Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

Falih Rıfkı Atay Kimdir?

 
(1894-1971) Gazeteci ve yazar.

İstanbul'da doğdu. İlk ve orta öğreni­mini Rehber-i Tahsil Mektebi ile Mer­can İdadisi’nde yaptı. Darülfünun Ede­biyat Fakültesi'ni bitirdi. Bir süre Babıâli Mektebi Kalemi'nde kâtip, Dâhiliye Nezareti Hususi Kalemi'nde müdür mu­avini olarak çalıştı (1913). Gazeteciliğe Tanin 'de röportaj ve makaleler yazarak başladı. I. Dünya Savaşı sırasında yedek subay olarak Filistin ve Suriye'de Dör­düncü Ordu Karargâhı’nda Cemal Paşa'­nın kâtipliğini yaptı; 1917'de İstanbul'a döndü. Cemal Paşa Bahriye nazırı olun­ca Kalem-i Mahsus müdür muavinliğine tayin edildi; bir ara Çarkçı Mektebi'nde edebiyat hocalığı yaptı (1918). Daha son­ra kendisini bütünüyle gazeteciliğe ver­di. 20 Mart 1918'de Ali Naci Karacan, Necmeddin Sadak ve Kazım Şinasi ile bir­likte Akşam gazetesini kurdu. Gazetede yazdığı yazılarla Milli Mücadele aleyhin­de olanları şiddetle tenkit etti. Büyük Millet Meclisi'nde ikinci dönem (1923) Bolu, daha sonraki dönemlerde de Anka­ra milletvekili olarak bulundu. Hâkimiyet-i Milliye, Ulus ve Milliyet gazete­lerinde başyazarlık yaptı. Milletvekilliği 1950 yılına kadar sürdü. Bu tarihten son­ra ölümüne kadar kendi kurduğu Dün­ya gazetesini yönetti. 20 Mart 1971'de İstanbul'da öldü.

 
Cumhuriyet rejimi ile inkılâpların de­vamlı savunucusu olan Falih Rıfkı, Cumhuriyet devri nesrinin ve bilhassa seya­hat ve hatıra edebiyatının gelişmesinde öncülük eden bir yazardır. Ateş ve Gü­neş adlı eserinde i. Dünya Savaşı sıra­sında gördüklerini anlatırken çok başa­rılı bir nesir örneği verir. Gezi ve hatıra türündeki eserleri birbirini takip ederek Cumhuriyet devrinde seyahat edebiya­tının en başarılı imzası olarak tanındı. Gençliğinden beri Türkçülük ve Türkçe­cilik akımının tesirinde kalan Falih Rıf­kı uzun süre bu yolda yürüdü; ancak öz Türkçecilik akımının aşırılığa kaçması üzerine hayatının son yıllarında bu gö­rüşü desteklemekten vazgeçti.

 
Gezi, hatıra ve fıkra türündeki başlıca eserleri şunlardır: Ateş ve Güneş (İstan­bul 1335), İzmir'den Bursa'ya (Halide Edip, Yakup Kadri ve Mehmed Asım ile birlikte, İstanbul 1338), Faşist Roma, Ke­malist Tiran, Kaybolmuş Makedonya (Ankara 1930), Denizaşırı (İstanbul 1931), Yeni Rusya (Ankara 1931), Moskova Roma (Ankara 1932), Zeytindağı (Anka­ra 1932), Bizim Akdeniz (Ankara 1934), Taymis Kıyıları (İstanbul 1934), Tuna Kıyıları (İstanbul 1938), Hind (İstanbul 1944), Babamız Atatürk (İstanbul 1955), Çankaya (I-II, İstanbul i 96 il, Batış Yıl­ları (İstanbul 1963), Pazar Konuşmaları (İstanbul 1966), Bayrak (İstanbul 1970), Gezerek Gördüklerim (İstanbul 1970). Roman türündeki tek eseri ise Roman (İstanbul 1932) adını taşımaktadır.

 
BİBLİYOGRAFYA:

 
Baki Süha Ediboğlu, Falih Rıfkı Atay Konu­şuyor, İstanbul 1945; Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Anka­ra 1972, s. 382, 399, 401, 404·422; Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi İs­tanbul 1979, s. 79, 362; Behçet Necatigil. Ede­biyatımızda İsimler Sözlüğü, İstanbul 1983, s. 62; "Atay, Fa1ih Rıfkı", TDEA, i, 219; Fahir İz. "Atay", El Suppl. (İng.), s. 98-99.

 
 NURİ YÜCE, DİA

 



 FALİH RIFKI-HAKKI SÜHA GEZGİN

Kendinden ve resminden önce, Tanin'de yazısını ve adını görmüştüm. Üslûbunun testere çeliği gibi yumuşak bir keskinliği vardı.
Kendisi bu üslûbu için:
- İçinde biraz Halit Ziya’yı, azıcık Cenab’ı, bir kısım da Halide Hanım’ı sezer gibi oluyorum, derdi. Fakat doğrusu şu ki az zamanda bütün yabancılar, onun kuvvetli şahsiyeti, hususi rengi içinde eriyip gittiler ve Falih som bir varlık olarak belirdi. Onu yirmi altı yıl evvel, bir akşamüstü Tepebaşı bahçesinde tanıdım. Romanya’dan henüz dönmüştü.

Kabarık, dalgalı sarı saçları, dolgun, pembe yüzü, mavi dalgın gözleriyle pek sevimli görünüyordu. Neşesi, nükteli konuşması pek cana yakındı. Çabucak ahbap olduk. Yalnız, bütün bu taşkın neşeye, nüktelere, gençliğe mahsus o tatlı samimiyetine rağmen ben, onun kendisiyle muhatabı arasına bir mesafe koyduğunu hissetmiştim.

Büyük muharebe başladıktan sonra, her birimiz bir tarafa dağıldık. Ona da Suriye cephesi düşmüştü.
Oradan Ateş ve Güneş'le beraber döndü. Bir akşam, yıllardan sonra, yine Gardenbar’da, Midhat Ömer adlı bir arkadaşın davetlisi olarak buluştuk.

Üç sene içinde o, bambaşka bir adam olmuştu. Yüzüne bakarken, çocuk diyebileceğiniz bu gencin konuşmasını dinleyince, garip bir hayrete düştüğünüzü hissederdiniz.
Muharebe, cephe, karargâh ve büyük çaplı adamlar arasında geçen üç yıl, ona, üç asrın olgunluğunu vermiş gibiydi.

Pek genç yaşında büyük adamlarla temas, onların yoldaşlığında Avrupa’ya seyahat, yüksek simalarla tanışmak, ondaki müşahede hâzinesini doldurmuştu. Bir sanatkâra bundan değerli bir başlangıç olamazdı.

Akşam'a ortak olduktan sonra fıkracılığı ile tanındı. Bunlar güzel, sağlam yazılardı. Bilhassa çok kuvvetli ve gergin bir mantık ile çerçeveli oluşları, onlara daha başka bir ehemmiyet de verdiriyordu. İsmail Müştak ile münakaşaları onda bir kartal yırtıcılığının da var olduğunu gösterdi.
Henüz bir fırka adamı olmamıştı. Tek ve müstakil bir şahsiyet olarak çarpışıyordu. Sonralar, yalnız siyasî maharet mahsulü değildir. Her şeyden evvel bunlarda sanatkâr bir ruhun havası sezilir. Falih hiçbir zaman ondan ayrılmadı.

Hattâ “Sanat yapmıyorum, edebiyata özenmiyorum!” dediği zamanlar, sanatta en çok muvaffak olduğu demlerdir. Roman' da bahsettiği iki dost mektubu ve onlara verdiği cevaplar bu hükmün delillerinden sayılabilir. Gözlüğü gözünden, şapkası başından daha enteresan tiplerin dış perdesini yırtarak içlerine giren adam, “idealist” görünmeye çalışsa da, gerçekten idealist olsa da, takındığı birinci vasıf sanatkârlıktır.

Zeytindağı müthiş bir malzeme deposudur. Yüksek bir zevkler tasnif edilmiş bir depo. Bugün onu okurken hissimiz hoşnuttur, hem fikrimiz memnun oluyor.

Fakat bazı eserler vardır ki zaman, onların üstünden kayaları cilâlayan rüzgârlar gibi geçer. Zeytindağı, yarınki nesiller, hele yarınki müverrihler için bu türlü eserlerdendir.
Deniz Aşırı'da Falih’e ulaştığı, atlayıp geçtiği enginlerden bir şeyler sindiğini seziyoruz. Müşahedenin ufku orada ne kadar genişliyor! Bu kaplayıcı görüş, kendi ülkenize çevrildiği vakit, kimsenin kavrayamadığı şeyler de keşfetti.

Türk vilâyetlerinden bazılarının, Osmanlı devrini atlayarak, Selçuklardan doğrudan doğruya Cumhuriyete girdiğini söyleyen ve ispat eden kalem onundur.

Moskova’ya omuzlarında mebusluğun ağırlığı, fırka hudutlarının çerçevesi içinde gitmişti. Giden adam, yalnız Ulus başmuharriri, sade bir fırka mümessili, bir devlet adamı olsaydı, ancak gösterilmek isteneni görecekti. Falih Rıfkı, bir sanatkâr olduğu için, bize oradaki rejimin içini, Rusya’nın ruhunu göstermenin yolunu buldu. Roma'da aynı hassas objektifin parıltılı akisleri var. Taymis Kıyıları da öyle. Roman, bence ne bir hikâye ne bir romandır. Ona Ruhlar Geçidi demek daha uygun olur sanıyorum.

Falih’i, siyasî muharrir diye ele almak, onun hakiki kıymetlerine göz yummaktan başka mânâya gelmez. Bu tarafı, onun en zayıf yanıdır. Gerçi tereddütsüz üslûbuna, keskin ifadesine, çıplak ve yalçın mantığına dayanarak çok hükümler verdi.

Fakat çok kere yanıldı. Dönüşler, ne kadar ustaca olursa olsun, tezatları örtemez. Amma, dünyanın hangi siyasî muharririnden velilerin şaşmazlığı beklenebilir? Hele şu yaşadığımız karmakarışık çağda! Şimdi Karnak’ın en şanlı kâhini gelse, bugün ak dediği yarın kara çıkar.
Gönül isterdi ki Falih’e o kadar güler yüz gösteren talih, hiç değilse, birkaç bin ciltlik ana kitap okumak fırsatını da versin. Fakat o, bir kere galiba:

- Kitap okunmaz, kitaba müracaat edilir! mânâsında bir şey söylemişti. Bunu ciddi bir fikir olarak kabul etmiyor, mutad şakalarından biri sayıyorum.

Çünkü onun keskin zekâsı, ne kadar mağrur olursa olsun, kitapla lügat arasındaki uçurumu, olanca derinliğiyle görmekten çekinmez. O, şimdi büyük bir eser yaratmak için lâzım gelen her şeye sahiptir. Zihninde kıtalar aşmış seyahatlerin notları ve onlardan daha kıymetli hayalleri var. Irkları, kendi ülkeleri, kendi âdetleri ve kendi muhitleri içinde görüp ölçtü. Zekâsı, ihatası, kabiliyeti, tecrübe çarkında bilendi. Lüzumsuz heyecanları tasfiye edecek bir ruh ve kafa olgunluğuna erdi.

Her bakımdan artık tam zamanıdır. Bir gün büyük bir eserinin doğduğu müjdesini alırsam, belki çok sevineceğim; fakat hiç şaşmayacağım.
HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER