Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

CENAP ŞAHABEDDİN KİMDİR?

(1871-1934) Servet-i Fünûn dönemi şair ve nesir yazarı.

2 Nisan 1871'de Manastır'da doğdu. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasın­da şehid düşen Binbaşı Osman Şahabeddin Bey'in oğludur. Babasının ölümü üzerine altı yaşlarında iken ailesiyle bir­likte İstanbul'a gitti. Bir süre Tophane'­de Mekteb-i Feyziyye'ye devam etti; da­ha sonra girdiği Eyüp Askerî Rüşdiyesi'nin yıkılması üzerine Gülhane Askerî Rüşdiyesi'ne geçti ve 1880 yılında buradan mezun oldu. Okulun benimsediği usul gereğince kura ile Tıbbiye İdâdîsi'ne gir­di, iki yıl okuduktan sonra Askerî Tıbbiye'nin beşinci sınıfına kabul edildi. 1889'da doktor yüzbaşı olarak okulu bitirdi. İyi bir derece ile mezun olduğu için 1890 yılı başlarında cilt hastalıkları sahasın­da ihtisas yapmak üzere devlet tarafın­dan Paris'e gönderildi. Burada dört yıl kadar kaldı. Avrupa dönüşü bir müddet Haydarpaşa Hastahanesi'nde hekimlik yaptı;

takip edildiği korkusuyla İstan­bul'dan uzak bir yerde görev almak için Karantina Dairesi'ne geçmeyi tercih et­ti. Mersin ve Rodos'ta karantina dok­toru olarak çalıştı. 1896'da sıhhiye mü­fettişliği göreviyle Cidde'ye gönderildi. 1898'de Cidde'den merkez müfettişliği vazifesiyle İstanbul'a döndü. Bir ara Suriye vilâyeti sıhhiye reisliğinde bulundu. II. Meşrutiyetin ilânından sonra Meclis-i Kebîr-i Sıhhî üyeliği ve Dâire-i Umûr-ı Sıhhiyye müfettişliğiyle tekrar İstanbul'a döndü. I. Dünya Savaşı başladığı sırada kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.

Aynı yıl Darülfünun Edebiyat Fakülte­si Lisan Şubesi Fransızca tercüme mü­derrisliğine tayin edildi, iki ay sonra da Garp edebiyatı müderris vekili oldu. 30 Mayıs 1919'da Darülfünun Osmanlı ede­biyat tarihi müderrisliğine getirildi. Bir gün derste Yunanlılar'ı övüp Millî Mücadele'yi küçümseyen sözler sarf ettiği ile­ri sürülerek Darülfünun öğrencileri tara­fından diğer bazı hocalarla birlikte aley­hinde nümayişler düzenlendi. Cenab'ın o sözleri söyleyip söylemediği tesbit edilemediyse de önceki bazı siyasî yazıları onu suçlu bulmaya yeterli görüldü. Ali Kemal, Rıza Tevfik, Hüseyin Dâniş ve Barsamyan Efendi ile beraber Dârülfünun'daki görevinden istifa etmek zorunda bırakıldı (Eylül 1922). Bu olaylar üzerine bir çeşit inzivayı tercih eden Cenab Şahabeddin, daha çok edebiyat ve sanat konularında yazı faaliyetine devam etti. Son yıllarında yoğun bir şekilde üzerin­de çalıştığı sözlüğünü tamamlayamadan 13 Şubat 1934'te beyin kanaması so­nucu öldü ve Bakırköy Mezarlığı'na def­nedildi.

Cenab Şahabeddin, 1895 yılından baş­layarak ölümüne kadar devam eden ya­zı faaliyetlerinde, özellikle Cumhuriyet dönemine kadar başta şiir olmak üzere edebiyatın çeşitli alanlarında otorite ka­bul edilmiş başlıca şahsiyetlerden biri­dir. Tanzimat'tan sonra Batı edebiyatı tesirinde gelişen Türk şiirinde Abdülhak Hâmid'in ardından en büyük yenilikleri yapanlar arasındadır. Çocuk denecek yaşta şiire ilgi duyan Cenab'ı bu alana çeken ve ona ilk şiir bilgileriyle şiir yaz­ma zevkini aşılayanlar içinde Mustafa Asım Efendi, Muallim Naci ve mahalle komşuları olan Şeyh Vasfî zikredilir. Her üçü de dönemlerinde divan edebiyatı ge­leneğini sürdüren şairlerdendi. Cenab'ın ilk şiirlerinin de bu tarzda olması tabi­idir. Nitekim on dört yaşlarında iken Sa­adet gazetesinde yayımlanan (1885) ilk şiiri bir gazeldir. İlk iki yıl yazdığı tesbit edilen on dokuz parça şiirin tamamı ga­zel, çoğu da Şeyh Vasfî, Muallim Naci ve Nâmık Kemal'in gazellerine yapılmış nazîre veya tahmistir. Bu yıllardan son­ra Abdülhak Hâmid ve Recâizâde Mahmud Ekrem tesiri daha belirli hale ge­lir. Yeni şiirleri Saadet gazetesiyle bera­ber Gülsen, Sebat ve İmdâdü'l-midâd dergilerinde çıkar. Henüz tıbbiye öğren­cisi iken daha çok A. Hâmid ve Recâizâ­de Mahmud Ekrem tarzındaki on sekiz parça şiirini Tâmât adıyla küçük bir ki­tap halinde yayımlar (1886).

Tıp ihtisası için Paris'te bulunduğu yıl­larda daha çok edebiyata ilgi gösteren Cenab, kendi ifadesiyle parnasyen ve sembolist şairleri okumuş, özellikle Verlaine'den etkilenmiştir. Orta seviyede, genç ve yaşlı pek çok Fransız şairini ta­nımış, onlarla uzun süre beraber olmuş­tur. Kendisinden edebiyat dersi aldığını söylediği parnas şairlerinden Charles Brevet'nin "manzumenin elfâz ile res­medilen bir levha" olduğu görüşünü be­nimsemiş, yurda döndükten sonra da şi­iri yavaş yavaş bu tesirler etrafında de­ğişmeye başlamıştır. 1895 yılı sonların­da Hazîne-i Fünûn dergisinde yayımla­nan "Benim Kalbim" başlıklı şiirini çev­resindekiler Fransızcadan tercüme san­mışlardı. Bu şiir ona Brevet'nin telkin et­tiği, kelimelerle çizilen tablo karakterindeki şiirlerinin de ilkidir. Servet-i Fünûn şairlerinin çok kullandıkları, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarına kadar hemen her şairin az veya çok denediği bir Fransız şiir formu olan sone tarzını da ilk defa Cenab "Şi'r-i Nânüvişte" adıyla yayımla­dığı şiirinde uygulamıştır (1895). Cenab bu yıllarda Mekteb, Hazîne-i Fünûn, Maarii, Malûmat gibi dergilerde şekil, muhteva ve ifade bakımından hem ken­disinin ilk şiirlerinden, hem de çevresin­de benimsenmiş şiir tarzından farklı de­nemelere girişmiştir. Özellikle Mekteb dergisinde arka arkaya çıkan şiirleriyle (Şubat 1896- Şubat 1897 arasında kırk iki şiir) hem eski hem yeni tarzda yazan şa­irler arasında dikkati çekti, yankı uyan­dırdı, hakkında olumlu veya olumsuz ya­zılar yazıldı. İki tarz şiiri savunanların cepheler haline gelmesinin bir sonucu olan Servet-i Fünûn dergisi de bir sü­re sonra onu kendi kadrosuna aldı. Ce­nab'ın bu dergiye girişi, Tevfik Fikret'in derginin edebî yönetimini ele alışından iki ay kadar sonrasına rastlamıştır.

Cenab Şahabeddin'in Türk şiirine ge­tirdiği yenilikler arasında, o zamana ka­dar Türk edebiyatında kullanılmamış ye­ni ve orijinal terkiplere yer vermesi de zikredilmiştir. Üslûpçu bir yazar ve şair olma gayreti içinde bulunduğu şüphe­siz olan Cenab, gerçekten de bu gayre­tini okuyucu zihninde yeni imajlar uyan­dıracak kavramlar, ibareler, isim ve sı­fat tamlamaları aramaya sarf etmiştir.

Bu yeni terkiplerin bazıları şunlardır: Sâât-i semenfâm (yasemen renkli saatler), tûf-ı tesliyet (avunma yankısı), nây-ı zümürrüd (yemyeşil ney), ûd-ı mükevkeb (yıldızlı ut). O zamana kadar bir arada düşünülmeyecek ve çok defa biri mücer­ret, diğeri müşahhas iki kavramın bir­leşmesinden meydana gelen bu yeni ter­kipler yadırgandı, tenkit edildi ve hatta alay konusu oldu. Önce Ahmed Midhat Efendi Cenab'ı ve dili bu yola sokan di­ğer Servet-i Fünûncular'ı, o yıllarda Fran­sa'da benzer edebiyatçılar için kullanı­lan Fransızca bir sıfatla (dekadan - inhi­tat eden, çöken) suçladı. Bununla dil ve edebiyat zevkinde bir çöküntüye işaret etmek istiyordu. Cenab buna, zamanın değişmesiyle sanat anlayışlarında da de­ğişiklik olabileceği, eski kelime ve deyim­lerin yerine yenilerinin konulabileceği ve bu şekilde edebiyatta yenilik yapıla­bileceği şeklinde cevap verdi. Tartışma, konunun lehinde ve aleyhinde olanlarca genişletildi. Ahmed Midhat ve Cenab'dan başka İsmail Safâ, Süleyman Nesib, Ah­med Hikmet, Hüseyin Cahid, Şemseddin Sami, Sâmih Rifat, Ali Ekrem ve Rıza Tev­fik'in de katıldığı, karşılıklı atışmalara kadar varan münakaşa yalnız dil çerçe­vesinde kalmamış, sanat, edebiyat, sem­bolizm gibi meselelere de uzanmıştır.

Servet-i Fünûn şiirinin genel karakte­rinde olduğu gibi Cenab'ın şiirlerinde de tasvir ön plandadır. Varlığı bir fotoğraf gibi idrak etmek, renk ve şekilleri canlı tutmak, gerçeklik duygusu yaratmak Ce­nab'ın o dönem şiiri içinde keşfettiği bir özelliktir. Bu çığır, önce Avrupa basının­da başlayan, o yıllarda da Türk dergile­rinde bollaşan fotoğraf ve desen baskı­larına paralel gelişen parnasizmin do­ğurduğu bir akımdır. Cenab'ın açtığı bu yola Tevfik Fikret ve diğerleri girmekte gecikmez, hatta daha sonraki yıllarda Ahmed Haşim, Yahya Kemal ve Tanpınar'da da Cenab'ın başlattığı bu tarzın izleri görülür. Cenab'ın şiirleri hakkında dikkate değer tahliller yapmış olan Meh­met Kaplan, onun şiirlerinin tabiat ve ev içi tasvirleriyle, alegorik ve sembolik imajlarla yoğunlaştığını belirtmiştir. Yal­nız o da çağdaşları gibi hayatı ve insan­ları, aralarına girmeyerek uzaktan te­maşa lezzetiyle yetinmiştir. Resim ve mûsiki kültürü olan Cenab Şahabeddin şiirini bu sanatlarla beraber yürütmüş­tür. Şiirine mûsiki sanatının girişinde Fransız sembolistlerinden faydalanmak­la beraber bunu pek az şiirinde başarı ile uygulayabilmiştir.

"Elhân-ı Şitâ", "Yakazât-ı Leyliyye", "Temâşâ-yı Leyâl", "Temâşâ-yı Hazân" gibi şiirleri nesiller boyunca okunan Ce­nab Şahabeddin, şiirde âhenge önem verdiği için hece yerine daima aruzu ter­cih etmiş, makalelerinde ve tartışmala­rında hece veznini küçümsemiştir. Bir kı­sım şiirleriyle T. Fikret'teki sathîliği aş­mış, Fikret'in ısrar ettiği "nesre yakla­şan şiir'i tercih etmemiştir. Ancak Türkçeyi aruza uygulamada Fikret kadar ba­şarılı olamamıştır.

Şiirin tek gayesinin güzellik olduğunu savunan ve ona başka bir fonksiyon yük­lemek istemeyen Cenab, tabiat panteist bir duygu ile temaşa etmiş ve bir "rûh-ı kâinat" fikrine inanmıştır. Bu sebeple eşyada zaman zaman diğer sanatkârlar­dan farklı renkler görmüş ve onlara bir­takım ruh halleri izafe etmiştir. Hayat karşısında şüpheci bir tavır takınan şair, fikir ağırlıklı şiirlerinde sosyal konuları değil insanın kaderi ve kâinat içindeki yeri üzerinde durmuştur. Gece, mehtap ve sonbahar gibi daha çok hissî tabiat manzaralarını da saf bir şekilde ele al­mış, şiirlerinde tabiat, kadın ve aşk te­malarını işlemiştir. "Münâcât I-IV", "Der­viş" ve "Tevhid" gibi şiirlerinde panteist dinî duygulara, "Hilâl-i Giryân" başlık­lı şiirinde ise millî duygulara yer ver­miştir.

Cenab Şahabeddin roman ve hikâye yazmadığı, hatta birkaç tiyatro dene­mesinde de pek başarılı olmadığı halde nesir sanatında Servet-i Fünûn edebi­yatının ustaları arasında sayılmıştır. Cenab'a göre nesir hem bir beste hem de güftedir. Bu onun, nesirde de şiirinde olduğu gibi güzelliğe ve âhenge önem verdiğini gösterir. Daha çok II. Meşruti­yetten sonra nesir alanına dönen Ce­nab'ın bu türde kullandığı dil, kelime kadrosu ve üslûp bakımından şiirlerin-deki hemen bütün özellikleri taşır. Ona göre nesir de şiir gibi anlatılan konula­ra uygun biçimde yapısı değişen cümle ve ibarelerle yazılmalıdır. Bir fikir veya duygunun ifadesinde kelimelerin ve ter­kiplerin okuyucu üzerindeki hem doğ­ruluk hem güzellik tesirleri dikkate alın­malıdır. Cenab'ın nesre gösterdiği bu iti­na, çalakalem yazılan bir gazeteci dili yerine daha sanatkârane, fakat buna karşılık daha ağır bir Servet-i Fünûn nes­rinin doğmasına sebep olmuştur. Bu­nunla beraber bu ağır ve anlaşılması güç ifade tarzı, onun ortaya koyduğu pren­siplerle yeni Türk nesrinin doğusundaki rolünü küçümsetmemelidir. Yahya Ke­mal, Cenab'ın bu üslûpçu nesrinin ken­di çağdaşlarına bile bir acem halısı gibi parlak, renkli, fakat komplike göründü­ğünü, yalnız Evrâk-ı Eyyam'ın vuzuhu ve sağlam mantığıyla bir şaheser oldu­ğunu söyler.

Cenab nesir konusundaki fikirlerini, Meşrutiyetten sonra Türkçüler'in orta­ya attığı "Yeni Lisan" hareketinden son­ra da ısrarla devam ettirmiş, Arapça ve Farsça ile zenginleşen Osmanlıcayı so­nuna kadar savunmuştur. Bu konuda başlayan tartışmalara Cenab'la beraber Ali Canip, Ruşen Eşref, Köprülüzâde Fuad ve Süleyman Nazif de katılmış, mese­le yalnız dil çerçevesinde kalmayıp Türk­çülük bahislerine kadar uzanmıştır.

Lehinde ve aleyhindeki kanaatlerden çıkan sonuç, Cenab'ın Türk şiir ve nesir edebiyatı tarihinde seçkin bir yeri ve ro­lü olduğunu göstermektedir. Buna rağ­men özellikle Cumhuriyetten sonra in­zivayı tercihinde veya unutulmaya terk edilişinde hırçın, mücadeleci ve paradoksal bir münakaşacı olmasının payı vardır. Şiirlerinde ve sanat yazılarında sakinliğine rağmen politik yazılarında, hatta başladıktan bir süre sonra politik bir karakter kazanan edebî tartışmala­rında Cenab'ın çok defa asabî, bazan da çelişkili bir tavır takınması, attığı adım­lan zamanla geri almaya çalışması, ona edebiyatta kazandığı otoriteyi kaybetti­recek bir durum hazırlamıştır.

Cenab Şahabeddin'in gazetelerde si­yasî yazılar yazması, II. Meşrutiyetten sonra İstanbul'a gelişiyle başlar. Önce on beş sayı çıkan Hüm'yer'in başmu­harriri oldu. Bu gazetede ve onun yeri­ne çıkan Siper-i Sâika-i Hürriyette, daha sonra Şebab, Hak ve İçtihad'da çoğu siyasî mahiyette yazılar yazdı. Bir ara Dahhâk-i Mazlum takma adıyla Ka­lem dergisinde siyasî mizah yazıları ka­leme aldı. Balkan Harbi'nden sonra ikisi Tasvîr-i Efkâr gazetesi hesabına olmak üzere birkaç defa Avrupa'ya gitti. Seya­hat intibalarını aynı gazetede "Avrupa Mektupları" (11 Eylül 1915-13 Haziran 1916, kitap haline gelişi 19'19) başlığı ile yayımladı. I. Dünya Savaşı yıllarında Dör­düncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa'nın davetiyle bir ara Suriye'de bulundu. Bu gezilerini de "Suriye Mektupları" (8 Ocak -8 Şubat 1918) adıyla yayımladı. Millî Mü­cadele yıllarında, aleyhte yayın yapan Ali Kemal'in Peyâm ve Peyâm-Sabah ga­zetelerinde çıkan bazı yazılarında, ordu­nun I. Dünya Savaşı'nda basiretsiz ku­mandanlar yüzünden yenilgiye uğradı­ğını hatırlatarak Anadolu'da savaşan as­kerin gücünü kırması talihsizliğinin baş­langıcı oldu. Bundan sonra siyasette ile­ri veya geri her attığı adımda ona ma­zisi hatırlatıldı: Dilde muhafazakârlığı, lisanî Türkçüler'le giriştiği tartışmalar, İttihatçılar'ı ve Enver Paşa'yı tutması, sonra yermesi, Cemal Paşa ile olan ya­kınlıklarının menfaate dayandığı, kadın hakları aleyhindeki yazılan vb. Bunların hemen hepsi Cumhuriyet sonrası yöne­timine ters düşmüştü. Aleyhindeki yazı­lar savaştan ve Cumhuriyetin ilânından sonra da durmadı. Falih Rıfkı ve Yakup Kadri sert tenkitlerine devam ettiler. Ce­nab bütün bunlar karşısında, ölümüne yakın yıllara kadar zaman zaman Cum­huriyet inkılâplarını benimseyen yazılar kaleme aldıysa da daima önceki yazılan hatırlatılarak suçlamalara devam edil­miştir.

Cenab Şahabeddin sosyal muhtevalı bir kısım yazılarında dinî konulara da temas etmiş, fakat İslâmî meseleler hak­kında ileri sürdüğü görüşler devrin dinî dergilerinde tenkide uğramıştır. Özellik­le taaddüd-i zevcât ve tesettür konu­sundaki "Yarınki Efkâr-ı İslâmiyye" adlı yazısı (Peyâm-Sabah, 13 Kânunusâni 1337) infial uyandırmış, Mustafa Sabri ve İs­kilipli Mehmed Atıf efendilerin tenkitleriyle konu Alemdar gazetesi, Mahfel mecmuası ve Peyâm-Sabah arasında uzun tartışmalara sebep olmuştur. Ce­nab Şahabeddin adı geçen makalesinde İslâmiyet'in heykeltıraşlık gibi güzel sa­natları takdir etmemiş olmasını da ten­kit etmiştir. Mustafa Sabri "Bugünkü ve Yarınki Efkâr-ı İslâmiyye" adlı makale­sinde (Alemdar, 15 Kânunusâni 1337) Ce­nab Şahabeddin'e karşılık vermiş, o da cevap olarak kaleme aldığı "Hâtime-i Münazara" adlı yazısında (Peyâm-Sabah, 17 Kânunusâni 1337), ne olursa olsun İs­lâmî konularda günün icaplarına göre birtakım ictihadlar yapılmasının şart ol­duğunu ileri sürmüştür. Mustafa Sabri ise cevabında (Alemdar, 19 Kânunusâni 1337), büyük sorumluluk isteyen böyle bir işte ne kendisinin ne de Cenab Şaha­beddin'in söz sahibi olabileceğini söyle­miştir. Aynı günlerde İskilipli Mehmed Atıf da Cenab Şahabeddin'in İslâmî ko­nulardaki görüşlerini ayrı ayrı ele alıp tenkit etmiştir ("Taaddüd-i Zevcât: Ce­nab Şahabeddin Bey'e Birinci Cevap", Mahfel, nr. 8, Cemâziyelâhir 1339, s. 130-133; "İkinci Cevap: Tesâvîr ve Temâsîl", Mahfel, nr. 9, Receb 1339, s. 146-149; "Üçüncü Cevap", Mahfel, nr. 10, Şaban 1339, s. 161-164; "Diyânet-i İslâmiyye Ef'âl-i Beşeriyye ile Ölçülemez", Mahfel, nr. 17, Rebîülevvel 1340, s. 78-79; "Muh­terem Muarızlara", Peyâm-Sabah, 24 Kâ­nunusâni 1337; "Mahfel'e Cevap" , Pe­yâm-Sabah, 24 Şubat 1337; "Memleketi­mizde Yalan", Peyâm-ı Sabah, 26 Eylül 1337). Cenab'ın çeşitli yazılarından, bir kısım şiirlerinden ve özellikle Paris'ten gönderdiği 1912 tarihli iki mektubun­dan (Hisar, sy. 126, 129, Ankara 1974), din konusunda çok genel anlamı ile mistik ve panteist bir inanca sahip olduğu an­laşılmaktadır.

 

Eserleri.

Şiirler. 1. Tâmâf(İstanbul 1303). Yetmiş bir sayfalık bu küçük kitapta yer alan on sekiz manzume Cenab'ın ilk de­nemelerinden olmakla beraber araların­da o yıllarda dergilerde yayımladığı ga­zel tarzı şiirlerinden hiçbiri bulunma­maktadır. Buradakilerin hemen hepsin­de Abdülhak Hâmid ve Recâizâde Mahmud Ekrem'in tesirleri açık olarak gö­rülmektedir. 2. Cenab Şahabeddin'in Bütün Şiirleri (İstanbul 1984). M. Kap­lan, İ. Enginün, B. Emil, N. Birinci ve A. Uçman tarafından yapılan bu çalışma, Cenab'a ait evrak ve müsveddelerin ince­lenmesi, yayımlanmış olan şiirlerin müsveddelerdeki ilk şekilleri, yayımlandığı yer ve tarihlerin gösterilmesi suretiyle meydana getirilmiştir. 1934'te Sadeddin Nüzhet'in topladığı şiirlerinin sayısı yetmiş üçten ibaretken bu kitapta 429 şiir yer almıştır. Bunlardan 203'ü yayım­lanmış, yetmiş altısı yayımlanmamış, 150'si de yarım kalmış şiirlerdir.

Seyahat Yazıları. 1. Hac Yolunda (İstanbul 1325, 1341). Cenab'ın 1896'da sıhhiye müfet­tişi olarak İstanbul'dan Cidde'ye kadar gidişini anlattığı bu eserde sanatkârane bir üslûpla yazılmış on yedi mektup bulunmaktadır. Onun hemen bütün ne­sir yazılarında görülen zengin kültürü bu mektuplarından itibaren dikkatleri çekmiştir. Eser Servet-i Fünûn'da tef­rika edildikten sonra (nr. 312-388) basıl­mıştır. 2. Avrupa Mektupları (İstanbul 1335). Cenab'ın Tasvîr-i Efkâr gazetesi hesabına Avrupa'ya yaptığı iki seyahatin intibalarını anlatan bu eserde Bulgaris­tan, Romanya, Macaristan, Çekoslovak­ya, Almanya ve Avusturya hakkında, için­de bulundukları 1. Dünya Savaşı çerçe­vesinde ve Cenab'a mahsus müşahede­lerle verilmiş bilgiler vardır. Yine sanatkârane bir üslûp kullanılmış olan eser­de yirmi iki parça yazı yer almaktadır.

Tiyatrolar. 1. Kör Ebe (İstanbul 1333). Ev­lilik konusunda değişmeye başlayan örf ve âdetleri konu alan tek perdelik küçük bir piyestir. 1917'de Tepebaşı Tiyatrosu'nda oynanmıştır. Müellifin Yalan ve Küçük Beyler adlı oynanmış, fakat ba­sılmamış iki piyesi daha vardır.

Diğer Ki­tapları. 1. Evrâk-ı Eyyam (İstanbul 1331). Cenab'ın diğer yazılarına oranla daha sade ve mantıkî bir üslûpla yazdığı ma­kalelerini ihtiva etmektedir. 2. Nesr-i Harb, Nesr-i Sulh ve Tiryaki Sözleri (İstanbul 1334). Bu kitapta da bazı ma­kaleleri ve seyahat yazıları yer alır. Son bölüm, Servet-i Fünûn'da ve Tasvîr-i Efkârda yayımladığı Fransız "maxime"-lerine benzer kısa, özlü, vecize karakte­rinde sözlerden meydana gelmiştir. Eser Cenap Sahabeddin ve Vecizeleri (haz. Mehmet Saka — Vasfi Şensözen, Ankara 1959) ile Tiryaki Sözleri (haz. Orhan Köp­rülü — Reyan Erben, İstanbul 1975) adıy­la yeniden yayımlanmıştır. Cenab'ın Vilyam Şekspiyer (İstanbul 1931) adlı bir incelemesi de bulunmaktadır.

 

BİBLİYOGRAFYA:

Hüseyin Cahit [Yalçın], Kavgalarım, İstanbul 1326, s. 119-130; a.mlf., Edebî Hatıralar, İstanbul 1935, s. 58-61; İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, I, 230-233; Sadeddin Nüzhet Ergun, Cenab Şehabettin: Hayatı ve Seçme Şiirleri, İstanbul 1934; a.mlf., Türk Şairleri, s. 996-1015; Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, İstanbul 1936, tür.yer.; a.mlf. Sanala Dâir, İstanbul 1955, III, 234, 250; Ahmet Reşit Rey, Gördüklerim - Yaptıklarım, İstanbul 1945, s. 323-329; Kenan Akyüz. Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, Ankara 1958, s. 265-296; Hikmet Dizdaroğlu. Cenap Şehabettin: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İstanbul 1964; Veli Behçet Kurdoğlu, Şair Tabibler, İstanbul 1967, s. 321-327; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İstanbul 1969, s. 187-212; Yahya Kemal Beyatlı, Edebiyata Dair, İstanbul 1971, s. 180-185; Celal Tarakçı, Cenâb Şehabeddin'de Tenkid, Samsun 1986; İnci Enginün, Cenap Sahabettin, Ankara 1989; Hasan Akay, Cenap Şahabettin'in Şiirleri Üzerinde Bir Araştırma (doktora tezi, 1989), İÜ Ed.Fak. Ktp., nr. THT 64; İskilipli Atıf Hoca Hasıl İdam Edildi?, İstanbul 1991, s. 311- 325; Filorinalı Nâzım, "Edebiyât-ı Cedide Nesl-i Şâiriyyetinin En Mümtaz Sîmâsı: Cenab Sahabeddin Bey Efendi", Süs, sy. 23, İstanbul 30 Teşrinievvel 1923; Hüseyin Suat. "Cenab Sahabeddin", Akşam, İstanbul 21 Mart, 23 Nisan 1934; Mehmet Kaplan, "Cenap Şehabeddin'in Şiirlerinde Pitoresk", TDED, V (1953), s. 15-31; a.mlf., "Cenab Şehabeddin'in Şiirlerinde Ses ve Musiki", a.e., VII/1-2 (1956), s. 45-60; a.mlf., "Cenab Sahabeddin ve Nesir Sanatı", a.e., VIII (1958), s. 16-17; Ali Canip Yöntem, "Cenâb Sahabeddin", AA, 1, 298-299; Mustafa Kutlu, "Cenab Sahabeddin", TDEA, II, 44-48.

Celal Tarakçı, TDV, 7.cilt

 

 


Cenap ŞAHABETTİN-2

21 Mart 1870'te Manastır'da doğmuştur. 1880'de Gülhane Askeri Rüştiyesi'ni bitirip ardından Kuleli Tıbbiye İdadisi'ne devam etmiş, 1889'da doktor olmuştur. Tıbbiyede okurken edebiyatla ilgilenmeye başlamış, Muallim Naci ile tanışmıştır. Bir süre onun etkisinde kalmış eski tarz gazeller yazmıştır.

Cilt hastalıkları üzerine ihtisas yapmak üzere Paris'e giden Cenap Şahabettin, burada Batı edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuş, natüralistleri ve sembolistleri okumuş, Fransız şair Verlaine'ye büyük hayranlık duymuştur. Dört yıl süren Paris ikameti şairin şiir anlayışını büyük ölçüde değiştirmiştir.

Yurda döndükten sonra "Mektep" dergisinde yayımladığı şiirlerle ün kazanmaya başlamıştır. 1896'dan sonra şiirlerini Servet-i Fünûn dergisinde yayımlamaya başlamış ve Tevfik Fikret'in beğenesini kazanmıştır. "Terane-i Mehtap" adlı şiirinde kullandığı bazı tamlamalar ve benzetmeler, edebî tartışmalara yol açmış, A. Mithat Efendi'nin tepkisini çekmiş, "Dekadanlar" adlı eleştiri yazısı yazmasına yol açmıştır. O da bu yazıya "Dekadanizm Nedir" başlıklı bir yazıyla karşılık vermiştir.

Görevi gereği yurdun çeşitli yerlerinde bulunan sanatçı, buralarda gördüklerini, izlenimlerini anlattığı gezi yazıları da yazmış, bu yazıları sanatlı bir nesir üslubuyla kaleme almıştır. "Genç Kalemler" dergisiyle başlayan "yeni lisan" ve "dilde sadeleşme" hareke-tine karşı çıkmış, bu konuda uzun süren tartışmalara girmiştir. 13 Şubat 1934'te ölmüştür.

Sanatı ve Eserleri 

Servet-i Fünûn şiirinin Tevik Fikret ile birlikte önde gelen adlarından olan Cenap Şahabettin, şiirleri kadar nesirleriyle de büyük ilgi uyandırmış bir sanatçıdır. Edebiyata başladığı yıllardan itibaren yalnızca kendi doğruları içinde kalmış, kendi kendine geliştirdiği bir sanat estetiğinin sürdürücüsü olmuştur.

Hayat ve olaylar karşısında duyarsız kalmış, kullandığı ağır dil, daha yaşarken eskimiş, çağının gelişmelerini kendi kalıplaşmış sanat anlayışının penceresinden izlemeyi tercih etmiştir. 

Milli Edebiyat Dönemi sanatçılarının başlattığı sade dile karşı çıkmış, bunları ve Milli Mücadele hareketini eleştirmiştir. Milli Mücadele'nin zaferle sonuçlanmasından sonra bu tavrını değiştirse de dönemin siyasî ve edebî çevreleri tarafından kabul görmemiştir. 

Servet-i Fünûn hareketinin şiir estetiğinin oluşumunda büyük katkısı olan şair, şiirlerinde iç ahenge önem veren sembolist bir şiir yaratmak istemiştir. Toplumsal konulardan uzak durmuş, şiirlerinde daha çok aşk, doğa ve doğanın değişen durumlarını anlatmıştır. Şiir anlayışını yaratırken Verlaine ve C. Baudelaire'den etkilenmiş, şiiri nesir ve müziğin kaynaşmasından oluşan bir tür olarak değerlendirmiştir. Şiirde sözcüklerin ahengine, ses gücüne ve tonlamalarına büyük önem vermiştir. 

Şiir dili oldukça ağırdır. O güne kadar Türk şiirinde kullanılma-yan birtakım kelimeleri şiir diline sokmuştur. Pitoresk, yani zihinde resim gibi bir hayal uyandıran güzellik duygusu, Cenap Şahabettin'in vazgeçemediği bir şiir tarzı olmuştur. Bu durumu derinlemesine anlatma ihtiyacı, şairi sözcüklerle oynamaya itmiş, alışılmadık mecazlar ve tamlamalarla, eski sözcüklerle bir şiir dili yaratmaya çalışmıştır. 

Aruz ölçüsünü en temel ahenk unsurlarından biri kabul etmiş, halk şiirinin vazgeçilmez ölçüsü olan heceyi ahenk yönünden yetersiz bulmuştur.

Kısaca özetleyecek olursak;

Asıl mesleği doktorluktur.
Servetifünun şiirinin Tevfik Fikret’ten sonraki en önemli ismidir.
Hem şiir hem de düz yazı türlerinde eserleri vardır; fakat asıl önemli yanı şairliğidir.
Şiirlerinde müzikaliteye önem vermiştir. Müzikalite açısından aruz ölçüsünü zengin bulduğu için bütün şiirlerini aruz ölçüsüyle yazmıştır. Hece ölçüsünü küçümsemiş, “parmak hesabı” diye nitelendirmiştir.
Şiirde ahenk unsuruna önem vermiştir. Biçim güzelliğini önemsemiştir.
Şiirlerindeki başlıca temalar “aşk” ve “tabiat”tır. Aşk şiirleri bazen çok romantik bazen de çok maddidir.
Ona göre sanat, sanat içindir hatta sanat güzellik içindir. Şiirlerinde sosyal konulara hiç değinmemiş, sadece kişisel konuları işlemiştir.
Doğa ile ilgili şiirleri kişinin iç dünyası ile dış dünyasının başarılı bir kompozisyonudur. Servetifünun sanatçıları arasında tabiatı en çok işleyen şairdir.
 “Tablo şiir” yazmıştır. Ona göre şiir, sözcüklerle yapılmış bir resimdir.
Şiirlerinde çok zengin bir lirizm vardır. Çok renkli ve geniş bir hayal gücüne sahip olan şair, sembolleri sıkça kullanır.
Şiirlerinde nükteye, söz oyunlarına, zekâ gösterişlerine önem verir. Hiç duyulmamış mecaz, imge, teşbih ve istiarelere sıkça yer verir.
Şiirlerinde sembolizm akımının etkisi açıkça görülmektedir. Türk şiirine sembolizmi ve parnasizmi getiren Cenap Şahabettin’dir.
Dili oldukça ağır ve sanatlıdır. Arapça, Farsça ve Fransızcadan kimsenin bilmediği sözcükleri kullanmıştır. Berf-i zerrin (altın kar), saat-i semenfam (yasemin renkli saatler), lerze-i rûşen (parlak titreyiş) gibi hiç duyulmamış yeni tamlamalar kullanmıştır. Şiirleri dilbilgisi kurallarını hiçe sayan tamlama ve sıfatlarla doludur.
1908’den sonra “Yeni Lisan”cılarla uzun ve sert tartışmalara girişmiştir.
 “Serbest müstezat” nazım biçimini geliştirerek başarıyla kullanmıştır. Şiirlerinde “sone” nazım biçimini de başarılı bir şekilde kullanmıştır.
“Elhan-ı Şita” en ünlü şiiridir. Kış mevsimini anlatır. Türk edebiyatında doğayı anlatan en önemli şiirlerden birisidir. Kış manzaralarından, kar yağışının bıraktığı izlenimlerden söz etmiştir.
“Yakazat-ı Leyliye” (gece uyanıklıkları) diğer önemli şiiridir.
Cenap Şahabettin, aynı zamanda bir düz yazı ustasıdır. Düz yazılarında dil, şiirlerine göre sadedir.

Şiirleri Tamat, Evrak-ı Leyal 

Gezi Yazıları Hac Yolunda, Afak-ı Irak Mektupları Suriye Mektupları, Avrupa Mektupları Makaleleri Evrak-ı Eyyam, Nesr-i Harp, Nesr-i Sulh 

Özdeyişleri Tiryaki Sözleri 

Tiyatroları Yalan, Körebe

  


CENAP ŞAHABETTİN-3

Koşarız emr-i Hakk’ı takdîse

Hikmet-i emri anlasak, bilsek; 

Bari toprak biraz güzellense 

Böyle ezhâr-ı hüsnü bel’ederek.

Cenap Şahabettin

HAYATI: Servetifünun topluluğunun hem nesir hem nazım dalında eserler vermiş bulunan Cenap Şahabettin, 1870 yılında Manastırca doğdu. Babası Osman Şahabettin Bey subaydı. Küçük oğlu daha yedi-sekiz yaşlarındayken, Plevne Savaşı’nda şehit düştü. Bunun üzerine Cenap Şahabettin, annesiyle birlikte, İstanbul’a göç etti. Bir süre sonra kendisini «Feyziye Mektebi» adlı bir okula verdiler.

Feyziye Mektebi’nde, Eyüp Askerî Rüştiyesinde okuduktan sonra Askerî Tıbbiye ye girdi. Buradaki öğrenimini hekim yüzbaşı olarak tamamladı. Çalışkan ve başarılı bir öğrenci olarak tanınmıştı. Uzmanlık öğrenimi yapmak üzere, devlet tarafından Paris’e gönderildi. Burada dört yıl kaldı. Bir yandan tıptaki bilgilerini geliştirirken öte yandan da küçüklüğünden beri özel bir ilgi duyduğu şiir ve edebiyatla uğraştı. Onun Paris’te bulunduğu yıllar, Fransız sembolizminin yoğun doğum ve gelişim sancıları ile doluydu. Bunların etkisinde kaldı. Bazı sembolistlerle dost oldu.

Yurda dönüşünde bir süre Haydarpaşa hastanesinde görev yaptı. İlk şiirlerini de bu sıralarda yayınlamaya başladı. «Şelâle-i Edeb» ve «Mekteb» adlı dergilerde —zamanına göre— belirgin yenilikler taşıyan manzumeler yazıyordu.

Kısa aralıklarla İzmir, Konya, Ankara sağlık müfettişliklerinde bulundu. Karantina hekimliği ile Irak, Hicaz, Yemen dolaylarında çalıştı. Mısır ve Hindistan gibi ülkeleri de dolaştı.

1896’da kurulan Servetifünun topluluğuna —bazan uzaktan, bazan yakından— yazdığı ve yolladığı şiir ve nesirleriyle katılmıştı. 1901 yılında bu topluluk dağıtılıp susturulunca o da, öteki arkadaşları ile birlikte, uzunca bir süre şiir ve edebiyatla ilgisini kesti.

1908, İkinci Meşrutiyetken sonra «Meclis-i Kebir-i Sıhhiye Azalığı»na, daha sonra «Daire-i Umûr-ı Sıhhiye Umumi Müfettişliği»ne atandı. 1914’te hem bu resmi görevlerinden istifa etti, hem de hekimlik mesleğini kesinlikle bıraktı. Bu arada şiiri de geniş ölçüde terk ederek hemen sadece nesirle uğraştı.

1915 yılında İstanbul Darülfünunu’nda edebiyat tarihi kürsüsü hocalığına getirildi. Bu arada, kısa bir süre gazetecilik ve ticaretle de uğraştı. Her iki alanda da başarıya ulaşamayınca yalnız yazı hayatı ve üniversite hocalığı ile yetindi.

Mütareke yıllarında gerek Darülfünun hocaları, gerek İstanbul basın mensupları arasında belirgin bir ikilik yüz göstermişti. Her iki çevrenin mensupları arasında İstanbul hükümetini destekleyenler ve Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’nı tutanlar vardı. Cenap Sahabettin bu ayrımda —yazık ki— Anadolu’ya karşı olanlar içinde yer aldı. Hem Darülfünun’daki derslerinde, hem de Ali Kemal Bey’in gazetesinde ulusal hareketi incitici bir tutum içinde göründü. Bunun sonucu olarak, öğrenciler tarafından düzenlenen bir boykot üzerine, dört-beş öteki profesörle birlikte, Darülfünundan uzaklaştırıldı.

Cumhuriyet yıllarında hiç bir aktif görev almayarak, alamayarak Bakırköy’deki evinde okuma-yazma ve bilimsel incelemelerle meşgul oldu. Değerli edebiyat araştırmaları yaptı. Güçlü bir dilciydi. Son yıllarında mukayeseli bir Türk sözlüğü hazırlamaya girişmiş, bunun değişik bölümlerini zamanın bazı dergi ve gazetelerinde yayımlamıştı. 19.34 yılında İstanbul’da öldü. Ünlü «Elhân-ı Şitâ»sında tasvir ettiği, uçan karlarla dolu bir şubat gününde, Bakırköy mezarlığına gömüldü.

EDEBÎ KİŞİLİĞİ: Servetifünun edebiyatında nesrin en büyük temsilcisi Halit Ziya, nazmın en büyük temsilcisi Tevfik Fikret’tir. Bu topluluğun öteki nesircileriyle öteki şairleri, bu iki büyük temsilciden sonra derece derece sanattaki yerlerini alırlar. İste Cenap Şahabettin’in ötekilerden ayrılan yönü budur O, nesirde bütün ötekilerden daha öne geçerek, Halit Ziya’dan sonra ikinciliği koruduğu gibi; şiir ve nazımda da bütün öteki şairlerden daha öne geçerek bu alanda da Tevfik Fikret’ten sonra ikinciliği korur. Başka bir deyimle Cenap Sahabettin, bir nesir yazarı olarak şüphesiz Halit Ziya’nın derecesine yükselememiştir; fakat Halit Ziya dışındaki öteki Servetifünun nesircileri içinde hepsinden daha önde ve daha başta gelir. Aynı durum Fikret ve öteki şairlerle oranlandığı zaman da böyledir. Öteki iki üstadın birer birinciliğine karşılık Cenap’ın iki ikinciliği var demektir. Bu Özelliği yüzünden de o, Servetifünun’un üç büyük temel direğinden birini teşkil etmiş olur.

Tevfik Fikret, ince ve lirik duygulardan çok. Düşünceye ve toplum sorunlarına dayalı bir şairdir. Halit Ziya, gerçekçiliğinden daha fazla değilse bile, en az buna yakın, ince ve lirik duygulara dayalı bir hikâyeci ve romancıdır. Bunların her ikisinde de —kendilerinin çok zeki olmalarına karşılık— eserleri güçlerini zekâdan fazla, başka kaynaklardan alır. Ovsa Cenap Sahabettin böyle değildir. O, nesirlerinin kaynağının temelini zekâya dayadığı gibi, şiirlerinde bile kendisini bu alışkanlıktan kurtaramaz. Cenap Şahabettin’in şiirlerindeki lirizm kalpten çok zihinden doğar; bunun sonucu olarak da onun en duygusal şiirlerinde bile ürpertili heyecanlara pek az rastlanılır.

Yukarıda da belirtildiği üzere, Cenap’ın Paris’te bulunduğu yıllar, Fransız sembolizminin en görkemli ve en verimli dönemine rastlamıştır. Edebiyata ve şiire karşı büyük eğilim duyan bir gene olarak —şüphesiz— o bundan etkilenmiştir. Ancak bu sadece etkilenmektir, fakat sindirmek değildir. Cenap Sahabettin sembolizmden sadece etkilendiği, onu içine, sanat zevkine ve anlayışına gereği gibi sindiremediği için kendisini, bazı edebiyat araştır-marnlarımızın ileri sürdükleri gibi, «Türk şiirine sembolizmi getiren ilk şair» olarak nitelemek kolay kolay mümkün değildir. Kaldı ki şairi sembolist olarak niteleyenler bu görüşlerine belge olarak kavram ve söyleyişleri değil, sadece birtakım kelime, deyim ya da yeni ve o zamana göre değişik bazı tamlamaları göstermişlerdir. Bunların sembolizm olmayışı bir yana, daha sonraları, Cenap’taki bu tür malzemenin de o dönemin birkaç Fransız şairinden aktarılmış ya da ödünç alınmış birtakım çeviri ve yakıştırmalardan ibaret bulunduğu anlaşılmıştır.

Cenap Şahabettin’in şiirlerinde —Fikret’te olduğu gibi— ülkücülük, toplum ve özgürlük sorunlarına yöneliş ve benzeri kaygılar bulunmamaktadır. O şiirlerini daha çok «sanat sadece sanat içindir» anlayışının ışığında meydana getirmiştir. Bunlarda hâkim tema aşk, tabiat, çevre sevgisidir. Ancak Cenap’taki tabiatın ve tabiat sevgisinin «pastoral şiir»le de pek ilgisi yoktur. O tabiatı belli bir dekor içinde, özellikle daima seçkin ve yüce olarak hayâl ettiği güzel bir kadını çerçeveleyen bir dekor olarak düşünür. Aşk şiirlerinde derin ve ürpertili kendinden geçişler yerine de, zihnin ve zekânın zorla şuradan buradan yakalayıp getirdiği birtakım zoraki duygular ve imajlar yer alır.

Fikret gibi Cenap da eski nazmın dar kurallarından kurtulmuştur. Onun manzumeleri daima özgür ve kendine özgü biçimde ya da batılı nazım düzenindedir. Yine arkadaşı Tevfik Fikret gibi «Serbest Müstezad» denilen, aruz kalıplarıyla serbest nazmı da denemiştir.

Hemen bütün Servetifünun şairlerinde görüldüğü gibi Cenap Şahabettin’de de nazım dili, duru ve arı bir Türkçe olmaktan çok uzaktır. O da, başta Tevfik Fikret olmak üzere, şiir dilini öteki arkadaşları ile birlikte kendisinin sanat anlayışına ve zevkine göre düzenlenmiş, hatta —Türkçe kelimelerden değil— Arapça ve Farsça sözlerden yeni Osmanlıca kelime ve deyimler meydana getirmiştir.

Bu arada, genellikle aşkı ve tabiatı şiirlerine ana konu ve tema edinen Cenap Şahabettin’in —fazla derin ve orijinal olmasalar da— bazı düşündürücü manzumeleri bulunduğuna işaret etmek yerinde olur.

Nesir ürünlerine gelince: Bu ünlü edebiyatçımızın nesirlerinin çok belirgin iki özelliğinin bulunduğunu öncelikle işaretlemek gereklidir: Süslü nesir ve sağlam nesir. Süslü nesirlerinde onun, üzerine titrediği ciddiliğini ve ağırbaşlılığını aşan, aşırı bir sanatçılık kaygısı vardır. Ancak bu tür örnekleri ilk gençlik yıllarından sonra bir hayli azaltmıştır. Fakat yazar, sağlam nesrini ömrü boyunca korumuştur. Onun nesrinin sağlamlığı hem Osmanlıcanın dil kurallarına, anlatım yapısına, hem de geniş bir mantık ve zekâ düzenine dayanmaktadır. Cenap insanların ve çevrenin maddi-manevi oluşlarını, zayıf ve güçlü yönlerini çok ustalıklı bir gözlemle zapt etmeye, sonra onları tasvire muktedirdir. Buna bir de engin zekâsı ve esprili anlatımı katışınca nesirleri gerçekten üstün ve seçkin bir özellik taşır. Ancak o nazımda olduğu gibi nesir dilinde de eskiye çok bağlı ve tutucudur. Bütün ömrü boyunca nesir dilinin konuşma dilinden ayrı olması gereğini savunan Cenap’a göre, konuşma diliyle eser vermek, edebî eser vermemek demektir. Ona göre bir eserin «edebî» sıfatını hakkıyla taşıyabilmesi için, konuşulan dilin ötesinde ve üstünde bir niteliğe ulaşması zorunluluğu vardır. Bu yüzden Cenap Şahabettin dildeki yenileşme çabalarına her yerde ve her zaman karşı çıkmıştır.

Cenap’ın nesirlerinin özelliklerinden biri de istihza, hattâ zaman zaman alaydır. Çok zeki ve zeki olduğu oranda da kuşkucu bir karaktere sahip bulunan bu yazarın: «İstihza zekânın hakkıdır» yollu bir sözü vardır. Yani zeki olan bir kimse her şeyle, herkesle alay etmek hakkına sahiptir. Bu, oldukça çarpık görüş ve bu kuşkucu ruh yapısıdır ki Cenap’ı ömrü boyunca herkese ve her şeye karşı şüpheyle bakmaya zorlamış, tabiatıyla kendisini birçok zamanlarda ve birçok konularda yanıltmıştır. Müspet bilimlerden biri olan hekimliği bile sonraları reddetmesi, Kurtuluş Savaşı’na inanmaması onun bu tutumunun belirli örneklerinden bir ikisidir.

Cenap Sahabettin nesir dalında alışılmış ve yaygın sanat ürünleri vermemiş, bir-iki başarısız tiyatro denemesi dışında, roman ve hikâye türleriyle ise hiç uğraşmamıştır. Onun nesir ürünleri sohbetler, makaleler, tasvirler ve daha sonraları ele aldığı bilimsel çalışmalardan ibarettir. Ancak şurası da bir gerçektir ki Cenap Sahabettin Türk edebiyatında bugün «Gezi Notları» dediğimiz seyahat edebiyatının ilk ve en başarılı örneklerini vermiş bir edebiyatçıdır.

Gerek görevi gereği, gerek başka sebeplerle doğuda ve batıda birçok yerleri gezip dolaşan bu edebiyatçımız; gezip gördüğü yerlerin kişilerini, tiplerini, onların karakterlerini, toplumsal yaşayış düzenini, bu ülkelerin maddi-manevi güçlü ve zayıf yönlerini —çok keskin gözlemi sayesinde— son derece canlı ve renkli olarak zapt etmiş, sonra bütün bunları büyük bir ustalıkla satırlara, sayfalara dökmüştür. Bunlara zaman zaman ruhunun sanatçı havasından da aydınlatıcı katkılarda bulunduğu içindir ki onun bu tür eserleri, Türk edebiyatının —belki hâlâ değerleri hakkıyla ölçülememiş— üstün gezi notları ürünleri arasında yer almaktadır.

Cenap Sahabettin, Fransız yazarlarından La Rochefoucold’un «Maximes»lerini andıran denemeler de yapmıştır. Ancak bu ünlü yazarın özdeyişleri genellikle daha ağırbaşlı ve daha felsefeye dayalı iken, yani şakaya öyle fazla bir yer verilmemiş olduğu halde, Cenap «Tiryaki Sözleri» diye adlandırdığı bu tür özdeyişlerine zaman zaman esprinin ve mizahın da çeşnisini katmıştır. Bununla birlikte bu tür yazılarını özgür bir kitap halinde yayımlamamış; bir kısmını ünlü bir kitabının sonuna eklemiş, kalanlarını da bazı dergilerin sayfalarında bırakmıştır. «Tiryaki Sözleri»nin dili, onun nesir ürünleri içinde en sade ve külfetsiz olanlarıdır.

BAŞLICA ESERLERİ: Tâmat: (İlk gençlik dönemi şiirleri, «Saçma-sapan şeyler» anlamına geliyor). Evrak-ı Leyâl (Şair, şiirlerini bu adla, bir kitap halinde toplayıp bastırmaya karar vermiş, hazırlıklarını tamamlamış, gazete ve dergilerde ilânlarını da yaptırmıştı. Sonradan, bilinmeyen bir sebeple, bunu gerçekleştirmedi). Gezi notları: Hac yolunda; Âfaak-ı Irak; Avrupa Mektupları. Makale, sohbet ve tasvirler: Evrak-ı Eyyam; Nesr-i Harb, Nesri Sulh(Tiryaki Sözleri bu kitabın ikinci bölümünü oluşturuyor). Tiyatro eserleri: Yalan; Körebe; Küçük Beyler. İncelemeler: Kadı Burhanettin; Vilyem Şekspir. 

Şemseddin Kutlu

 


CENAB ŞAHABEDDİN-4

Yumuşaklığı dokunmadan belli, tombalak, yuvarlak bir vücut. Beyaz bir ten. Keskin, tek çizgisi bulunmayan bir yüz, kenarları ince kırışıklarla süslü koyu kumral gözler. Ve bunların içinde meşhur zekâsından sıçramış birkaç kıvılcım çakıntısının yanıp söndüğü görülür.

Kısaya yakın orta bir boy. Çizgisiz, göğüssüz ve belsiz bir gövde. Genç, tombul eller ve bu dolgun vücuttan çıkışına şaşacağınız cilveli, nazlı hareketler. Konuşan fıkırtılı omuzlar ve gıdıklanmış gibi kahkahalı bir karın...

Onda ilk göze çarpan şey, başının büyüklüğü idi. Yüksel alnının üstünde fikir sapanının açtığı çizgiler, adamı derin manâlı bir kitap gibi düşündürürdü. İstekli, dolgun dudaklarında gülümseyiş hiç eksilmezdi. Biraz donuk ve azıcık soğuk bir gülümseyiş.

Nezaketi ezici, iltifatı utandırıcı idi. İnce ince konuştuğu halde muhatapları, kendileri imtihan oluyorlarmış gibi terletici bir eza sezerlerdi. Servet-i Fünun şairleri içinde aşk’ın kahramanı olarak tanınmıştı. Şarkın Müse’si olduğuna inananlar vardı. Her hafta bir başka maceranın sıtmasıyla ateşlenen kalemi, zekâ ışığında ısıtılmaya çalışılmış neşideler veriyordu. Fakat duygulu bir gönül, bu ateşte maytap kıvılcımlarını andıran mübalağalı bir parıltıdan başka bir şey bulunmadığını pekâlâ hissedebilirdi.

Müse’nin “Gecelerine “Yakazat-ı Leyliyeleriyle nazireler yazdı, ince, hoş, hatta belki güzel şeyler yarattı. Fakat onlar da kendi yaradılışının kusurlarından kurtulamadılar. Mısralarına hudutsuz iç kaynayışlarının derin nabzını, keskin çığlığını, içli hıçkırıklarını koyamadı. Hani deniz kenarlarında, büyük fırtınaların uğultusunu, enginlerin sesini veren içi inilti dolu sedefler vardır. İçinde fağfur teller ve billûr mızrapların âhengi duyulur gibi olur. Onun mısralarında bu gerçek gönül seslerinden eser bulunmaz. Onun şiirinde insanı büyük heyecanlarla coşturan engin dalgalanıştan ziyade, şen sıçrayışlarla kırıta kıvrıla akan sığ bir ırmak çağıltısı duyulur.

En üzgün, en samimi zamanlarında bile nihayet:

Bir çâre-i fennî ile tahfif edemezsem,

Euzân ile terkis ederim bâr-ı hayâtı;

Gerçi bilirim lenk, hakâyık-zede, ebkem

Bî-kafiye bir sayhadır ömrün nakaratı.

demişti. “Bir çare-i fennî” ile “bâr-ı hayat”ın hafiflemesi ne demektir? Hayat maddî âlemden ibaret bir varlık mıdır ki? Hele duygu ve düşünce âleminin mümessili geçinenler böyle kısır bir teselli ile nasıl avunabilirler?

Cenab, hayatın asıl cevherini madde halinde gören bir adamdı. Her adımında, ömrünün her yeni kımıldanışında bu inanışının izleri açıkça görülür. Fakat onun bu katı ve feragatsiz tarafının yanında zekâ ile süslenip incelmiş bir yanı daha vardı.

Bir piyano sesinden koca bir manzume çıkarırdı. Hem gerçekten güzel bir manzume. Tuşların üstünde kâh kanatlanmış gibi hızla, kâh yaralanmış gibi sendeleye sendeleye seken ince parmakların dolaştığı his âlemini mısralara döker. Havada gittikçe alçalan iniltilerin sönüşünü de:

Musikî-i sükûtu okşayacak

Bir enîn-i hafi kalır ancak.

beytiyle anlatır.

Cenab, evrak sözlerinde bir tılsım, bir büyü sezmiş gibi şiirlerini Evrâk-ı Leyâl, nesirelerini de Evrâk-ı Eyyâm’da toplamayı düşünmüştü. Çocukların adları doğduktan sonra konur. 0, doğmadan önce bu isimleri sıralamıştı.

Nesir ve nazmın bir şahsiyette belirişi bizde bir hayli eskidir. Divan şairlerinin bile Münşeat’ları vardı. Fakat nesrin nazımda aynı derecede hâkimiyetini biz Hâmid’den evvelkilerde pek göremeyiz.

Cenab ikisinin de üstâdı oldu. Hattâ nesri nazmından üstündür. “Eytam-ı Şühedaya” parçası Tarık'taki meşhur tiradla birlikte yıllarca nesrimizin en güzel örnekleri diye övüldü durdu. Hac Yolunda o zamanın en parlak ve renkli eseri sayıldı. Fakat galiba çölün kum birikintilerinden ve bembeyaz keskin bir ışık âleminden bahsettiği, satırlarına bunları sindirdiği için olacak, bu eser gözle beraber zihni de kamaştırıyordu. Avrupa Mektupları'nda bu fazla süs, bu çok düzgünlü poz yok. O eski çiy parlaklığın tatlı bir matlıkla daha cana yakın bir sadeliğe kavuştuğunu görüyoruz.

Cenab, Meşrutiyetken sonra memlekete musahabeciliği sokan ilk adamdır. Zaviye-i Felâsife, Türkçe durdukça, her zekâyı ârif tebessümle besleyecek. Sanatkârın başka hiçbir yazısı olmasaydı da, yalnız bunlar onun şahsiyetindeki kuvveti göstermeye yeterdi.

Kendisinin ileri bir adam olduğuna şüphe yok. Fakat lisanda istiklâle gidişin bayraktarlarına ilk hücumu o yaptı. Arap ve Acem saltanatını Türklük için tabiî bir hal buluyor ve bu yabancı boyunduruktan tiksinmiyordu.

Uzun tahlillere burada yer yok. Ama bu ruh tezahürüne mim koyunuz. Çünkü biraz sonra aynı Cenab’ın Türk’ün medeni istiklâline de inanmadığını göreceksiniz. Bizim yeryüzünde ayrı bir çığır açmadığımızı, asırları ayakta karşılayan eserler meydana getiremediğimizi, mezhep ve tarikatler kuramadığımızı söylemekten çekinmemişti.

Darülfünun gençliğinin ona karşı küskünlüğü bu yüzden, ordunun kırılışı da “Elveda Yaldızlar ve Mahmuzlar” makalesinden ötürüdür. Yerlere serilmiş bir imparatorluk ve yüz binlerce şehit huzurunda bu makale nasıl yazılırdı?

Paris'e göç edişi, vatandaşların sevgisini kaybetmenin bir neticesiydi. Oraya yerleşti. Fakat duramadı. Tekrar gelerek Bakırköyü’ndeki evine çekildi. İlkin sessiz yaşadı. Sonra Cumhuriyette makaleleri çıkmaya başladı. Bu yazılar içine sinen bazı fikirler, hele hece veznine sataşması çektiği vatan hasretinin de onu değiştirmediğini gösterir. Bence Cenab memleketin sanat tarihindeki yerini, gönüllerden değil, zihinlerden almıştır. Şarkın Müse’si olmak isteyenin son nasibi işte bu!

 HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

 


VİYANA-CENAP ŞAHABETTİN MEKTUBU

Viyana'da nezaket, falan falan sınıflara mahsus değil, fakat geneldir: Tramvay biletçisi, arabacısı, garson, herkeste terbiye eseri görürsünüz. Asık bir surat ile sert bir muameleye burada hedef olmuş bir kimse görmedim ve hatta işitmedim. Şehrin neresinde gezerseniz geziniz, etrafınızdaki yüzlerde gülümsemenin eksik olmaması sanki bir genel kuraldır.

Sokaktan geçenler birbirine bir dost gibi bakar ve dost gibi davranır: Mesela paltonuzun yakası içeri bükülmüş ya da potinlerinizin bağı çözülmüş, siz farkındadeğilsiniz: derhâl yanınıza birisi sokulur ve büyük bir nezaketle sizi selamladıktansonra kıyafetinizdeki kusuru kulağınıza fısıldar. Viyana'da tanımadığınız biri size bir şey söyledi mi emin olabilirsiniz ki iyiliğinize bir hatırlatma yapıyor, ne dediğini anlamasanız bile hemen teşekkür ediniz.

Halk yalnız kişilere karşı değil, eşyaya karşı da nazik ve terbiyelidir: Özellikle sokakların temizliğine herkes koruma arzusuyla bakar.

Avrupa'nın büyük caddelerinde gezinmek benim de pek hoşuma gider. Oralarda insan hava solurken fikri aydınlanıyor. Paradan ve emekten ve her şeyden çok zekâ harcanıyor. Büyük bir bulvardan geçerken, hiç bir dershaneye girmeksizin pek çok ders alırsınız. Merkezden çevreye doğru gizli bir fikir ve duygu akımı vardır; gözler ve eşya, hatta gözlerle gözler arasında karşılıklı zekâ alışverişi kesilmez. Kalabalık içinde ruhunuzun bir insanlık banyosu aldığını duyarsınız; size öyle gelir ki her göz ve her manzara biraz pürüzlerinizi törpülüyor... Bundan başka, inanıyorum ki bir memleketin zevk ölçüsü büyük caddesidir: Mesela Tünel'den Taksim'e kadar iki tarafını süzerek geçen bir adam eğer benden daha dikkatsiz değilse bizim gizli zevklerimizi kavramış olur.

Viyana'da bulunduğum sürece ayaklarım sık sık Kertenstrasse'ye giderdi. Bu cadde şehrin süs ve zekâ sergisidir: Gördüğünüz her şeyi Viyanalıların bir dimağ belgesi olarak düşünebilirsiniz; en küçük ve en değersiz şeye bile düşünülmeksizin bir şekil ve yer ayrılmaz... Kertenstrasse’de biraz kenarı gölgelenmiş bir yakalık, göğsü biraz buruşuk bir gömlek, diyebilirim ki göremezsiniz. Bütün dış görünüş. çamaşırcıların çalışması ve terzilerin gayreti sayesinde birer kuyumcu camekânı gibi ışıldar. İnsan elbisesinin değerini özellikle buralarda öğreniyor. Medeniyet her şeyden önce dışını parlak tutmayı emretmiştir: Yaya kaldırımından daha kirli bir kalp taşıyabilirsiniz, yeter ki gömleğiniz kimsenin ayıplamayacağı biçimde bir temizlikle parlasın. Oooh, şu kolayı ve ütüyü bulan dâhi, medeniyet dünyasına ne büyük lütfetmiş! Kertenstrasse'de herkesin istinasını gıcıklayan camekânlar birbirini takip eder: İşte bir çiçekçi camekân yanında bir kumaşçı camekan. ve iki manzara birbirine o kadar benziyor ki çiçekler nerede bitiyor, kumaşlar nerede başlıyor, pek kolaylıkla kestirilemez: işte çakır göz kadar firuzeler, göztaşı gibi pırlantalar, kan damlası renginde yakutlar ve pek derin denizleri hatırlatan zümrütlerle dolu kuyumcu camekânları.

Viyana'nın büyük caddelerinde rastgeleceğiniz kadınlar ve erkekler size sık sık muhterem şairemiz Nigâr Hanımefendi'nin sözlerini hatırlatır: Yarabbi, bu şehirde hiç mi çirkin yok? Hele kadınlar, hemen hepsi seher gibi pembe ve masumluk kadar beyazdır; eyvah ki, bilirkişilerin söylediğine göre o pembelikle beyazlık birleşince hemen daima bulaşıcı bir hastalık oluyormuş!

CENAP ŞAHABETTİN
Avrupa Mektupları


- CENAP ŞAHABETTİN -YUSUF ZİYA ORTAÇ

Cenap Şahabettin’i önce Servet-i Fünun sayfalarında mısra mısra tanıdım, mısra mısra sevdim. O, Edebiyat-ı Cedide Mektebinde, Fikret ve Halit Ziya olmıyan tek adamdı.

Bugün, hayallerine, teşbihlerine biraz gülümsediğimiz «Elhân-ı şita» manzumesi Türk şiirinin o güne kadar duymadığı bir musikidir:

Ey uçarken düşüp ölen kelebek,
Bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek!

Bu iki mısra, uçarken düşüp ölen kelebek, bu meleklerin kanadlarından dökülen beyaz tüy nedir, biliyor musunuz?... Kar!.

Sonra, elimize bir başka hazine geçti: Yakazât-ı leyliyye... Cenap:

Tâ uzaklarda işte bir piyano,
Taze parmakların temasiyle
İnliyor bir hazan havâsiyle...
Dinle ey yârim işte ağlayan o!

Mısralariyle bir hayal tablosu çiziyordu. Türk şiirine, o güne kadar ney, tanbur, hattâ Fikret’in kalemiyle ut girmişti ama, piyano girmemişti. Cenap Şahabettin’in kaleminde bu kelime bir kafiye olmuştu. Hem de «ağlayan o» ile yepyeni bir kafiye:

«............................................. piyano,
«.......... .......................... ağlayan o!»

Cenap’ın kendi sanat çağını aşan bu harikulâde şiirinde şu mısralar da vardır:

Tellerin lâhn-i inkisariyle
Hangi metrûke böyle eğleniyor?
Hangi matem bu sesle söyleniyor?

Türk şiirinde bu, yeni bir duygu, yeni bir tad, yeni bir söyleyişti. Cenap, Tevfik Fikret’le beraber, ama ondan ayrı bir yenidir. Halit Ziya ile beraber, ama yine ondan ayrı bir başkadır.

Bir kadından geçince diğerine
Zannederdim ki aşkı bulmuştum!
Usanıp buseden, kadın yerine
Maraz-ı aşka âşık olmuştum!

Bu dört mısradaki ayrı lezzeti bütün Türk edebiyatında bulamayız.

Benim ağzım senin, seninki benim,
Çifte buseyle yek dehan olduk!
diyor Cenap. Bu iki mısradaki şehvet de başka şairimizde yoktur. Çapkın Nedim’de bile!

Bu karanlıkta sevgilim, ikimiz,
Bir siyah gözde çifte yaş gibiyiz!

Yahya Kemal, Cenap’ın bu teşbihi ile alay ederdi.

Haksızdı alayında. Şiir, mutlaka ve yalnız bir gönül coşkunluğu mudur? Biraz resim, biraz musiki ve biraz da hünerdir elbet.

Cenap Sahabettin'i Birinci Dünya Savaşı'nın ilk günlerinde ilk defa İçtihat Evinde gördüm ve görür görmez tanıdım: Yandan ayrık, tek tük gümüş pırıltılı saçlan, biraz etli, biraz akçıl yüzü, kısamsı boyu ve ışıl ışıl siyah gözleriyle çoktandır içimde yaşayan adamdı O.

Koyu, duman rengi bir elbise, fantezi bir yelek giymişti. Az şık, çok süslüydü.

Biliyorsunuz elbet: Cenap, doktordu. Fransızcayı, Fransız kadar, hayır, Fransız şairi kadar biliyordu. Çok okuyan adamdı: Felsefe kitabı, fal kitabı, ahçı kitabı... Belki de bundan, bilgi şımarığı idi biraz!

Cenap’a hayrân olmamak imkânsızdı. Ama, sevmek de imkânsız. Zekâsını, kültürünü, sizi aydınlatmak için değil, cehaletinizi, ahmaklığınızı göstermek için kullanırdı: Kendinizden utanır, ona da düşman olurdunuz!

Cenap Şahabettin, bilgi ve zekâsına güvenmenin iki kere cezasını çekti:

Birinci Dünya Harbinde, Süleyman Nazif ile beraber, Cemal Paşanın karargâhında misafir olmuştular. Suriye İmparatoru, edebiyatımızın bu iki üstadını, İstanbul’a yoksulluk yıllarını rahat geçirtecek bir armağanla uğurlamıştı. Ama çok zekî ve çok bilgili Cenap, bu küçük serveti galiba bir borsa oyununda sıfıra indiriverdi!

İkincisi, Kurtuluş Savaşına karşıdır: İnanmadı!

Ama onu, hiç kimse suçlandıramaz. Atatürk, bir gün Falih Rıfkı Atay’a söylemiş:

— Oğlum, inanmıyanları ayıplamayın sakın... Sahiden inanan kaç kişi vardı ki?.. Gün oldu, ben bile içimden sarsıldım!

Cenap Şahabettin’le bir de kavgamız vardır: Biz, İstanbul türkçesini heceleyen gençlerdik. O şöhretin tacını giymiş, tahtına oturmuş bir hükümdardı. Ne oldu, neye kızdı, saltanatını mı tehlikede gördü, nedir bilmem?.. O meşhur edasiyle başladı bizimle alaya... Ben, bir cevap yazdım, o bir cevap yazdı. Ben bir cevap yazdım, o... Cevap yazmadı, ağzını bozdu!

O zaman, galiba ben de terbiyeyi, saygıyı, hattâ gönlümü dolduran hayranlığı bir yana atıp bayraklarımı açtım. Hiç unutmam, yazımın sonu şu fıkra ile bitiyordu:

«Adamın biri doktora gitmiş:

— Doktor, demiş, uykum azaldı, ancak dört, beş saat uyuyor, gün ışırken gözlerimi açıyorum.

Doktor, gülümsemiş:

— Merak edecek bir şey değil efendim, yaş arttıkça uyku azalır...

— Sonra doktorcuğum, demiş, dizlerim, ellerim titriyor... Yürüyüşüm, hattâ yazım değişti...

Doktor yine gülümsemiş:

— Hiç endişe etmeyiniz. Bunlar hastalık değildir, ihtiyarlığın tabiî neticeleri...

Adam biraz sinirli, devam etmiş:

— Sonra doktorcuğum, görme kudretim, işitme kabiliyetim de azaldı...

Doktor, hastayı muhabbetle okşamış:

— Katiyen üzülmeyiniz beyfendi, bunlar da hastalık sayılmaz, sadece ihtiyarlık!...

Bu sefer, adam, zaptedilmez bir öfkeyle bağırarak doğrulmuş:

— Terbiyesiz!... Sen, ihtiyarlıktan başka lâkırdı bilmez misin?..

Ama doktor, yine dudaklarında o sâkin gülümseyiş:

— Vallahi bey baba, demiş, sizin şu hiddetiniz yok mu?... O bile ihtiyarlıktan!

Muhterem üstad, sizin öfkelerinizin, hakaretlerinizin, küfürlerinizin de tek sebebi bu: ihtiyarlık! Fikirlerinizle, sanatınızla, hattâ nüfus tezkerenizle ihtiyarladınız!.,.»

Aradan, dargın yıllar geçti. Bir gün, o zaman adı Darülbedayi olan Şehir Tiyatrosunda, müdürlük odasında karşılaştık, kendisini büyük bir hürmetle selâmladım. Meğer üstadın öfkesi hâlâ üstündeymiş:

— İstemeeem!... diye avaz avaz bağırarak koltuğa yığılıverdi. Zavallı Cenap, sahiden ihtiyarlamıştı artık!

Ama Akbaba’yı çıkardıktan kısa bir zaman sonra, Mithat Cemal Kuntay'ın sofrasında karşılaşınca, şaşılacak kadar tatlı, sevimli, nâzik, eli elimi kucakladı.

Bir aralık tansiyonu çok yükselmiş diye duymuştuk. Büyük bir lügat hazırlıyordu. Âkil Muhtar çalışmıyacaksın, yorulmıyacaksın demişti. Ama doktor Cenap Şahabettin doktor Âkil Muhtar’ı dinlememişti. Dinleyemezdi de.

Yaşamak, çalışmaktı onun için: İlkokulu, Tophanedeki Fevziye mektebini birincilikle bitiren o değil miydi? Ortaokulu, Gülhane Askerî Rüşdiyesini birincilikle bitiren o değil miydi? Tıp Fakültesini, Tıbbıyei Şahaneyi birincilikle bitiren doktor yüzbaşı Cenap Şahabettin o değil miydi? Sonra Haydarpaşa hastanesinde çalışırken, nice zekâların katıldığı Avrupaya gidiş imtihanını yine birincilikle kazanan o değil miydi?

Ya Paris’teki hayatı?... Bu, kendi kendisini geçen bir yarıştı: Verlaine’i Malarme’yi orada bütün özile tadmıştı. Charl Geren’le tanışıklıkları zekâ ve kültür dostluğuydu onların.

Bu şüphelerle dolu ruh, ölümden korkmuyordu. Ama yok olmaktan?... Ürperiyordu.

«Beni korkutan, ölmekten sonra Cehenneme gitmek değil, hiç bir yere gitmemektir.» diyordu Cenap.

Bütün yaşdaşlarımın ezberinde onun şu yalvarışı vardır:

Düşüp üstünde ağlamak dilerim,
Söyle en Tanrı dizlerin nerede?...

«Karlar» şairinin öldüğünü, yolların kapandığı büyük bir kış sabahında duyduk.

Bakırköyündeki evinden cenazesini küçük bir dost ve komşu kalabalığı kaldırdı.

Dönüşte, Zeytinburnu açıklarında kara saplandık. Etrafımız, bembeyaz bir boşluktu. Arabadan başını uzatan Faruk Nafiz'in şapkası, bir anda tipi içinde kayboluverdi. Mithal Cemal, soğuktan değil, korkudan ölecekti neredeyse!... Hepimize ayrı ayrı soruyordu:

— Kaç para var yanında?...

— Beş, on, yüz. Ne yapacaksın parayı Mithat Cemal?... Yüzümüze merhametli gözlerle bakıyor, gayet ciddî:

— Para, her yerde, her zaman kuvvettir, diyordu.

Dediği doğru çıktı galiba, şoförü gayrete getirdik ve göze görünmiyecek kadar uzaktaki kışladan bir manga asker geldi ikişer ikişer kollarımıza girdiler, önümüzde,, arkamızda iki sıra dizildiler, bir bando mızıkamız eksik, âdeta zafer töreni ile kışlaya geldik!

Büyük üstadımızın zarif, ince ve alaycı ruhu, mutlaka, o kışta kıyamette cenazesine gelen bizlere, bulutların arasından hayli gülmüştür!

YUSUF ZİYA ORTAÇ
Portreler, S. 23-28

SON EKLENENLER

Üye Girişi