Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

- CENAP ŞAHABETTİN -YUSUF ZİYA ORTAÇ

Cenap Şahabettin’i önce Servet-i Fünun sayfalarında mısra mısra tanıdım, mısra mısra sevdim. O, Edebiyat-ı Cedide Mektebinde, Fikret ve Halit Ziya olmıyan tek adamdı.

Bugün, hayallerine, teşbihlerine biraz gülümsediğimiz «Elhân-ı şita» manzumesi Türk şiirinin o güne kadar duymadığı bir musikidir:

Ey uçarken düşüp ölen kelebek,
Bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek!

Bu iki mısra, uçarken düşüp ölen kelebek, bu meleklerin kanadlarından dökülen beyaz tüy nedir, biliyor musunuz?... Kar!.

Sonra, elimize bir başka hazine geçti: Yakazât-ı leyliyye... Cenap:

Tâ uzaklarda işte bir piyano,
Taze parmakların temasiyle
İnliyor bir hazan havâsiyle...
Dinle ey yârim işte ağlayan o!

Mısralariyle bir hayal tablosu çiziyordu. Türk şiirine, o güne kadar ney, tanbur, hattâ Fikret’in kalemiyle ut girmişti ama, piyano girmemişti. Cenap Şahabettin’in kaleminde bu kelime bir kafiye olmuştu. Hem de «ağlayan o» ile yepyeni bir kafiye:

«............................................. piyano,
«.......... .......................... ağlayan o!»

Cenap’ın kendi sanat çağını aşan bu harikulâde şiirinde şu mısralar da vardır:

Tellerin lâhn-i inkisariyle
Hangi metrûke böyle eğleniyor?
Hangi matem bu sesle söyleniyor?

Türk şiirinde bu, yeni bir duygu, yeni bir tad, yeni bir söyleyişti. Cenap, Tevfik Fikret’le beraber, ama ondan ayrı bir yenidir. Halit Ziya ile beraber, ama yine ondan ayrı bir başkadır.

Bir kadından geçince diğerine
Zannederdim ki aşkı bulmuştum!
Usanıp buseden, kadın yerine
Maraz-ı aşka âşık olmuştum!

Bu dört mısradaki ayrı lezzeti bütün Türk edebiyatında bulamayız.

Benim ağzım senin, seninki benim,
Çifte buseyle yek dehan olduk!
diyor Cenap. Bu iki mısradaki şehvet de başka şairimizde yoktur. Çapkın Nedim’de bile!

Bu karanlıkta sevgilim, ikimiz,
Bir siyah gözde çifte yaş gibiyiz!

Yahya Kemal, Cenap’ın bu teşbihi ile alay ederdi.

Haksızdı alayında. Şiir, mutlaka ve yalnız bir gönül coşkunluğu mudur? Biraz resim, biraz musiki ve biraz da hünerdir elbet.

Cenap Sahabettin'i Birinci Dünya Savaşı'nın ilk günlerinde ilk defa İçtihat Evinde gördüm ve görür görmez tanıdım: Yandan ayrık, tek tük gümüş pırıltılı saçlan, biraz etli, biraz akçıl yüzü, kısamsı boyu ve ışıl ışıl siyah gözleriyle çoktandır içimde yaşayan adamdı O.

Koyu, duman rengi bir elbise, fantezi bir yelek giymişti. Az şık, çok süslüydü.

Biliyorsunuz elbet: Cenap, doktordu. Fransızcayı, Fransız kadar, hayır, Fransız şairi kadar biliyordu. Çok okuyan adamdı: Felsefe kitabı, fal kitabı, ahçı kitabı... Belki de bundan, bilgi şımarığı idi biraz!

Cenap’a hayrân olmamak imkânsızdı. Ama, sevmek de imkânsız. Zekâsını, kültürünü, sizi aydınlatmak için değil, cehaletinizi, ahmaklığınızı göstermek için kullanırdı: Kendinizden utanır, ona da düşman olurdunuz!

Cenap Şahabettin, bilgi ve zekâsına güvenmenin iki kere cezasını çekti:

Birinci Dünya Harbinde, Süleyman Nazif ile beraber, Cemal Paşanın karargâhında misafir olmuştular. Suriye İmparatoru, edebiyatımızın bu iki üstadını, İstanbul’a yoksulluk yıllarını rahat geçirtecek bir armağanla uğurlamıştı. Ama çok zekî ve çok bilgili Cenap, bu küçük serveti galiba bir borsa oyununda sıfıra indiriverdi!

İkincisi, Kurtuluş Savaşına karşıdır: İnanmadı!

Ama onu, hiç kimse suçlandıramaz. Atatürk, bir gün Falih Rıfkı Atay’a söylemiş:

— Oğlum, inanmıyanları ayıplamayın sakın... Sahiden inanan kaç kişi vardı ki?.. Gün oldu, ben bile içimden sarsıldım!

Cenap Şahabettin’le bir de kavgamız vardır: Biz, İstanbul türkçesini heceleyen gençlerdik. O şöhretin tacını giymiş, tahtına oturmuş bir hükümdardı. Ne oldu, neye kızdı, saltanatını mı tehlikede gördü, nedir bilmem?.. O meşhur edasiyle başladı bizimle alaya... Ben, bir cevap yazdım, o bir cevap yazdı. Ben bir cevap yazdım, o... Cevap yazmadı, ağzını bozdu!

O zaman, galiba ben de terbiyeyi, saygıyı, hattâ gönlümü dolduran hayranlığı bir yana atıp bayraklarımı açtım. Hiç unutmam, yazımın sonu şu fıkra ile bitiyordu:

«Adamın biri doktora gitmiş:

— Doktor, demiş, uykum azaldı, ancak dört, beş saat uyuyor, gün ışırken gözlerimi açıyorum.

Doktor, gülümsemiş:

— Merak edecek bir şey değil efendim, yaş arttıkça uyku azalır...

— Sonra doktorcuğum, demiş, dizlerim, ellerim titriyor... Yürüyüşüm, hattâ yazım değişti...

Doktor yine gülümsemiş:

— Hiç endişe etmeyiniz. Bunlar hastalık değildir, ihtiyarlığın tabiî neticeleri...

Adam biraz sinirli, devam etmiş:

— Sonra doktorcuğum, görme kudretim, işitme kabiliyetim de azaldı...

Doktor, hastayı muhabbetle okşamış:

— Katiyen üzülmeyiniz beyfendi, bunlar da hastalık sayılmaz, sadece ihtiyarlık!...

Bu sefer, adam, zaptedilmez bir öfkeyle bağırarak doğrulmuş:

— Terbiyesiz!... Sen, ihtiyarlıktan başka lâkırdı bilmez misin?..

Ama doktor, yine dudaklarında o sâkin gülümseyiş:

— Vallahi bey baba, demiş, sizin şu hiddetiniz yok mu?... O bile ihtiyarlıktan!

Muhterem üstad, sizin öfkelerinizin, hakaretlerinizin, küfürlerinizin de tek sebebi bu: ihtiyarlık! Fikirlerinizle, sanatınızla, hattâ nüfus tezkerenizle ihtiyarladınız!.,.»

Aradan, dargın yıllar geçti. Bir gün, o zaman adı Darülbedayi olan Şehir Tiyatrosunda, müdürlük odasında karşılaştık, kendisini büyük bir hürmetle selâmladım. Meğer üstadın öfkesi hâlâ üstündeymiş:

— İstemeeem!... diye avaz avaz bağırarak koltuğa yığılıverdi. Zavallı Cenap, sahiden ihtiyarlamıştı artık!

Ama Akbaba’yı çıkardıktan kısa bir zaman sonra, Mithat Cemal Kuntay'ın sofrasında karşılaşınca, şaşılacak kadar tatlı, sevimli, nâzik, eli elimi kucakladı.

Bir aralık tansiyonu çok yükselmiş diye duymuştuk. Büyük bir lügat hazırlıyordu. Âkil Muhtar çalışmıyacaksın, yorulmıyacaksın demişti. Ama doktor Cenap Şahabettin doktor Âkil Muhtar’ı dinlememişti. Dinleyemezdi de.

Yaşamak, çalışmaktı onun için: İlkokulu, Tophanedeki Fevziye mektebini birincilikle bitiren o değil miydi? Ortaokulu, Gülhane Askerî Rüşdiyesini birincilikle bitiren o değil miydi? Tıp Fakültesini, Tıbbıyei Şahaneyi birincilikle bitiren doktor yüzbaşı Cenap Şahabettin o değil miydi? Sonra Haydarpaşa hastanesinde çalışırken, nice zekâların katıldığı Avrupaya gidiş imtihanını yine birincilikle kazanan o değil miydi?

Ya Paris’teki hayatı?... Bu, kendi kendisini geçen bir yarıştı: Verlaine’i Malarme’yi orada bütün özile tadmıştı. Charl Geren’le tanışıklıkları zekâ ve kültür dostluğuydu onların.

Bu şüphelerle dolu ruh, ölümden korkmuyordu. Ama yok olmaktan?... Ürperiyordu.

«Beni korkutan, ölmekten sonra Cehenneme gitmek değil, hiç bir yere gitmemektir.» diyordu Cenap.

Bütün yaşdaşlarımın ezberinde onun şu yalvarışı vardır:

Düşüp üstünde ağlamak dilerim,
Söyle en Tanrı dizlerin nerede?...

«Karlar» şairinin öldüğünü, yolların kapandığı büyük bir kış sabahında duyduk.

Bakırköyündeki evinden cenazesini küçük bir dost ve komşu kalabalığı kaldırdı.

Dönüşte, Zeytinburnu açıklarında kara saplandık. Etrafımız, bembeyaz bir boşluktu. Arabadan başını uzatan Faruk Nafiz'in şapkası, bir anda tipi içinde kayboluverdi. Mithal Cemal, soğuktan değil, korkudan ölecekti neredeyse!... Hepimize ayrı ayrı soruyordu:

— Kaç para var yanında?...

— Beş, on, yüz. Ne yapacaksın parayı Mithat Cemal?... Yüzümüze merhametli gözlerle bakıyor, gayet ciddî:

— Para, her yerde, her zaman kuvvettir, diyordu.

Dediği doğru çıktı galiba, şoförü gayrete getirdik ve göze görünmiyecek kadar uzaktaki kışladan bir manga asker geldi ikişer ikişer kollarımıza girdiler, önümüzde,, arkamızda iki sıra dizildiler, bir bando mızıkamız eksik, âdeta zafer töreni ile kışlaya geldik!

Büyük üstadımızın zarif, ince ve alaycı ruhu, mutlaka, o kışta kıyamette cenazesine gelen bizlere, bulutların arasından hayli gülmüştür!

YUSUF ZİYA ORTAÇ
Portreler, S. 23-28

SON EKLENENLER

Üye Girişi