıncılık, İst., 272 s.)
Şiirimizde Ortadoğu (2016, Temmuz Kitap, İst., 174 s.)
       
Romanları:
Nureddin Zengi (2017, Temmuz Kitap, İst., 416 s.)




YERYÜZÜNE DAĞILAN ŞİİRLER

Seksenli yıllar şiiri kitapların, sokakların ve meydanların şiiridir. Kitaplarla meydanların arasının belirgin biçimde açıldığı doksanlı yıllarda ise şiir daha çok beklenen yolcuların ve özlenen hayatların izini sürmüştür. Seksen sonrası süreç, Türkiye’de siyasi ve sosyokültürel açıdan bir evrilmeyi de beraberinde getirdiğinden bu dönüşüm hayat-edebiyat ekseninde şiiri de etkilemiştir. Sokakların ateşi sönmüş, meydanların sesi kısılmış, kitaplar birer birer raflardan sahaflara kaldırılmaya başlanmıştır. 12 Eylül sonrası apolitik atmosferin oluşturduğu boşluk, şiirimizdeki aidiyet sorununu yeniden gündeme getirmiştir.
Türk şiiri bu süreçle birlikte kendisiyle yüzleşme imkânı bulup geçmişle gelecek arasındaki yerini belirlemeye çalışır. Neredeyse zihniyet ve ideolojinin emrine girip payandası haline getirilen şiir, angajmanlardan sıyrılıp yüzünü kendini var kılan esaslara döner. Her ne kadar on yıllar arasında edebi akımlarla şekillenen bir dönemsellik olmasa da 2000’li yıllar şiiri form, imge, dil ve içerik açısından bir derlenip toparlanma şiiridir. Seksenli yıllarda şiire başlayıp her üç dönemin  (on yılın) içerisinde bulunan şairleri sadece yaşadıkları zamanı baz alarak belli bir kuşağa dahil etmek isabetli olmayabilir. Aynı şekilde aynı dönemde şiir yazan şairleri ortak bir kümede toplamak da fazlasıyla yanıltıcıdır. Belki bazı şairlerin adları bazı şairlerle yan yana yazılabilir.

Yazdığı şiirlerde her üç dönemin (80–90–2000) havasını barındırıp şiirinin iplerini koşul ve konjonktürlerin eline ve insafına bırakmayan hayli örnek var şüphesiz. Arif Ay, Haydar Ergülen, Hüseyin Atlansoy, Osman Konuk bu isimlerden sadece birkaçı. Bu isimler seksenlerden bu yana çeşitli evrelere tanıklık etmelerine rağmen hiçbir zaman bir dönemin şairi olarak kalmamışlardır. Çünkü bu şairlerin şiirlerine kaynaklık eden dünya sokakların, meydanların ve kitapların ortadan kalkmasıyla yok olabilecek bir dünya değildi.
Şairi belli bir ideolojinin bağıran sözcüsü olmaktan koruyan şey, düşünce ile duyarlık arasında kurduğu hassas denge ve evrensel bütünlüktür. Yazdığına yabancılaşmayan her kalem sahibi kalple kafa arasında hiçbir düalizme düşmeden, yapıp ettikleriyle zamanının en yalnız insanı olsa bile gelenek ve gelecekle irtibat kurmakta zorlanmaz. Geleneğin ve geleceğin çatısı altında yerini alır. Seksenlerden günümüze eklemlenen bu meşakkatli zihinsel yolu yürümeden bazı isimler hakkında söz söylemek gerçekten kolay değil. Her ne kadar kestirmeden gitmiş olsam da bu durumun günümüzde belki de en canlı örneği, şair Ali Emre’dir.

Emre, ilk başta kitapların vaat ettiği dünyaya sımsıkı bağlı kalabilen bir şair. Bu yüzden kitaplarını düşünceleriyle birlikte sahaflara kaldıranlardan değil. Dün hem gezdiği sokakların ateşi hem de dolandığı meydanların sesi canlılığını hâlâ koruyor. Sözün burasında belki de ilk söylenmesi gereken şey; Ali Emre şiirinin, yüzü düne dönük bir şiir olduğudur. Şairin ilk şiir kitabı “Kıyamet Mevsimleri”nden dördüncü şiir kitabı “Yeryüzüne Dağılan”a doğru gittikçe artan bir dün vurgusu dikkat çekiyor. Her kitap bir sonrakine açılıyor gibi.

İlk kitaptan (Kıyamet Mevsimleri) itibaren şairin sesi daha bir yükselirken bir taraftan da sözün çoğalıp depreştiğini görüyoruz. İlk iki kitapta daha çok lirik bir ses baskınken son iki kitapta (Onarılmış Yas Bitiği- Yeryüzüne Dağılan) epik hava daha belirgin.

İster lirik diyelim ister epik, Ali Emre şiiri söz dizimi, mısra düzeni, kelime seçimi ve ses tonuyla emsallerinden kolaylıkla ayırt edilebilecek bir yerde duruyor. Her şiir, kitap içerisinde bir bütünlüğe sahip olduğu kadar, her dize ve her kelime de ait olduğu şiir içerisinde şiire ait ve şiirden bağımsız bir özgünlüğe sahip. Şair kolay kolay dizeyi şiire feda etmiyor. Sözgelimi kitapta herhangi bir şiirden bir dizeyi gelişigüzel çekip bir kâğıda yaslasanız, bütün bir şiirin kalp atışlarını rahatlıkla görebilirsiniz. Ali Emre’de dizeyi bu kadar anlamlı ve de azade kılan şey hiç kuşkusuz kelimeleri cümle içinde çok iyi kuşandırıp konuşlandırabilme becerisidir. Bu beceride sözlü kültür, halk ağzı, argo ve duygusal ritim gibi yan unsurların da payı inkâr edilemez.

İyi bir okuyucu bir şiirin ne gibi aşamalardan geçerek yazıldığını, tek celsede mi yoksa uzun bir çalışma evresi sonrasında mı şekil aldığını o şiirin soluk alışverişinden kolaylıkla anlar. Zira şiirde kelimeler ve dizeler arası seyyaliyet buna imkân sağlar. Ali Emre ne der bilmem ama özellikle son kitabında (Yeryüzüne Dağılan) yer alan şiirlerin büyük bir kısmı ilk sıcaklığı ile yazılmış tek oturuş şiirleri olduğunu gösteriyor. Bu durum (vehbiyetin kesbiyete baskın oluşu) bir şair için zayıflık sayılmayacağı gibi şiirinin lehine bir özellik kabul edilse yeridir. Ne de olsa şiir, başı (yazım öncesi) ve sonu (yazıldıktan sonra) itibariyle söylenen bir şeydir. Şiirin dili yazılmaktan çok söylendikçe açılır. Kâğıt üzerinde şiir sükût üzere uykudadır. Şiiri uyandıracak olan, içe ya da dışa doğru onu okumak yani söylemektir. Bu anlamıyla şiir kalpten sudur edip yeryüzüne dağılandır.

Değil mi ki bir kitabın en iyi kapısı adıdır, biz de oradan giriş yapalım. Bir an, şiir şairin niyetidir, iddiasını aklımızda tutarsak evrensele atıf noktasında son derece güzel bir kitap ismi olduğunu söyleyebiliriz. Düşünce, duygu, imge ya da ilham her biri bir duyarlığa dönüşmek üzere kanatlanıp havalanırlar. Bu, insana rağmen böyledir. İnsan ne kadar kaçarsa kaçsın yeryüzüne dağılan bu mücerret yoğunluktan kurtulamaz ve en sonunda şiire teslim olur. Kitap, ‘Aralık Kapılar’, ‘İyilik Yorar’, ‘Bin Yıldır Üşüyen Evde’ başlıklarıyla üç bölümü içeriyor. 12 şiirden oluşan birinci bölümün kapısı eski şiire göz kırparak aralanıyor. Şair “Kazadan Beladan Sakınır Gibi” şiirinde, beş uzun beyitle güncel ve çağdaş bir gazel örneği denemiş. Bana göre gazelin şah beyti şu: “Kirli bir burjuva büyüttü beni söverek, suratsız haşin bir devlet okuttu / Bu kör müfredatı kov esas duruşu boz kazadan beladan sakınır gibi sarıl”

Ali Emre, geleneği yeniden yorumlamayı denemiş birçok şiirinde. “Kanamalı Gazel” de yine bunlardan biri. Bu şiirin de en çok makta beytini beğendim. Şöyle bitiyor şiir: “Ali dalsa şimdi bu puştlar meydanına üç kulhü bir elham ile sevgili / Kılıç kalkanlar kanar. Kavuklar kaftanlar kanar. Kahramanlar kanar.”

Emre’nin yer yer bütün şiirlerine sinen 40 yaş duyarlığı bu şiirde de var. Şiire bir itirafla giriyor şair: “Zordur kırkı devirince birini unutmak; eski yaralar, hatıralar kanar”. Bu dize bir nostaljiyi değil, insanın yüreğine çöküp omuzlarına abanan yanlış yaşanmış hayatların, talihsiz tanıklıkların sızısı ve âhıdır. Evet, bu kitap bir kırk yaş şiirleri kitabıdır; lakin hiçbir şiirde geçmiş özlemi yoktur. Şairin sesi bazen seksenli yılların bir öğrenci evinden gelirken bazen de cuma namazından sonra Beyazıt meydanından yankılanır. Sanki şair lafın kâr etmediği dünyaya son çare olarak şiir söylemektedir. Dünün bugünden, bugünün de dünden pek bir farkı yoktur.

Kendini ele vermeyen bir karamsarlık var Ali Emre’nin şiirinde. Devletler, sistemler, şebekeler ve de rakamları ve harfleri ellerine geçirmiş egemen güçler güzel rüya görüp hayal kurmamızı imkânsız kılmaktadır. Ne Batı ne de Ortadoğu bu cendereden kurtulmadığı sürece şair bugünde yaşayan geçmişine göz kulak olmak zorundadır. Sesini daha bir yükseltmeli ve de yaşadığı topluma tanıklık etmelidir. Toplumlar ancak belli bir devrim ruhuyla hayallerimize karşılık verebilirler. Tarihin bir şekilde tekerrürü gibi bugünde yaşayan dünü şair hiç kayıttan düşmez. Dünün tefsirini bugünle yapar. Bir taraftan halk şiirinin ve divan şiirinin imkânlarından yararlanırken diğer taraftan nevzuhur-yeniyetme edebiyat anlayış ve ortamlarını tiye alır. Bir arasta çadırında uyuyup kalan çocuklar için koçaklama, diriliş için “vezn-i âher” yazar. Emre’nin şiirinde bu dün-bugün yüzleşmesi, kelime seçiminden şiir başlıklarına ve formuna kadar yansımıştır. Her ne kadar gizil bir kötümserlik olsa da “Yeryüzüne Dağılan” şiirlerde şair tarz-ı kadim üzre yazdığı dizelerde sesini alçaltıp bir dua edasıyla da olsa umudu aralamaya çalışır: “Belki bir gün bu viraneye yepyeni bir can gelir / Bu viraneye öncülerden çerağ ile burhan gelir / Yepyeni bir muştu ile gönüllere heyecan gelir/ Can gelir burhan gelir heyecan gelir sultan gelir”

Bu dörtlük “belki” şerhine rağmen, geleceğe işaret eden bir seslenişle başlıyor; ama bu asude ses hemen ardından gelen ve 11 inşaat işçisinin yatakhane olarak kullanılan çadırlarda diri diri yanarak hayatını kaybetmesi üzerine yazılan şiirin dizeleriyle bozuluyor. Eski şiirin teselli edici, umut vadeden çatısı adeta çöküveriyor. Bir de ne tarihin ne de bugünün göremedikleri var: “Hele dişimi sıkayım oğlana da bir bisiklet parası diyordum / Hanıma bir burma bilezik, bir takım üst baş İstanbul hatırası / Biri Tosyalıydı, diğeri Vezirköprülü, üçümüz birden öldük” Ölen işçilerin ağzından ölüm hikâyelerini böyle anlatıyor şair. Olduğu gibi, yalın, sade, masum ve mazlum sesi. Bu sesle oynanmaz, bu söz tasannu kaldırmaz dercesine şiirin yazanı aradan çekilmiş de geriye kala kala alın yazısı kalmış gibi. Birinci bölümün yeni ile eskiyi bir araya getiren bu iki kısa şiiri, diğer şiirler arasında biraz ayrıksı dursa da şairin işaret ettiği acımasız ve tezatlı dünyayla son derece uyuşuyor.
İkinci bölüm (İyilik Yorar) şiirleri birinci bölüme atıf yaparak“Genç İşi” başlıklı şiirle başlıyor: “ağustoslardan, aralık kapılardan korktum”  Şairin korkusunun endişeyle yaşama korkusu olduğunu anlıyoruz. “Aralık” bir tedirginliği en iyi anlatan sözcüktür. Açık kalan o dar boşluktan hangi korkunun başını uzatacağı, siluetini duvara yansıtacağı belli olmaz. Ağustos korkusu da bu aralıktan umacı bir eylülün -12 Eylül- başını uzatma tedirginliği olsa gerektir. “Aralık” kelimesi de sanki içerisine soğuk ve kışı da alacak şekilde çift anlamda kullanılmış gibi.

Kitap boyunca alçalıp yükselen ses ikinci bölümde de kendisini hissettiriyor. “Genç İşi” şiiri bu anlamda dikey bir şiir. Epik hava birden daha lirik bir atmosfere bürünüyor: “ne çok çağırdım âh ne çok / annemi şiire, şiire annemi” Bu şiir, şairin küçük harfle konuştuğu birkaç şiirden biri. Şair içe doğru konuştuğu, kendi iç serüvenine odaklandığı şiirlerde böyle bir söyleyişi tercih ediyor : “iyilik yorar ve her güzel, incitir kendine bakanı / öpünce geçmez, gezegen bir yaradır aldanmak” (Anaya Kalkan El Gibi)

“Yeryüzüne Dağılan” şiirlerin bölüm başlıklarının (Aralık Kapı-İyilik Yorar-Bin Yıldır Üşüyen Evde) hepsi şiirlerin içerisinde geçen dizelerden seçilmiş. Kitabın ismi de dâhil hiçbir başlığa ait bir şiir yok. Fakat bu başlıkların her biri şiirin bir yerinde fısıltı hâlinde kendini hissettirip bölümün ortak imgesi hâline getirilmiş izlenimi de veriyor.

Her ne kadar kentler müktesebatını yitirmiş, yolumuz tenha, sesimiz ıssız, semtlerimiz şaşkın ve murdar olsa da şairin ilk gençlik yıllarından itibaren yürüdüğü sokaklar hâlâ yaşıyor bu şiirlerde. Bu sokakların tam ortasından halk geçiyor hâlâ. Ali Emre şiirinin belki de en karakteristik özelliklerinden birisi halk ağzını şiire bütün aksamıyla sokabilmiş olmasıdır. Emre’nin son şiirlerinde bu özelliği yoğunluklu olarak görebilmek mümkün.  Kitaptaki kimi şiirlerden gelişigüzel seçtiğimiz gibi: ‘Ebemizi görürüz’, “Ali dalsa”, “bu puştlar”, “Mozart manyağı”, “üç kulhü bir elham”, “dılo dılo yaylalar”, ‘cıscıbır’, “valla iyiyiz annem annem”, “bok püsür”, “biz aptalız ya hacı”, “harbi safız”, “eşşoğlu eşek baban”,  “Eeee bu ne lan”, “bak gör hocam”, “bak buraya yazıyorum”, “ekmek kitap çarpsın”, “inşaat ya resulallah”, “oğlum bak git”…

Şair, reel ve sanal düzeyde kitlelerin gündemine oturup, ağızlarda pelesenk olmuş kişileri ve kelimeleri de kullanmaktan çekinmiyor: Roni, Yaşar Nuri, Obama, Jet imam, LYS, Hülya Avşar, Fadime Şahin, cumartesi anneleri, cuma bacıları, Turgut Nereden Koşuyor, Çölaşan, Dövüş Kulübü, Angelina, Uludere, Karşılıksız İyilik, Jet ski, biber gazı, aile hekimi, kentsel dönüşüm…

Şimdiki zamanın ve de yakın tarihin sahnesinden alıntılanan bu isim ve kelimeler aynı zamanda Türkiye’de siyasi ve sosyal dönem(eç)lerin hülasasını oluşturuyor. “Yeryüzüne Dağılan” şiirler, devam eden kitapların yankısı, sürüp giden sokakların ve dolup taşan caddelerin ayak sesleriyle bir devrimcinin kalp atışlarına eşlik ediyor: ‘Okuduğumuz kitaptan bir devrim yürüsün her yere’.

Yazımın başında Ali Emre’nin ihtilal sonrası seksenli yıllar travması geçiren şairler listesine dâhil edilemeyeceğini ve seksenler şiirinin militanik ve sloganik bağıran kulvarında yer almadığını ifade etmiştim. O döneme ait birçok şairin ileriki dönemlerde yazdıkları şiirlerde kitapların, caddelerin ya da sokakların izlerine rastlayamıyoruz. Hülyalar da sevdalar da sanki o yıllarda sokak ortasına terk edilmiş gibi. Ali Emre sokağın canlı sesini şiirine ustalıkla yansıttığı gibi, hiçbir zaman sahaflara kaldırmadığı düşüncelerini ve de kitaplarını bütün şiirlerinde sıklıkla kullanır. Sanki kitaplar geldiğimiz yerin işaret taşıdır. Fikir serüvenimizi, değişim ve dönüşümümüzü en iyi kimi zaman üzerinde yürüdüğümüz, kimi zaman da altından eğilerek geçtiğimiz kitaplar ifade ediyorlar. Şiirin satır araları diyebileceğimiz yerlerde de kitap isimleri sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bu kitaplar aynı zamanda müfredata direnen bir yüreğin, kitabı kitapla savunma mücadelesidir. ‘Waldo’, ‘zor konuşuyordu İsmet Özel’, ‘Edip Cansever gitti’, ‘Zarifoğlu aramızdan ayrıldı’, ‘Deli gibi Fransızca çalışıyordum sökmek için baudelaire’i’, ‘Güvercin Gerdanlığı, ‘temmuz göğü’ (Necati Cumalı), Göğ ekinken (İlhami Çiçek), ‘Sahurla Gelen Erkekler’, Maalouf….

Şair, “100 Temel Eserden” şiirinde dünden bugüne hayata yol çizen, yoldan çeviren, yoldan çıkaran ya da yol kesen nevinden kitaplardan sonra ana kitaba -Kuran’a- dönüş macerasını yine klasik şiirin esintisiyle anlatmaya çalışıyor. Müfredatın ve dayakçı eğitimin cenderesinden güç bela kurtulup okulu kırarak Çavdar Tarlasında Çocuklar’dan Yaban’a; Yeşil Gece’den Ateşten Gömlek’e onlarca kitabı aşıp kırk yıl sonra ilmin bir nokta olduğu hakikatine ulaşıyor.

Bu kişisel bir serüvendir kuşkusuz; ama yönsüz ve yörüngesiz kitapların ayarttığı çocukların da hissesine düşen çok şeyler var bu şiirde. Zaten biraz dikkat edilirse Ali Emre’nin her üç bölümde yer alan şiirlerinde de “biz” vurgusu daha baskındır. Her ne kadar birinci tekil şahıs ağırlıklı şiirler olsa da bu şiirlerdeki ‘ben’ daha ziyade “müşterek ben”dir. Kitaplardan sokaklara doğru uzanıp gelen bizim mahalle, bizim cemiyet ve bizim ahvalimizdir. Hiçbir şeyin laf ve söz olmanın dışında bir anlamı kalmamıştır, gece yarılarına kadar konuşulup sabahleyin unutulan, gidip gelen bir “biz” kargaşasıdır bu. Bir kirlenme ve kimlik yitimi. Bir ıstırap adamının kafası yere düşmeden kirlenen şeyler ardından ağıtıdır: “parlatılmış olsa da şimdi, ovula ovula dünya / temiz bir şey kalmadı, açabiliriz gözlerimizi”

Kitabın üçüncü bölümünde (Bin Yıldır Üşüyen Evde) yer alan şiirlere gelince, bu bölümdeki şiirler diğerlerine nispeten daha bir uzun soluklu. ‘Sonradan Görme’, ‘Takımdan Ayrı Düzkoşu’ ve ‘Ergenekon’ şiirlerini saymazsak öç duygusu daha baskın şiirler. Bir babanın dilinden tevarüs eden acıların dile getirildiği ‘Adı Nurettin Zengi Olan’ şiirinde ilk kez yönünü geleceğe çeviren, umudu tükenmemiş bir şairi görüyoruz: “Şimdi bir Ali büyüsün istiyorum tertemiz odalarında bir evin’, ‘Taşları tencerede kaynatan, kapılara yakın yatan bir anne / Mekke’yi yeniden uyarıp sarmalasın, Nil’i öpsün / Bir çocuk doğursun / Adı Nureddin Zengi olan / Babamın hüznünü anlasın, oğlumun gözü pekliğini” Bu şiirler aynı zamanda acıya karşı bağışıklık kazanmış tüm Ortadoğu coğrafyasını içersine alan büyük anlatı şiirleridir. “Binlerce Çocuğun Tutuştuğu” ve  “Acıyla Sınanan” şiirleri, Ortadoğu’nun direniş türküsüne eşlik ederken, “Acının Kandili”nde güneydoğu sancısıyla gözyaşı döküp âh ediyor: “Ah! Ne tarafa dönsek kemikleri batıyor bize yeryüzünün”

Bu yeni kitapla beraber karşımızda nefesi açılmış, yaralarını onarmış ve sesini tazelemiş bir şair görüyoruz. Her kitap bir önceki kitabın yarım kalmış sözünün tamamlayıcısıdır aynı zamanda. “Yeryüzüne Dağılan” şiirleri de “Onarılmış Yas Bitiği”nin doruk noktası sayabiliriz. Zira bu şiirlerde sadece derlenip toparlanma değil aynı zamanda yeryüzüne doğru bir ayaklanma var. Serpiştirme şiirler yok denecek kadar az. Uzun soluklu, büyük hikâyesi olan şiirlerin yanında nefesi denk düşmeyecek iki üç dizelik şiirlerin (iki istisna dışında) kitapta yer almaması da oldukça isabetli olmuş.

Ali Emre bilinçaltı kazıntılarından medet ummak yerine bilinç atına binerek yol alıyor şiirde. Bu çok açık. Kendi benini yitirmeden de topluma duyarlı şiirler yazılabileceğini, öfkenin de bağırmak dışında bir sesi ve renginin bulunabileceğini bu kitapla bir kez daha ortaya koyuyor. Kitapta diğerlerine göre daha ayrıksı duran bir iki şiiri ise şairin elinde olmadan araya giren görüntüler saymak daha doğru olur.

Hece, Sayı: 192, Aralık 2012
Hüseyin Akın




SUAVİ KEMAL YAZGIÇ / MİLYON SESLİ ŞAİR: ALİ EMRE

Söze nereden başlamalı? Şaire soruyorlar. “Yaslarımızı, acılarımızı, direncimizi ve öfkemizi daha ne kadar onaracağız?” İşte şairin cevabı: “Ölüm bize değene kadar. Yıkım ekipleri hiç boş durmuyor çünkü. Murdar baltalı kabillerle dolu hâlâ dünya. Ve biz de direneceğiz. Durmak bunamaktır çünkü, teslim olmaktır, kanaralaşmaktır. En iğrenç yenilgi biçimi de gönüllü köleliktir. Ali Emre şiirinin en önemli yönlerinden biri de bu direnç ve bilinçtir sanırım. Hiçbir tasma güzel değildir.”

Ali Emre’nin üç şiir kitabının esbab-ı mucibesi işte tam olarak bu. Hiçbir tasmanın güzel olmadığı realitesi. ‘Onarılmış Güz Bitiği’nde bir şiirin adına bakarsak Ali Emre’nin poetikasını daha da netleştirebiliriz. “Uçurtmanın tekmil ipleri kopmuştu, üşüyorduk, kötüydük, göğün elleri koynundaydı, sokaklarda düş toplayan bir rüzgâr kalmıştı...”

Ali Emre şiirinde tarihle, statükoyla, adaletsizliklerle, yılgınlıklarla hesaplaşıyor. “Şiir ya duadır ya da bedduadır” diyen Paul Valery’i hatırlatan Ali Emre’de beddua sanki biraz daha ağır basıyor. Bir yüzleşmenin şiirini yazdığı için bunu da yadırgamamak lazım esasen. Emin olduğum bir şey varsa Ali Emre’nin şiirinin konfor vaat etmediği. Sorunları görmezden gelme yoluyla aşacağını zannedenlerin onun şiiriyle güçlü bir bağ kurabileceğini zannetmiyorum. İnsana aslını hatırlatan, asli olanın peşinden gitmemiz gerektiğine işaret eden bir rahatsızlık onun verdiği. Bu da az şey değil elbette.  

KASTAMONU, İSTANBUL, SİVAS, ANKARA

Ali Emre “Bakınca içi görülen konuşkan çocukların kenti bu” diye tanımladığı Kastamonu’da dünyaya geldiğinde takvim 1967 yılını gösteriyordu. Asıl adı olan Ali Değirmenci’nin kayıtlı olduğu kafa kâğıdındaki doğum günü hanesinde ise 1 Ocak 1968 yazar. İlk ve orta öğrenimini “Denizden ürküp kaçmış” Kastamonu’da tamamlayan Ali Emre’nin İstanbul’da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi / Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm’ünde okuduğu üniversite yılları, aynı zamanda çeşitli gazete ve dergilerde yazmaya başladığı dönemdi. Meğer İstanbul’dan mezun olan Ali Emre’nin lokması Sivas’ta beklermiş. O yüzdende Ali Emre, on yıldan fazla kaldığı Sivas'ta hem öğretmenlik yaptı hem de Cumhuriyet Üniversitesi'nde master eğitimini tamamladı. Ali Emre, kendisiyle www.dunyabizim.com’da yapılan bir röportajda o hayatındaki üç şehri şu sözlerle anlatmıştı: “Kastamonu’da doğdum ve büyüdüm. Ondan kaçtım ve şimdi en çok onu özlüyorum. İstanbul’da okudum ve evlendim. Hâlâ yakamı bırakmıyor İstanbul. Ara sıra kaçıp onu görmeye, onunla konuşmaya, hasbihal etmeye gidiyorum. Sivas’ta tam on yılımı bıraktım. Gündelik hayatımda da edebiyat alanında da hâlâ Sivas’ta biriktirdiklerimin ekmeğini yiyorum.” 2001 yılından beri Ankara'da yaşayan ve eğitimci olarak görev yapan yazar, evli ve iki çocuk babası. Yazı ve şiirlerinde Erencan Yüksel, Muharrem Çağlayan, Emre Yetkin müstearlarını da kullanan Ali Emre, Dergâh, Kayıtlar, Kırklar, Hece, Muştu, Edebi Pankart, Derkenar, Merdiven, Endülüs, Edebiyat Ortamı, Karagöz, Yolcu, Umran gibi dergilerde yazdı ve düz yazılarını topladığı birkaç kitaba imza attı.

MESAİ ŞİİRE DÜŞMAN MI?

Yoksul bir ailenin çocuğu Ali Emre. Anne ve babasının okuma yazması yoktu. İlkokula giderken çamurların arasından gazete parçalarını çıkaran ve büyük bir istekle okuyan Ali Emre, bir yandan da simit ve çorap satardı. Bütün eğitim hayatı boyunca bir yandan da ekmeğini taştan çıkartan Ali Emre, harçlıklarını biriktirip sürekli kitap aldığı için daha ortaokuldayken Doğu ve Batı klasiklerinin çoğunu okumuş ve kendine yüzlerce kitaptan oluşan bir kitaplık kurmuştu. Onu bir köşede oturup, kitap okurken gören ümmi babası sevincinden ağlardı. İstanbul'da üniversitedeyken yol parası vermemek için okuldan yurda dünyanın yolunu yürüyerek giden Ali Emre o yıllarını anlatırken harçlığı bittiği ve doğru dürüst beslenemediği için açlıktan bayıldığını ifade ediyor. Stadyumlara gidip maçlarda çekirdek satan Ali Emre o yıllarını şu sözlerle anlatıyor: “Elime geçen ilk parayla bir simit aldıysam, kalanıyla da bir dergi ya da kitap almışımdır. Yaz tatillerinde, çalışırken bile, iki günde koca bir kitabı okuyup bitirdiğimi bilirim. Şimdi benim çocuklarım da öyledir. Yıllardır, günde bir iki saat uykuyla yetinirim. Uyuyamıyorum zaten. Fakat daha iyi bir işim olabilirdi. Nerdeyse her gün, sabah sekizde başlayıp akşam sekizde dokuzda biten bir iş ortamında dönenmek çok kötü gerçekten. Çalışmalarımı, üretkenliğimi olumsuz etkileyen asıl sıkıntı bu.”

ŞİİRLE İMTİHAN

Ali Emre’nin şiire yönelmesi, küçük yaşlarına dayanıyor. Lisedeyken epeyce şiir yazmış. Kastamonu’dan arkadaşı Ozan Ozanoğlu ile sigara paketlerine, küçük kâğıtlara şiirler yazmışlar, yarışmalara katılmışlar. Şiirlerini ilk gören şair ise Hilmi Yavuz. Verdiği şiirlerin hepsini okumuş ve notlar düşmüş. Sonra dergiler başlamış. Üniversiteden hocası olan Mehmet Emin Ağar ile birlikte Mustafa Kutlu’ya gitmişler bir gün. Ondan sonra Dergâh’ta şiirleri çıkmış. İşte o dönemde Ali Emre, Necat Çavuş, Hüseyin Atlansoy, Şaban Abak gibi şairlerle tanışmış. Sonra Ali Emre’nin arkadaşları bir tomar şiirini Yusuf Ziya Cömert’e ulaştırmış ve böylece şiirleri Kayıtlar dergisinde yayımlanmış. Ali Emre şiirine destek veren diğer isimleri ise şöyle sıralıyor: “Şiirle irtibatımın zayıfladığı dönemlerde beni teşvik eden, yazma konusunda beni yüreklendiren İbrahim Tenekeci, Hayriye Ünal gibi arkadaşları ve Ankara’ya yerleştiğimde çokça ilgisini ve yardımını gördüğüm Hüseyin Su’yu da saygı ve dostlukla anmam gerekiyor kuşkusuz.”

Ali Değirmenci imzasıyla yayınlanan deneme kitaplarından habersiz değilim elbette. Ancak bir şaire ‘şiir’ merkezli portre yazmak da çok yadırgatıcı olmasa gerek. Ali Emre ile üçüncü şiir kitabı dolayısıyla yapılan söyleşide önümüzdeki döneme ilişkin açıkladığı yazı rotası ise şöyleydi: “Yayımlamadığım fakat kitap bütünlüğünde gelişen şiirler var. Onları bitirmek istiyorum önce. Nureddin Zengi etrafında gelişen bir roman yazıyorum ağır aksak. Kısmet olursa poetik yazılarımı ve şiir / şair değerlendirmeleriyle ilgili çalışmaları da toplayıp kitaplaştırmak istiyorum.”
Bize de istifade etmek düşüyor elbette…




HAKKINDA
“Son on yılın şiir yazanları içinde dikkati çeken bir isim Ali Emre. Dergilerde imzası altında gördüğüm şiirleri okumayı ihmal etmediğim, değer verdiğim bir şair. Kendi kuşağı içinde de ayırt edilen bir özgünlüğü var.”
Turan Karataş

“Eleştiren, eleştirdiği gibi rahatsız olduğu gerçekleri de bize usuldan fısıldayan bir şair. Yine de özünü koruyor her defasında. Çizdiği tipler bize tanıdık geliyor. Çünkü şair, üstten değil hemen yanı başımızdan gözetliyor dünyayı ve hayatımızdan çekine çekile yiten bütün o iyi şeyler için bir tür tapu sicil kaydı tutuyor. İlk kitabından bu yana sürdürdüğü “melek” ve “çocuk” imgesiyle saflığın ve el değmemişliğin, kirletilmemişliğin altını çiziyor sık sık. Özellikle doksandan sonra artan bu ortak imgeleri kullanarak, saflığımıza dönemediğimizi, modern hayatın kirli ve ezici çarklarının arasına sıkışıp kaldığımızı tekrardan hatırlatıyor bize.”
Mustafa Akar

Onarılmış Yas Bitiği güzel bir şiir kitabına ad olmakla birlikte Ali Emre şiirinin hızlı bir değişime doğru gittiğinin de habercisidir. Kıyamet Mevsimleri'nden Milyon Sesli Mızıka'ya, oradan da Onarılmış Yas Bitiği'ne uzanan macerada soyutla somut arasında bir didişmeye tanık oluyoruz. Onarılmış Yas Bitiği böyle tek bir kelimeye sığdırılabilecek bir kitap değil. Belki benzerleriyle karıştırılmaması gereken bir epik ve lirik sesten bahsedilebilir. Sesi ve sözü gittikçe çoğalmış bir şairle karşı karşıyayız. İroni ve yergide aşkın, göksel eda Emre'yi Cemal Süreya'nın kısıtlı dünyasının çok daha üzerine çıkarmıştır. Politik, devrimci söylem, güncel zamana dair yaşananlar Ali Emre şiirinde "söylem" olmanın üzerinde ustalıkla özgün bir söyleyişe dönüşüyor.
Hüseyin Akın

***
MUSTAFA AKAR / MİLYON SESLİ MIZIKA

“Bir elime gül verdiler, bir elime zincir”
Ezgi’nin Günlüğü’nün bu hoş şarkısını ne zaman duysam, aklıma Ali Emre şiiri gelir. Çünkü Ali Emre şiiri okurun eline gül ile zinciri aynı anda sıkıştırır. Hem yitirilen geçmişin bütün o iyi taraflarını güle dönüştürür hem de zamanımızın (Jean Paul Sartre gibi söylersek: Yaşanmayan Zaman) insanı tedirgin edici bir “sursis”e ertelemeye dönüşen bekleyişini zincirler. Kıyamet hepimizin hayatında eskimeyen, eskimediği gibi günden güne süresini kısaltan bir olgudur. Ali Emre şiiri de kıyamet olgusunu dört bir yandan kuşatır. Belki de bu yüzden şairimiz, tedirginliğimizi daha da artırmak için ilk kitabına Kıyamet Mevsimleri adını vermiştir. Bu yazımızın konusu ilk kitabından çok, Ali Emre’nin ikinci kitabı Milyon Sesli Mızıka üzerine yoğunlaşacak.

En başından söyleyelim ki Milyon Sesli Mızıka, üzerinde çok fazla yazılmamasına, durulmamasına rağmen şanslı bir kitap. Bu şansı Ali Emre’ye yaşatan bir gerçek var. Şairler ilk kitaplarını yayımlayınca bir yükten kurtulduklarını zannederler. Kitabın şairin macerasında ilk olma özelliğine sahip olması da ayrıca bir sevinç verir. Oysa şair yazıp yayımlattığı her kitaptan sonra bir tedirginliğe girmelidir. Önceki kitaplarında saptığı yollardan sağ salim geçip, yeni bir yola doğru yollanmaya başlamasıyla, yürünen yolda deneyim sahibi olmanın şansını yakalar; ama şanstan çok tedirginlik veren önceki yolun aynısı bir yola sapıp orada yürümesi olacaktır şairin. Buysa kendi kendine barikatlar kurmaktan, bizzat kendi yolunu tıkamaktan öteye geçemez. Ali Emre bu açıdan şanslı bir kitapla geçti karşımıza. İlk kitabı Kıyamet Mevsimleri’yle imgeci-mısracı bir şairken, ikinci kitabı Milyon Sesli Mızıka’da bütünlüğe önem veren, söyleyişini ironiye teslim etmek adına zora sokup biçimsizleştirmeyen, öz dokuyu kıvrak atlamalarla koruyan bir şair oldu. Aynı hassasiyeti İbrahim Tenekeci’de de görmüştük. Hüseyin Akın’ın da çabası yadsınamaz. Özlerini korumakla birlikte hep değişerek, derişerek ilerlediler, ilerliyorlar. Ali Emre bu ilerleyişinde doksanlardan iki binlere geçen şairlerde gözlemlediğimiz imgesel-gerçeklik unsurunu göz ardı etmiyor. Eleştiren, eleştirdiği gibi rahatsız olduğu gerçekleri de bize usuldan fısıldayan bir şair. Yine de özünü koruyor her defasında. Çizdiği tipler bize tanıdık geliyor. Çünkü şair, üstten değil hemen yanı başımızdan gözetliyor dünyayı ve hayatımızdan çekine çekile yiten bütün o iyi şeyler için bir tür tapu sicil kaydı tutuyor. İlk kitabından bu yana sürdürdüğü “melek” ve “çocuk” imgesiyle saflığın ve el değmemişliğin, kirletilmemişliğin altını çiziyor sık sık. Özellikle doksandan sonra artan bu ortak imgeleri kullanarak, saflığımıza dönemediğimizi, modern hayatın kirli ve ezici çarklarının arasına sıkışıp kaldığımızı tekrardan hatırlatıyor bize.

Kim ne derse desin kitapta beni en çok etkileyen şiir Çelebi şiiri oldu. Yalınlığı ve ardında barındırdığı öyküsel gerçekliği, hiç de öykülemeci bir dile yaslanmadan net verişiyle, kitabı elime aldığımdan beri usumun köşelerinde bir yerlerde dönenip duruyor. Bir şair okuruna bunu yapmalıdır. Yapamıyorsa şairliği bırakmalı, becerebiliyorsa marangozluğa falan başlamalıdır. Gerçi öyle olsaydı eğer ülkemizde marangozhanelerden geçilmez olurdu. Çelebi şiirinin finali ise ortak yaramıza (müslüman duyarlığıyla okuyup yazan insanların ortak yarasına) parmak basıyor ve ne yalan söyleyeyim ki acıtıyor: “Eski evler, mezarlıklar / Cami önleri / De olması hani / Alıp başını gidecek şu çekilmez dünyadan”
Memet Fuat, Yaşlı Bir Şaire Mektuplar’ın bir yerinde “Başarılı şair, yaşamdaki şiiri görebilen, şiir düşünen, şiir duyan, iç-dış biçimsel şiirleştirme teknikleriyle, okura şiirsel bir içeriği aktaran kişidir.” der. Ali Emre de Milyon Sesli Mızıka’da bize, yaşamdaki şiiri tattırıyor bir bakıma. Bilinen insan gerçeğine uzak düşmemesiyle, şairane sıkmalara yüz vermemesiyle aramızda dolaşıp söyleyeceğini söylüyor ve susuyor. Bir tersinden mutluluk var bu kitapta. Bu mutluluk sığınacağı güvenli limanların hâlâ var olmasından doğuyor; tersinden olması ise bunların her an kaybolabileceğinden duyulan derin korkuyla su yüzüne çıkıyor. Hatta git git okurun da bu unsuru gözeterek korkması isteniyor. Tekâsür adlı şiir bunun en güzel örneği. Kur’an-ı Kerim’den bir surenin isminden müteşekkil olan bu şiir, handiyse şiir yollu modern bir tefsire dönüşüyor. Aynı surede “çokluk kuruntusu” eleştirilir. Bu kuruntu yüzünden mezarlarını ziyaret edip çokluğuyla övünen insanların, ahirette cehennem ateşini çıplak gözle göreceklerinden bahsedilir. “Yakında bileceksiniz” sözüyle başlayan ayet ise tekrarlanarak handiyse bir şiir olmaya doğru yönelir. Ali Emre de bunu kullanıyor. Şiirin en başından beri başat özelliği olan hatırlatıcı olma vasfını…

Birinci Tekil Şahıs şiiri de aynı duyarlığı yansıtıyor. Kitabın en güzel şiirlerinden birisi olan Kentin Bileğindeki Buhran, şiirsel sesin yükseldiği, söyleyişle de diğer bazı şiirlerde olduğu gibi düzyazıya yaklaşıp kaçtığı bir alandan ulaşıyor bize:

“ben hangi bir yıldızı kovalasam öyle upuzun
bir nemrut seyirtiyor gülgûn sunaklara
dinç Kudüsler topluyor bir azizin harmanisi
ve herkes terk ediyor bizi hayın ve suskun
ölüler duruyor bir katlanarak yaşamaya
pazarlara rakamlar tebelleş oluyor büyücüler
tırmıklarla giriyor evimize reklam ve efsun”

Milyon Sesli Mızıka’da, sesini böylesine yoğun ileten şiirlerin dışında, daha çok içteki sese doğru kıvrılan başka şiirler de var. Müşkül Bir Kureyş şiiri bunların ilkidir belki. Uzaklaşan esenlik dolu günlerin altını çizip onu koyulaştıran şiirler. Tabut Omzumda Kaldı şiirini de anmamız gerekir. Nedir peki bu! Şairin nostalji ihtiyacı mı! Değil. Ali Emre’deki “eskiyen derin suskunluk”, bu ihtiyaçtan doğmuyor. Dünyada ve yiten, yitirilen şeylere karşı güçlü bir duyarlığı var. Hatıraları değil, hatırlatıcıları var. Ustaki anı odasını harekete geçiren, bunu da yanıp sönen görüntülerle destekleyen hatırlatıcılar.

Zaten bir şiiri sevdiren, genelde, o şiirin biçimi ve sağlamlığından başka, şiirde anlatılan, andırılan, hissettirilen olguların hayatımızda ortak noktalarla çakışmasından ileri gelir. Aynı acıyı biz de duymuşuzdur; şairin zorlu macerasında kat ettiği yollardan belki biz de geçmişizdir.

Ali Emre bu anlamda yabancısı olmadığımız ve bir türlü de yabancılaştırılamadığımız bir evreni tanımlıyor. Bütün bunlardan sonra biz de soralım: “Bir şair ne zaman öper kendi kalbini”
--------------------------------
* Dergâh Yazıları Güldestesi, Hazırlayan: İbrahim Tenekeci, s. 176 – 179.

KAYNAK: http://sukrukirkagac.blogspot.com.tr

 

İLGİLİ İÇERİK

CUMHURİYET DÖNEMİ ŞİİRLERİ

DİVAN EDEBİYATI ŞİİRLERİ

HALK EDEBİYATI ŞİİRLERİ

ALİ EMRE ŞİİRLERİ