HALİDE EDİP ADIVAR KİMDİR?
Halide Edib Adıvar (1882-1964), eserlerinde 20. yüzyılın başındaki Türk toplumunu
kadın ve medeniyet konuları etrafında ele alır. Toplumumuzun en önemli sorunu Doğu-Batı veya eski-yeni çatışmasıdır.
Sinekti Bakkal, Sonsuz Panayır ve Tatarcık romanlarında karşımıza çıkan bu çatışmada sürekli bir sentezden yana tavır koymaktadır. Ne Batıyı, ne de Doğuyu kendi başına yeterli bulmaktadır. Doğu-Batı çatışması karşısındaki tavrı için İnci Enginün şu tespiti yapmaktadır:
"Bütünüyle ne doğu kötü, ne de batı iyidir. Her iki dünyada da bütün zaman içinde aranan müsbet kıymetler vardır ve bunlar zannedildiği gibi birbirine düşman da değildirler. Doğu kendi eksikliklerini tamamlamak için batıya, batı kendi noksanlıklarını kapatmak için doğuya gitmeli, birbirini öldürmeden bir terkip kurabilmelidirler. Mazide Osmanlı İmparatorluğu bu terkibin ideal örneğiydi. Gelecekte de Türkiye ve Hindistan'ın bu terkibi yapmaları beklenir." (1978:476)
Halide Edib, özellikle ilk romanlarında kadının Osmanlı toplumu içerisindeki yerini belirlemeye çalışır. Kurtuluş Savaşı yıllarında ise toplumsal bir görev yüklenerek insanlarımızı kurtuluş mücadelesi'ni desteklemeye çağırır, savaş yıllarının çeşitli problemlerini dile getirir.
Halide Edip Adıvar'ın romanlarındaki temel konulardan biri de kadındır. Yazar, kadını toplumun temeli olarak görmektedir. Bu nedenle de, özellikle toplumsal yönü ağır basan romanlarında kadının rolünü artırmaktadır. İlk romanlarında aşkın bir parçası olarak karşımıza çıkan kadın, özellikle 1930 sonrası romanlarında toplumla ilişkisi bakımından ele alınmaktadır. Halide Edib'in aradığı kadın tipi, tıpkı Doğu-Batı çatışması karşısında takındığı tavır gibidir. Ona göre ideal kadın "doğulu kadının şefkat ve sevgisi ile batılı kadının kendine güvenini bir araya getirerek toplumsal hayatta kimliğini kaybetmeden yerini al"andır. (Bekiroğlu 1999: 64).
Halk ve halk kültürü konusu da Halide Edip"in romanlarının vazgeçilmez konulan arasındadır. Yazar, halka yönelmeyi ve halk kültüründen yararlanmayı yüksek zümreye de önerir bir tarzda karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan başka din konusunun da, toplumsal etkisi bakımından ele alınıp irdelendiğini görmekteyiz.
Ateşten Gömlek (1932), Kurtuluş Savaşı'nın destanı niteliğindedir. İzmir'in işgalinden sonra İstanbul’a gelen Ayşe ve İzmir uğruna mücadele için onun çevresinde kenetlenen gençlerin heyecanları ve etkinlikleri hikâyeleştirilmiştir. Halide Edib, Milli Mücadele'nin doğuşunu ve kurtuluşu sembol niteliğindeki Ayşe'nin yaşadıkları çevresinde anlatmaktadır.
Vatansever bir kadının yaşadıkları çevresinde kurtuluş mücadelesini anlatma Vurun Kahpeye'de (1926), Aliye çevresinde gelişir. Bir Batı Anadolu kasabasına öğretmen gönderilen Aliye, bir taraftan Milli Mücadele'yi temsil eden Tosun Beyle nişanlanır diğer taraftan Yunan ordusuyla işbirliği yapan Hacı Fettah ve Hüseyin ile mücadele eder. Aliye'nin linç edilmesiyle sona eren romanda, tıpkı Yo ban'da olduğu gibi Kurtuluş Savaşı'nın hangi zor şartlarda başlatıldığını sezdirme düşüncesi bulunmaktadır.
Halide Edib, Kalb Ağrısı (1924) ve devamı Zeyno'nun Oğlu (1928) romanlarında, dikkatini Milli Mücadeleden kadınların duygu dünyasına çevirir. Zeyno'nun aşk acısıyla başlayıp evliliğe ve Diyarbakır'a kadar giden serüvenini dile getiren bu romanlarda; duygusal dram ile kadının toplum içerisindeki yeri birlikte irdelenmiştir.
Sinekli Bakkal (1936) 1935'te The Clown and His Daughter (Soytarı ve Kızı) adıyla Londra'da İngilizce, bir yıl sonra da Sinekli Bakkal adıyla Türkçe yayımlanır. (Enginün 2002: 254)- 1942 yılında CHP roman yarışmasında birinci olur. Sinekli Bakkal, tıpkı Yakup Kadri'nin Hep O Şarkısı gibi, yazarın hayatıyla karşılaştırdığımız zaman geçmiş dönemleri konu alan, geçmişin güzelliklerini yeniden gözlemleyen ve değerlendiren bir romandır. İnci Enginün bu tavrı, yaşanılan hayatta geçmişin değerlerine özlem duymak şeklinde yorumlamaktadır (2002: 254).
Romandaki vak'a II. Abdülhamit devrinde geçmektedir. Daha doğrusu 1908 öncesi dönemden toplumsal bir kesit konu edilmektedir. İstanbul'un aynı adı taşıyan bir mahallesinde yaşanan olayları konu almaktadır. Roman; Rabia, Rabia'nın babası Karagöz oyuncusu (Kız) Tevfik, Mevlevi dervişi Vehbi Dede, İtalyan piyanist Peregrini üzerine kurulmuştur. Bu kişilerin kendi aralarındaki ilişkiler, ele alman zamandaki şartlar ile birlikte romanı yönlendirmektedir. Bunlardan başka Cüce Rakım, Rabia'nın annesi Emine, Jön Türk Hilmi, tulumbacılar, bağnaz imam romanın diğer kişileri; sevilen bir sokağın insan kadrosu ve özellikleri romanın temelini oluşturmaktadır. Rabia, bu sokakta üç katlı bir evde doğar. Türlü acılar yaşamış olan Emine ve Kız Tevfik'in çocuğudur. Annesi aşırı dindardır, babası ise hayatı bir oyun sahnesinden ibaret sanmaktadır. Rabia, çocukluk dönemini çeşitli yasaklarla geçirir. Bir müddet sonra Zaptiye Nazırı Selim Paşa'nın karısı Saliha Hanım, Rabia'nın sesinin güzelliğini fark eder. Bundan sonra Rabia'nın hayatına iki insan girer: Doğu mistisizmini temsil eden Vehbi Dede ve batı düşüncesini temsil eden Peregrini. Rabia'da Vehbi Dede ile birlikte katı din düşüncesinin yerini hoşgörü almaya başlar. Ancak Halide Edib'in Rabia'dan beklediği Peregrini ile oluşturacağı sentezdir. Bu sentez de iki farklı düşüncenin de barınağı durumundaki Selim Paşa Konağında gerçekleşir. Bu arada hem Rabia'nın hem de Peregrini'nin kendi değerleri ve düşünce sistemlerinin dışına çıkarak birbirlerine yakınlaşmaları Doğu ve Batı düşüncesinin birleşmesi bakımından dikkate değer.
Romanın birinci dereceden kahramanı olan Rabia, manevi değerleri yücelten ve temsil eden kişi rolündedir. Kız Tevfik geleneksel tiyatro oyunculuğuna yaratıcılığı ekleyen, istemeden politikaya bulaşan ve Jön Türkleri ele vermemekteki fedakârlığıyla dikkati çeken bir kahramandır Sakıncalı, yasaklı ve sürgündür, İtalyan Peregrini, Batı akılcılığının temsilcisi durumundadır. Katı ve kuru akılcılıktan bıkmış ve kaçmıştır. Bunalımının çözümünü Doğu insanının temiz sevgisinde aramaktadır.
Halide Edib, Sinekli Bakkal romanında Doğu ile Batı arasındaki birleşimi Rabia ile Peregrini aşkı çevresinde irdelemektedir. Batıyı temsil eden Peregrini ile mistik Doğuyu temsil eden Rabia'mn evlendirilmesi de bu birleşimi bir bakıma sağlamaktadır.
Halide Edib, sokağı ve romanındaki bütün kişileri bu sentez amacı için kullanmaktadır. Ama bunda ne kadar başarılı olduğu tartışmalıdır:
"Aslında Halide Edip bu romanda Türk - İslâm değerlerinin yaşadığı, Batılılaşmanın bulaşmadığı bu sokağı idealize ederek, geleneklere bağlılığın getirdiği huzuru anlatmak istemiştir. Camii sadece şehrin siluetini süsleyen, yaşlıların ve güvercinlerin rahat nefes alabildiği, şadırvan ise ulvî sesleri anımsatan bir unsura; musiki ruhu coşturan tınılara, kandil geceleri, gökyüzünde birer yıldız gibi asılan mahyalara indirgendiğinde artık yeni bir sokaktan, yeni bir hayattan söz edilmelidir. Zaten, romandaki mekânlar ve bireyler hep bu amaca yöneliktir." (Sakar 2002, s.575).
Denilebilir ki Sinekli Bakkal romanında olaylar Halide Edib'in zihnindeki bir görüşü dile getirmek için tertiplenmiş ve doğulu kadın ile batılı erkek yazarın tezi gereği seviştirilip evlendirilmişlerdir. Birinci kısımda olay örgüsünün tabii gelişimi, farklı dünya görüşlerine sahip kişiler arasındaki çatışmadan doğan gerilim ve dramatik sahneler-, ikinci kısımda yerlerini, zorlama izlenimi veren bir ilişkiye ve saray çevresinin tanıtılmasına bırakmışlardır.
Selim İleri ise bu sentez düşüncesinin aksine Sinekli Bakkal'ın "gerçekte, Osmanlı İmparatorluğu'nda artık gücünü, egemenliğini yitirmiş doğu despotluğuna karşı batı emperyalizminin nasıl yerleştiğini, kendiliğinden simgele"diğini (1978: 58) söyler.
Halide Edib Adıvar'ın roman çizgisi içerisinde farklı bir yere sahip olan Yolpalas Cinayetinde (1987) zengin ve fakir kitle arasındaki uçuruma da dikkat çekilir. Zengin kitlenin fakir kitleyi nasıl sömürdüğü romana has kurgu içerisinde vurgulanır. Bu romanda polisiye ve dedektif roman türüne has bir yapının bulunduğunu da söyleyebiliriz.
Tatarcık'ta (1989) ise dağınık hayatlar, farklı yetişme tarzlarının bireyleri karşı karşıya getirilir. Sinekli Bakkal'da geçmişe olumsuz bakmayan, bazı değerlerini benimseyip bugüne taşıyan ve bunları Batı kültürüyle harmanlayabilmenin örneklerini sergileyen, Halide Edip Adıvar; bu romanın devamı mahiyetinde Tatarcık'ı yazmıştır, Cumhuriyet döneminin gençlerini yansıttığı romanında eski-yeni, aydın-halk, gelenek-modernizm çatışmalarını farklı roman kişileri çevresinde ele almaktadır.
Sonsuz Panayır'da. (1946) II. Dünya Savaşı yıllarının İstanbul'u konu alınır. "Klasik anlamda bir başkahraman ve vak'a taşımayan roman, tıpkı panayırlardaki gibi bir vahdet duygusundan yoksundur. Her kısmın kendine ait bir bütün olarak sergilendiği eserde sosyal hiciv güçlüdür. Sosyal anlamda biçimlenen mesajda, asalak tiplerin toplumdan temizlenmesi gerekliliği ile idealizmi kuvvetli olan ve bunu aksiyon sahasına taşıyabilen gençlerin varlık kıymeti vurgulanmıştır." (Bekiroğlu 1999: 78-79).
Halide Edib Adıvar'ın bundan sonra yayımlanan romanları, onun sanatına önemli katkı sağlayan eserler değildirler. Halide Edib Adıvar'ın Sonsuz Panayır'dan sonra yayımlanan romanları tefrika veya yayın yoluyla okuyucuyla ilk tanışma sırası şöyledir: Akile Hanım Sokağı (1957), Kerim Usta'nın Oğlu (1958), Sevda Sokağı Komedyası (1959), Çaresaz (1961), Hayat Parçaları (1963).
Kaynak: Yakup Çelik, Cumhuriyet Dönemi Roman, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Türk Edebiyat Tarihi, sayfa:215-275, cilt:4
HALİDE EDİB ADIVAR
Romancı (1884 - 9 Ocak 1964). İstanbul'da doğdu. Öğrenimini Üsküdar Amerikan Koleji'nde tamamladı. Dönemin tanınmış kişilerinden toplumbilim, felsefe, matematik dersleri alarak yetişti. Matematikçi Salih Zeki ile evlendi (1901). Eşinden ayrıldıktan sonra İstanbul Kız Lisesi ve öğretmen Okulu'nda tarih ve pedagoji öğretmenliği yaptı (1910). Türk Ocağı'na girdi (1911). I. Dünya Savaşı yıllarında Lübnan ve Şam'daki kız okulları genel müdürlüğü görevinde bulundu. Doktor Adnan Adıvar'la evlendi (1917). Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi, Mehmet Emin Yurdakul'la birlikte Türk Ocağı'nın «Hars ve ilim» kuruluna seçildi. Darülfünun'da batı edebiyatı dersleri verdi (1918). Bir süre de Amerikan Koleji'nde eğitim işleriyle uğraştı.
Mütarekede «Wilson Prensipleri Cemiyeti»nin kurucuları arasında yer almasına karşın, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi üzerine A.B.D. Cumhurbaşkanının ileri sürdüğü ilkelerin ulusal bağımsızlık kavramı ile bağdaşmadığını algılayarak, İstanbul'da düzenlenen protesto mitinglerine katıldı (Mayıs 1919). Konuşmalarında tam bağımsızlık ülküsünü savundu. Eşi Dr. Adnan'la birlikte Anadolu'ya geçerek (Mayıs 1920) Kurtuluş Savaşı'nda çeşitli görevler aldı. Cumhuriyetten sonra eşinin de kurucuları arasında bulunduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılması üzerine yurt dışına çıktı (1925). Uzun süre Fransa ve İngiltere’de yaşadı. Amerika'da Columbia Üniversitesi'nde (1931-32), Hindistan'da Delhi İslâm Üniversitesi'nde (1935) konuk profesör olarak çalıştı. Türkiye'ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümüne öğretim üyesi atandı (1940). İzmir’den milletvekili seçildi (1954). Politikadan çekildikten sonra yeniden Üniversitedeki görevine döndü (1954).
Halide Edip edebiyat dünyasına ilkin Tanin Gazetesi’nde Halide Salih imzası ile yayımladığı öykülerle girmişti. Sonra Şehbal, Büyük Mecmua, Musavver Muhit, Resimli Kitap dergilerinde yazdı. O da kimi çağdaşı yazarlar gibi Edebiyat-ı Cedide beğenisine uyarak «mensur şiir» türünde örnekler veriyor, öykülerinde genç kadın psikolojisine dayanan konuları işlemeye özen gösteriyordu. îlk öykülerini topladığı Harap Mâbetler (1910) ile ilk romanı Seviye Talip (1910) büyük ilgiyle karşılanmış, yazarın «Türkçe edebiyat lisanında birçok keşifler icad ettiği» (Yakup Kadri) «Türkçenin en güzel üslubuna ulaştığı» (Yahya Kemal) ileri sürülmüştü. Kurtuluş Savaşı yıllarına kadar Türk Yurdu, Yeni Mecmua, Dergâh dergilerinde çıkan yazılarının yanı sıra beş roman yayımlayarak dönemin verimli kalemleri araşma girdi. Ülke dışında bulunduğu yılların ürünü olan ve ilkin İngilizce yazılarak Londra'da «The Clown and His Daughter-Soytarının Kızı» adiyle yayımlanan Sinekli Bakkal romanı ile C.H.P. Roman Armağanını kazandı (1942).
Halide Edib'in Harap Mâbetler'de topladığı ilk öyküleri teknik açıdan erişkin düzeye ulaşamamış, kendini arama evresinde olan bir yazarın ürünleridir. Eşleri ile ruhsal ya da cinsel uyuşmazlık içindeki huzursuz kadınlar, üvey analar bu öykülerin başlıca kişileri olarak görünürler. Yazar romanlarında olduğu gibi bu öykülerde de genellikle kadın kişileri ve onların iç dünyasını yansıtmaya özen gösterir. I. Dünya Savaşı sonrasının ürünlerinden oluşan Dağa Çıkan Kurt (1922) kitabında toplanan ürünlerindeyse dönemin sorunlarından kaynaklanan konular önde gelir. Sözcük dünyası zenginleşmiş, kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini yansıtmada beceri kazanmıştır. Romanlarından Seviye Talip, Handan, Mey'ut Hüküm'de de kişiliğini kabul ettirmek isteyen kadının sorunlarına bağlı konular işlenir. Bu yapıtlarda sergilenen varlıklı ailelerin kız çocukları edebiyat, yabancı dil, müzik dersleri aldırılarak yetiştirilmişlerdir. Kadın olma aşamasında erkeklerin eski toplumsal gelenekleri sürdürme eğilimlerine karşı çıkarlar. Kimileri geleneklerle birlikte yasalara da başkaldırarak yüzyılların biriktirdiği bir hıncı yaşar gibidirler. Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye romanlarında Kurtuluş Savaşı ve karşıtlarıyla birlikte savaşa yandaş olan kişiler görünür. Sinekli Bakkal, bir dönem romanıdır. II. Abdülhamid'in baskı rejiminde düzeni korumak isteyen eski güçlerle, değiştirmek isteyen yeniler arasındaki çatışkıdan kaynaklanır.
YAPITLARI: öykü: Harap Mabetler (1911, 1924, sadeleştirilmiş 3. bas. 1967), Dağa Çıkan Kurt (1922 - 1945, 1963). — Romanları: Seviye Talip (1910, 3. bas. 1967), Raik'in Annesi (1910, 3. bas. 1967), Handan (1912, 9. bas. 1968), Yeni Turan (1912, 3. bas. 1967). Son Eseri (1912, 3. bas. 1944), Mev'ut Hüküm (1918- 1968), Ateşten Gömlek (1922, 8. bas. 1968). İki kez filme alındı: 1923-1949), Kalb Ağrısı (1924, 3. bas. 1962), Vurun Kahpeye (1926, 3. bas. 1962. İki kez filme alındı: 1949, 1955), Zeyno'nun Oğlu (1928, 1943), Sinekli Bakkal (1936, C.H.P. Roman Armağanı kazandı. 30. bas. 1972). Yolpalas Cinayeti (1937, 1957'de filme alındı), Tatarcık (1939, 6. bas. 1968), Sonsuz Panayır (1946, 4. bas. 1972), Döner Ayna (1954), Akile Hanım Sokağı (1958), Hayat Parçalan (1963). — Öteki Kitapları: Kenan Çobanlan (oyun 1918, 1968), Maske ve Ruh (1945, 1967), Türk'ün Ateşle İmtihanı (Kurtuluş Savaşı anıları, 1962), Mor Salkımlı Ev (çocukluk anıları, 1963, 1967).
KAYNAKLAR: Baha Dürder (Halide Edip, 1940), H. Uğurol Barlas (Halide Edip Adıvar, 1963), Hilmi Yücebaş (Bütün Cepheleriyle Halide Edip Adıvar, 1964), Dr. Fethi Erden (Türk Yurdu, Kasım 1964), Vahit Turhan, Haldun Taner, Türker Acaroğlu (Yeditepe, Şubat 1964), Vedat Günyol (Dile Gelseler, 1966), Muzaffer Uyguner (Halide Edip Adıvar, 1968), Nazan Güntürkün (Halide Edip'le Adım Adım, 1974), Behçet Necatigil (Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, 1971, 1979), Asım Bezirci-Refika Taner (Seçme Romanlar, 1973, 1980), Şükran Kur- dakul (Çağdaş Türk Edebiyatı Meşrutiyet Dönemi, 1976), İnci Enginün (Halide Edip Adıvar'ın Eserlerinde Doğu ve Batı Meselesi, 1978). Şükran KURDAKUL, (Şairler ve Yazarlar Sözlüğü)
-
HALİDE EDİB ADIVAR (TDV iSLAM ANS.) TIKLAYINIZ
HALİDE EDİP-EDEBİ PORTRELER
Uçları çırpınan bir ehram çarşafın siyah çerçevesi içinde olduğundan da solgun görünen bir yüz. Hüzünle bulutlu, derin bakan ve baktığı yeri gören gözler... İnce, kibar bir gülüş... Kuğu boynu gibi duygulu nazik hareketler. Çok manâlı bir ağız. İnsana ağırlık vermeyen bir vakar, tatlı bir ciddiyet.
Ben, Halide Hanım’ı, bundan yirmi beş sene evvel, işte bu hüviyet içinde tanıdım. Eserleriyle daha evvelden de aşinalığım vardı. Eğer aldanmıyorsam, Musavver Muhit isimli bir mecmuada Heyula'sini okumuştum. Sonradan bu eserim bastırmadığı için, ondan biz de bahsetmeyeceğiz.
Büyük romancımız, o vakitler, Türk Ocağı’nda galiba bir de vazife almıştı. Oradaki faaliyetinin ne olduğunu şimdi pek hatırlayamıyorum. Fakat bazı geceler, bize İngiliz edebiyatı hakkında çok faydalı dersler verdiğini hâlâ minnetle anıyorum.
Ocağın kardeşlik ve mefkûre yoldaşlığı ile ısınmış bir havası vardı. Herkes, bu havaya kendi ateşini katmaktan zevk duyar, bunu millî bir vazife bilirdi. Halide Edip de, rahatım, güzel ve alımlı köşesini, kitaplarını, yazılarını bırakarak oraya gelir, kafasında biriken bilgi ve tecrübeyi, ruhunun akümülatörlerinden geçirerek heyecanlı bir varlık haline kordu.
Ocaklılar arasında o, daha çok:
-Ana! diye anılır, bütün kıymetleri bu tek sözle anlatılmaya çalışılırdı.
Ocaktaki sessiz, nümayişsiz hizmeti gerçekten büyüktür.
Fakat bu emek, daha sonraları coşkun bir hal alarak, bize Türk’ün Jan Dark’ın tanıttı.
Kızı1 bayrakların siyaha büründüğü bir gün, Sultanahmet Camii’nin önünde onu siyah çarşafı ve solgun yüzüyle gördük. Gözlerinde yaş değil, alev vardı. Sesi lav gibi yakıyor, sözleri halkın üstüne erimiş kurşun damlaları gibi saçılıyordu.
- Evlâtlarım, kardeşlerim! der ve her eli silâh tutanı vatan müdafaasına çağırırken sesi nâzil oluyor gibiydi.
“Efenin Hikâyesindeki sakin fakat heybetli isyan, bir hikâyeden koca bir vatana sirayet ediyor, her gönülden bir efe yüreği, bir efe palası sıyrılıyordu.
Anadolu’daki İstiklâl Savaşı’na o da karıştı. Halide Onbaşı bu hamlenin yadigârıdır.
Halide Hanım, bir yandan siper siper, cephe cephe dolaşırken, bir yandan da Dağa Çıkan Kurt, Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek isimli eserleriyle mücadelenin edebiyatını yapıyor, daha doğrusu mücadeleyi edebiyata sokuyordu.
Bu saydığım kitaplar, edebiyat ve sanat bakımından olduğu kadar, istiklâl Mücadelesi’nin tarihi ruhu bakımından da çok ehemmiyetli durak yerleridir.
Zaferden sonra İstanbul’a döndü. Kendini yine edebiyata verdi. Hayatına karışan gurbet yıllarını da yine vatan için, Türklük için kullandığını söylerler. Başka türlü bir hareket, zaten ondan beklenmezdi. Yeryüzünde taşlanmamış hiçbir büyük yoktur. Yeryüzünde büyüklüğe tahammül edemeyen küçük ruhlu çağların, cüce ihtirasların da vakit vakit takvimlerde yer aldığı görülür. Marifet, bu imtihanı hoşça geçirmektir. Onun bu zor işi de başardığına inanıyorum. Eserlerine gelince:
Halide Edip, hiç şüphe yok ki edebiyatımızda başlı başına bir merhaledir. Onu parçalara bölmek ve ayrı ayrı tetebbu ederek neticeler çıkarmak, en doğru yol olur. Fakat bir portrenin dar çerçevesine sığdırılamaz. Onun için biz, eserlere şöyle bir dokunup geçeceğiz.
Yeni Turan çıktığı günler, biz, “Türkçülüğün istikbal tarihi yazılıyor!” demiştik. O zaman Kaya bir tane idi. Bugün onların hayli çoğaldıklarını görüyoruz.
Yarını hazırlamak, bir eser için en yüksek kudret şahidi ise, Halide Hanım bu şahitliği tarihin elinden almıştır.
Mev’ud Hüküm, Handan, Seviyye Talip hattâ Kalp Ağrısı ve Zeyno’nun Oğlu eserleri şiirle yüklüdür. Romanda çıplak hakikatlerin kupkuru teşrihini isteyenler, belki bu şiir bolluğunu yadırgarlar. Fakat ben, şimdiye kadar dümdüz ve kupkuru bir eserin yaşadığını görmedim. Yarını, geleceği fethetmiş ana eserlerin elinde; hep gönülleri içinden kavrayan bu silâh var.
Zaten dünyada büyük yaradılışlıların hiçbiri, ötekinin berikinin keyfi için yol değiştirmemiştir. Onlar, yıldızlar gibi kendi mahreklerini kendileri yaparlar. Hattâ iman ve ahlâk bakımlarından bile...
Halide Hanım’ın bazı kahramanları, bizi dalga gibi çarparlar. Onları alıştıklarımızdan büsbütün başka türlü buluruz. Sanatkâr bu kahramanlara ruh büyüklükleri, muhitten aşkın kudretler vermiştir.
Yaşadıkları semtin inanışlarını mühimsemezler. Örf ve âdetlere yüksekten bakarlar. Yumuşak, sessiz bir isyan içinde kendi kafalarına giderler.
Osmanlı İmparatorluğu’nun ahlâk terazisindeki kadın değeri, onu, için için örselemişti. Bütün bu zulme, bu kaba zorbalığa âsi tipler yaratmak, realiteyi değiştirmese bile, onı yüreğine su serpmiştir.
Bir gün Halide Hanım’a:
Hangi eserinizi en çok beğeniyorsunuz? diye sormuş ve
Yazacağımı! cevabını almıştım.
0 vakitler Kalp Ağrısı’nı onun son yükseliş noktası diye kabul ettiğim için, bu “yazacağımı” biraz hayret, azıcık da tereddütle karşıladığımı hatırlıyorum.
Meğer doğru söylüyormuş.
Sinekli Bakkal büsbütün başka çeşnide yeni bir Halide Hanım’ın doğduğunu müjdeliyor. Onda, İngiliz edebiyatının tesir¬lerini görmek isteyenler, galiba yanılıyorlar. Eskiler uyanık ve müsavi hak isteyen ruhunu çekemezlerdi. Sonrakilerin yadır¬gayacak neleri var, bilmem.
Bu, üslûbundaki hususiyet ise, ben onu da bir kusur değil bir meziyet sayıyorum. Çünkü ondaki bazı dil yanlışları, ko¬nuşmayı daha tatlılaştıran, daha nazlı ve ahenkli yapan pelteklikler gibidir.
HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER