Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

HÜSEYİN SUAT YALÇIN (1867 – 1942) HAYATI

Hüseyin Suat, 1867’de İstanbul’da doğdu. Babası Ali Rıza Bey, annesi ise Fatma Neyyire Hanım’dır. Şair, öğrenimini sırasıyla Molla Gurânî Mahalle Mektebi, Balıkesir İptidâî Mektebi, Beyazıt Rüştiyesi, Drama Sancağı Rüştiyesi ve son olarak da Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye’de yaptı. 1886’da Mekteb-i Tıbbiye’den mezun olduktan sonra, Midilli Belediye Doktoru olarak 3 yıl çalıştı. Ardından İstanbul Üçüncü Belediye Doktorluğuna atandı. 1893’te tıp alanında uzmanlaşmak üzere Paris’e gitti. 1895’te İstanbul’a döndü, Kadıköy Onuncu Belediye Dairesi Doktorluğuna atandı. 1898’de Suriye Vilâyet-i Sıhhiye Müfettişliğinde görevlendirildi. On yıl Şam’da kaldıktan sonra 1908’de İstanbul’a döndü. Meclis-i Kebîr-i Sıhhî üyeliğine seçildi. Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’ya gitti. Doktor olarak Anadolu’nun değişik yerlerinde görev yaptı. 1921’de Yunus Nadi ile birlikte Kalem dergisini çıkardı. Cumhuriyet’in ilanından sonra Deniz Yolları Vapurlarında doktorluk yaptı. 21 Mart 1942’de vefat etti.

Sanat ve Şiirleri

İlk Şiirleri ve Servet-i Fünûn

Hüseyin Suat, dönemin çoğu şairi gibi, başlangıçta Divan şiiri tarzında gazeller yazdı. Bu dönemde etkilendiği başlıca şairler, Nedim, Fuzulî ve hikemî şiirleriyle Nabî’dir. Kimi kaynaklarda ilk şiirinin 1885 yılında Tercümân-ı Hakîkat’te yayımlandığı belirtilmektedir. Dolayısıyla, o da dönemin pek çok genç şairi gibi, şiire Muallim Naci halkasında başlamıştır. Bu halkaya girişinde komşuları şair Şeyh Vasfî’nin rolü vardır. Ancak Mekteb-i Tıbbiye’de Cenap ve onun kardeşi Ali Nusret tanıştıktan sonra Hâmit’in şiirlerinden haberdar olur. 1893’te gittiği Paris’te Batı şiirini tanır. Yurda döndükten sonra, 1890’lı yıllardan itibaren şiirlerini Mektep, Malûmât, Mütalâa gibi yenilikçi şairlerin yer aldığı dergilerde yayımlar. 1896 yılında Servet-i Fünûn dergisine geçerek Edebiyat-ı Cedîde topluluğuna katılır. Edebiyat-ı Cedîde’nin anlayışına uygun şiirlerini ilk kitabı olan Lâne-i Melâl (1910)’de toplamıştır.

Hüseyin Suat, Edebiyat-ı Cedide yıllarında genellikle aşk, tabiat ve ölüm gibi bireysel temaları işlemiştir. Aşk onun şiirlerinde, romantik olmaktan çok cinsel yönüyle öne çıkar. Lâne-i Melâl in “Pont-Aven” başlıklı bölümündeki “Senden Sonra”, “Mest ü Müstağrak”, “Ah Ey Hâb-ı Lâtîf” bu türden aşk şiirleridir.

Şair, tabiat şiirlerinde ise, genellikle Edebiyat-ı Cedîde’nin tarzını sürdürür. Şiir-lerinde hayalî bir tabiat tasvir eder. Bunlarda amaç, salt tabiatı tasvir değil, tabiat aracılığı ile kendi duygu ve düşüncelerini dile getirmektir. O da şiirlerinin çoğunda Cenap Şehabettin gibi gece ve akşam manzaralarını tasvir eder. “Leyl-i Şitâ”, “Şeydâ-yı Melâl”, “Hilâl-i Nev” bu tür şiirlerindendir. Söz konusu şiirlerden “Leyl-i Şitâ”, Cenap’ın “Yakazât-ı Leyliyye”sinden izler taşır. Bu şiirde kış gecesinin şairde uyandırdığı duygular dile getirilmiştir.

Hüseyin Suat, bazı tabiat şiirlerinde ise bahar mevsimini ele alır. Örneğin, “Şûhî-i Nevbahâr”, “Şükûfe-i Nevbahâr” adlı şiirlerinde ilkbahar mevsimi tasvir edilmektedir. Şair, bazı şiirlerinde de, diğer Edebiyat-ı Cedide şairleri gibi sevgiliyle birlikte tabiata kaçma, tabiatta tüm keder ve ıstırapları unutma temini işler. Örneğin “Kelebekler, Margeritler” şiirinde bu tabiata kaçma, tabiatta sevgiliyle beraber her şeyden uzakta sonsuza dek yaşama arzusu dile getirilir.

Şairin bu dönemde yazdığı şiirlerde işlediği bir başka önemli tema ölümdür. Bu şiirlerin çoğunu, Hüseyin Suat ilk eşi Saide Hanım’ın genç yaşta ölmesi üzerine yazmıştır. Bu bakımdan, söz konusu şiirlerde ölen bir yakının ardından duyulan ferdî ıstıraplar dile getirilmiştir. “Rûh-i Pâkine”, “Tedfin”, “Şiir Yazarken”, “Makberi Dildâr” ve “Hayât-ı Mecrûh” ölüm temalı şiirlerindendir. Söz konusu şiirlerin tümünde derin bir ıstırap ve melâl vardır. Bu nedenle Hüseyin Suat, bir melâl şairi olarak tanınır. Şairin ilk kitabına Lâne-i Melâl adını vermesi de bu bakımdan anlamlıdır. Nitekim şiirlerinde sık sık, “ağlamak, muğber, hüzün, girye, gam, mecrûh, hicran, yeis, melûl, zâr, enîn” gibi hep melâle ilişkin sözcükleri kullanması da, bu melankolik atmosfere işaret eder. Kuşkusuz bu duygu, Edebiyat-ı Cedîde şiirinin ortak özelliklerindendir.

Bütün bu bilgiler Hüseyin Suat’ın, Edebiyat-ı Cedide döneminde, diğer Edebiyat-ı Cedîde şairleri gibi, aşk, tabiat ve ölüm gibi bireysel temaları işlediğini, şiirlerinde hüzün ve melâl duygusunun ağır bastığını, şekil ve dil itibariyle kuşağının anlayışını sürdürdüğünü, Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalarla dolu ağır, süslü bir dil kullandığını göstermektedir.

İkinci Meşrûtiyet (I908)’ten Sonra

Hüseyin Suat da, döneminin pek çok şairi gibi, İkinci Meşrûtiyet’in ilanını izleyen yıllarda meydana gelen Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları ve Kurtuluş Savaşı gibi tarihsel ve toplumsal olayların etkisiyle bireyci sanat anlayışını bırakıp, dönemin toplumsal ve tarihsel olaylarını konu edinen eserler vermeye başlar. Ondaki asıl değişme, 1908’den sonra ağırlıklı olarak mizaha yönelmesidir. Şair, 1908’den sonra yazı ve şiirlerini genellikle “Gâve-i Zâlim” takma adıyla Mehâsin, Ümmet, Şair Mecmuası, Âşiyân, Kalem, Servet-i Fünûn, Yeni Kalem Dergisi ve Cumhuriyet gazetesinde yayımlamış ve şiirlerinin bir kısmını 1923’te basılan Gâve Destanı‘nda toplamıştır. 1908 sonrasında kaleme aldıklarında, Edebiyat-ı Cedide dönemindeki ağır ve süslü dile karşılık, daha sade bir dil kullandığı ve az da olsa hece vezniyle şiirler yazdığı görülür.

Şairin şiir dışında, bazıları çeşitli kitap ve antolojilerde, bazıları da dergi sayfalarında kalmış,Şehbâl yahut İstibdâdın Sonu, Hülle, Devâ-yı Aşk, Yamalar, Harman Sonu gibi pek çok tiyatro eseri vardır.

http://www.edebiyatogretmeni.org

SON EKLENENLER

Üye Girişi