Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

HÜSEYİN SİRET ÖZSEVER KİMDİR? 

Hayatıhüseyin siret özsever bağbozumu şiiri ile ilgili görsel sonucu

Asıl adı Hamdullah olan Hüseyin Sîret, Mart 1872’de İstanbul’da doğdu. Babası Süleyman Mazhar Bey, annesi ise Fatma İclâl Hanım’dır. Mülkiye Mektebi ve Frerler Mektebi’nde okumuştur. 1900’de bir siyasî olaya karıştığı için Adıyaman’a sürülür. Oradan da Paris’e kaçıp Jön Türklere katılır. Uzun yıllar gurbette yaşar. 1920’de kesin olarak yurda döner. 27 Şubat 1959’da vefat etmiştir.

Sanatı ve Şiirleri

Hüseyin Sîret, şiire Mülkiyede öğrenci olduğu yıllarda ilgi duymuştur. O yıllarda Namık Kemal hayranıdır. Okulda dönemin genç şairleriyle tanışmış, öğretmenlerinden Mizancı Murat Bey’in çıkardığı Mizan’ı yakından takip etmiştir. Vezinli ve kafiyeli söz söylemeyi, Rıza Tevfik’ten öğrenmiştir. Şairin o dönemde hayran olduğu bir başka şahsiyet Mülkiye’de hoca olan Recaizade Mahmut Ekrem’dir. Şiir denemelerine 17 yaşında başlar. İlk şiirlerini 1894’ten sonra Mektep dergisinde yayımlar. Aynı yıl, yenilik yanlılarının toplandığı Malûmat dergisine de şiirler gönderir. Bu dergide yayımlanan şiirlerinden bazıları, “Sevgilime”, “Gazel”, “Güzelsin” başlıklarını taşır. Söz konusu yıllarda çıkan ilk şiirlerinde Hüseyin Sîret, biçim ve dil bakımından Divan şiirine uyar; ancak yer yer yeni imgeler kullandığı da görülür.

Hüseyin Sîret’in 1894’ten itibaren ilk şiirlerinin çıktığı bir başka dergi de Maârif’tir. Şair bu dönemdeki şiirlerinde eski ile yeni arasında durmaktadır. Ancak şiirlerini Mektep, Malûmât, Maârif gibi yenilik yanlısı şairlerin toplandığı dergilerde yayımlaması onun, başlangıçtan itibaren yeniliğe açık olduğunu gösterir. 

Edebiyat-ı Cedide Evresi

Hüseyin Sîret, 1896 yılında Servet-i Fünûn‘a geçer. “Dürdâne-i Garâm”, bu derginin 25 Eylül 1896 tarihli 289. sayısında yayımlanmış ilk şiiridir. Sone tarzında yazılan bu manzumeyi başkaları izler. Başlangıçta şiirlerinin altında “Sîret” imzası varken, daha sonra “Hüseyin Sîret” imzasını kullanır. Şair, 1900’de Adıyaman’a sürgüne gönderildikten sonra yayımlanan şiirlerinde ise, “Ömer Senih” takma adını kullanmıştır. Bu yıllarda Sîret, Servet-i Fünûn dışında İrtikâ dergisinde de şiirler yayımlar. 1896-1898 yılları arasında Edebiyat-ı Cedide topluluğunda yer alan şair, bu dönemde dil, şekil, tema ve sanat anlayışı bakımından Edebiyât-ı Cedîde’nin ortak özelliklerini sürdürür. Şiirlerinin çoğunda aşk, kadın, tabiat ve özlem gibi bireysel temaları işler.

Aşk şiirlerinde genellikle Hüseyin Cahit’in dediği üzere, “yüksek ve düşsel aşkları” dile getirmiştir. Sîret’in şiirlerinde aşk yanında tabiat da önemli bir yer tutar. Nitekim Şahabettin SüleymanTarih-i Edebiyât-ı Osmâniye’sinde; “Hüseyin Sîret Bey, iyi bir lisâna mâlik, ince hislerle, ince hayallerin, tabiatın bir şairidir. Onu daima tabiat işgal etmiştir. En hissî serlevhalarla başladığı şiirleri bile, tabiatın mehâsinini kaydetmeksizin yazamaz!’ der. Çoğu Edebiyat-ı Cedide şairlerinde olduğu gibi onun şiirlerinde de tabiat, canlı bir varlık gibidir. Mevsimler ve akşam manzaraları, hüzün, melâl ya da sevinç duygularıyla iç içe tasvir edilir.

Hüseyin Sîret, Türk edebiyatında daha çok bir ‘özlem ve gurbet’ şairi olarak tanınır. Çünkü ömrünün 15 yılını vatandan ve yakınlarından ayrı, gurbette geçirmiştir. Şair, aşk, kadın, tabiat ve gurbet temalarının yanı sıra, az da olsa bazı şiirlerinde vatan sevgisi, toplumdaki zavallı insanlara acıma duygusu, ölüm ve intihar gibi temaları da işlemiştir. Örneğin, “Kârbân-ı Âdem” ve “Suriyelilere”de zayıf bir vatan sevgisi, “Ayşecik”te ise zavallı ve yoksul bir insana acıma duygusu ele alınır. “Bir Müntehireye” başlıklı şiirinde ise, intihar eden bir genç kızı konu edinmektedir.

Esas itibariyle Hüseyin Sîret, bir hüzün ve melâl şairidir. Şiirlerinin hemen hepsinde, gözyaşı, ayrılık, özlem ve hüzün vardır. İlk eşi Berrin Hanım’ın ölümü üzerine yazdığı “Ölümünden Sonra” adlı şiiri zamanında çok beğenilmiştir.

Avrupa Yılları (1901-1908)

Şair, sürgün olduğu Adıyaman’dan, 1901’in son günlerinde Paris’e kaçmıştır. Bu yıldan sonra yazılarının bir kısmını 1902’de “Anadolu Mektupları” başlığı altında Jön Türklerin yayın organı olan ve Cenevre’de basılan Osmanlı Gazetesi’nde yayımlar. 1903’ten itibaren ise bazı yazıları, Şûrâ-yı Ümmet’te çıkar. Bu arada Sîret’in ilk kitabı Leyâl-i Girîzân da 1904’te Paris’te basılır. 39 şiirin yer aldığı bu şiir kitabını Yahya Kemal pek başarılı bulmaz. 1908’de Meşrutiyet’in ilanı üzerine şair, yurda döner ve şiirlerini Âşiyân, Servet-i Fünûn, Resimli Kitap ve Rübab gibi dergilerde yayımlar.

 Cumhuriyet’ten Sonra

Şiire 1890’lı yıllarda başlayan, kısa süre sonra Edebiyat-ı Cedîde’ye katılan ve ardından Avrupa’ya kaçan Sîret, Cumhuriyet’ten sonra da şiir yazmayı sürdürür. Bu dönemde şiirlerini Servet-i Fünûn ve İçtihad dergilerinde yayımlar. Bu dönemde basılan en önemli şiir kitapları Bağbozumu(1928), Kıvılcımlı Kül (1937)’dür.

Üstâdın Şiiri (1937), Kargalar (1939), İki Kaside (1942), Bir Mektubun Cevabı ve Hüseyin Avni Ulaş’a (1948) şairin diğer eserleridir.

Bağbozumu: Hüseyin Sîret’in şiir kitabı.16 şiirin yer aldığı bu eser, “Bağbozumu”, “Yıkık Yuva” ve “Ankâ-yı Bayabân” başlıklarıyla üç bölüme ayrılmıştır. Şair bu şiirlerin hemen hepsini gurbette kaleme aldığından, vatana ve ailesine duyduğu özlemi dile getirmiştir.

Kıvılcımlı Kül: Hüseyin Sîret’in 1937’de basılan şiir kitabı. Eser, “Boğaziçi Notları”, “Kır Çiçekleri”, “Divan Yolunda” başlıkları altında üç bölüme ayrılmıştır. Kitabın “Boğaziçi Notları” başlıklı bölümünde İstanbul’un güzelliklerini anlatan şair, “Kır Çiçekleri” başlıklı bölümde yer alan şiirlerini hece ile yazmıştır. “Divan Yolunda” başlıklı bölümdeki manzumeler ise, Divan şiiri tarzındadır.

Sonuç olarak Hüseyin Sîret, 1890’lı yıllarda şiire başlamış, kısa süre sonra Edebiyat-ı Cedîde arasına katılmıştır. Şiirlerinde genelde Edebiyat-ı Cedîde’nin anlayışına uygun olarak, hüzün ve melâl duygusunun ağır bastığı bireysel temaları işlemiştir. Aşk, tabiat, aile ve gurbet en çok ele aldığı temalardır. Çoğu Edebiyat-ı Cedide şairi gibi, ağır ve süslü bir dil kullanmıştır. Sîret, şiirlerini genellikle aruzla yazmış, az sayıda hece ile şiirler de kaleme almıştır. İlk şiirleri gazel bi-çiminde olmakla beraber, daha sonra çoğu Edebiyat-ı Cedide şairi gibi sone biçimini kullanmıştır.

http://www.edebiyatogretmeni.org

 


HÜSEYİN SİRET ÖZSEVER-2

Zarafet ve inceliğini yılların bozamadığı ortadan uzun, endamlı bir gövde. Ak saçların muhterem sabahıyla ağarmış bir baş. Öyle bir baş ki içini zamana fethettirmemiş, fikrinin istiklâl bayrağını indirmemiştir.

Güzelliğinden ziyade kibarlığıyla gözleri alan bir yüzü var. Tutukluğu sırrına erilmez, nereden geldiği bilinmez bir iç âhengiyle tatlılaşan konuşuşunu dinlerken hazla titrer, saygıyla toplanıp düzelirsiniz.

Kaşlarında, göz kenarlarında ışıktan incinmiş gibi hafif bir kırışma sezilir. Alnında hiç geçmeyen bir gönül sancısının izleri okunur.

Bu sancı güzelliklerin anasıdır. Amber ateşe düşmeden nasıl kokusunu bütün keskinliğiyle vermezse, duygulu gönüller de ıstırabın buhurdanına düşmeden tütmezler.

Leyâl-i Girîzân sahibi Siret, bence, Edebiyat-ı Cedide şairlerinin en lirik şahsiyetidir. Ondaki iç kaynayışını ne Fikret’te, ne Cenab’da ne Hüseyin Suat’ta, hattâ ne Celâl Sâhir’de görebiliriz. Hepsinin içinde o, bambaşkadır.

Şiirlerine, akşam saatlerinin o dokunaklı ve ince hüznünü kor. Ruhunun enininden damla damla süzdüğü mısralarda, darasız bir altın halisliği parlar. Gerçi bu şair, bize fırtınalı enginlerin uğultusunu, uçurumlara düşen çağlayanların derin velvelesini bestelemedi. Dante’nin “Cehennem”i, Hâmid’in “Makber”i gibi azametli gönül mahşerleri yaratmadı. Fakat bundan ötürü kıymet hükümlerimiz gevşeyip küçülemez. Çünkü Siret’in lirizmi, bir kasırga değildir. Güzelliği yumuşak, ılık ve cana yakın bir şey yaparak sunar.

Meselâ “Ölümünden Sonra” manzumesi, kesilmiş bir şahdamarı gibi kan fıskiyeleri fışkırtmaz. Amma her mısraında bir başka yaranın nabzı duyulur.

“Ölümünden Sonra”da, “Makber”de olduğu gibi derin bir ölüm felsefesi yoktur. Hâmid de, Siret de aynı yerlerinden vuruldukları halde inleyişleri ayrı ayrıdır. Hâmid, kendinde ölümle boğuşmak, ölümü var eden kudretle muhakeme olmak kuvvetini görmüş, Siret, ecel karşısında isyanını değil tevekkülünün ıstırabını söylemişti. “Vatan Hasreti”ni bildiren şiirlerinde bile yine o yumuşak tevekkülü görüyoruz. Hâlbuki yavrusu Hüceste’ye:

Diyor musun baba, gel gel! Hüceste yavrum sen

Senin hayâl-i yetiminle uykusuzken ben

diye sorarken, çektiği gurbette isyana, bedduaya lâyık haksızlıklar da vardı.

0 parmağında duran gizli halkayı tanırım

Elin elimde iken başkasındadır sanırım

beytine hele bir bakın. Gönülleri birleştiren bir aşkı, altın veyahut platin bir parmak kelepçesinin ayırdığını ne güzel anlatıyor. Böyle kelepçeli bir eli, hem avucunda sımsıkı tutmak, hem bu avucu başkasının sanmak. Çok bahtiyar kalemlere nasip olmuş ince bir ifadedir.

Siret, bu ruh muammasını ne pürüzsüz mısralar halinde veriyor. Hayatımızda bu tür acılara belki hepimiz ayrı ayrı rastlamışızdır. Fakat hayat ve cemiyet kanunlar ile gönül akışlarının bir talihsiz tezadını bu kadar güzel ve kuvvetli hangimiz söyledik?

Aşiftegân elinde kırık bir piyâleyim

mısraı da onundur. Ve kim bilir niçin, ben Leyâl-i Girîzâri\ okurken bunları birbirine eklemiş ve zihnimde bir terkip yapmıştım. Anlaşılıyor ki gönlüne sahip olduğu halde elim başkasına kaptırdığı bu sevgili, şairi meyus bir aşkla sarsmış ve nihayet bu meyus aşk yarasım sarmak, acısını duymamak için kendini kapıp koyuvermiş, derbederliğe düşürmüştü.

Daha başka bir şiirinde:

Öyle süslen, öyle nâ-râm-ı emel ol, olmasın

Bir gece ağuşa almaktan güzel hıılya seni!

dediği güne kadar kim bilir neler çekti.

Siret’in lirizmini sonsuz bir hüzünle dolduran galiba bunlardır işte:

Göğsümde bir kalp çarptığını duyduğum günden ben onu tanırdım. Leyâl-i Girîzân, çocukluk arkadaşım, gençlik yoldaşım ve olgunluk tesellimdir. Ben, onda her çağım için bir dert ve gönül ortağı buldum.

Fakat sahibiyle çok geç görüşebildim. Bir imtihan odasında sıcak bir temmuz gününde, her suali ters anlayarak can sıkan tembel çocuklar arasında yan yana düşmüştük.

Siret’in güzel ve manâlı başı, bu mânâsız imtihan kâğıtlarına eğilmişti. Yüzünde kendi çarmıhını kendi sırtında taşıyan bir velinin sessiz tahammülünü görür gibi oldum.

Onun bu hali bana pek dokundu. Bin gaza ve bin zafer yadigârı bir kılıçla soğan doğramak gibi bir şeydi bu. İçim yandı.

Leyâl-i Girîzân'dan sonra şair bize Bağ Bozumu ve Kargaları verdi. Bağ bozumu, yaprakların sarardığı ve ağaç gölgelerinin kısırlaştığı demlere rastlar. Fakat bu eserde bozulan değil, fışkıran bir bağ, keskin koku ile baş döndüren bir şarap çağlayanı bulursunuz. Yıllar onda hiçbir şeyi bozmamış, bilâkis eskiliğin seçme ve kıymetli çeşnisini vermiş.

Kargalar başlı başına üstünde durulacak bir eserdir. Onu böyle bir portrenin dar çerçevesinde hapsetmeye kıyamıyorum.

Son günlerde günlük gazetelerde bazı hâtıraları çıkıyor. Si-ret in kendi yarattıkları, şüphe yok ki kendinden pek çok yaşayacak. Fakat onun bu eserleri yanında bir de edebiyat ve sanat tarihimiz için, ölçülmeyecek kadar değerli hâtıraları var. Üstâdımızdan bunları isteyeceğim.

Kendi mektebinden yetişenlerin hemen hepsi bu işi yaparak borçlarını ödediler. Sıra şimdi onundur.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER


HÜSEYİN SİRET ÖZSEVER-3

Amir, hâkim, talip, sahip varsa eğer toprakta; 

O da millet, o da millet, o da millet mutlaka.

Hüseyin Siret Özsever

HAYATI: 1872’de İstanbul’da doğdu. Zaptiye Mektupçusu Süleyman Bey’-in oğludur. Mülkiye’nin birinci döneminde okuduktan sonra Moda’daki Frenkler —şimdiki Saint Joseph— okuluna devam etti.

Hariciye Mektubî kaleminde, Nafia Nezareti tercüme odasında çalıştı. Servetifünün dergisinin kapatılıp topluluğun dağıtılışı sırasında Adıyaman’a —o zaman adı Hısnmansur— sürgün edildi. Bir süre sonra buradan, bir yolunu bulup, Avrupa’ya kaçtı. 1908’den sonra yurda dönüşünde Bursa Mektupçuluğuma atandı. Ayrıca Bursa Lisesi’nde edebiyat da okuttu. İstanbul’a gelip Dâhiliye ve Hariciye matbuat müdürlüklerinde bulunduysa da meşrutiyet hükümetiyle de anlaşmazlığa düşerek yeniden Avrupa’ya kaçtı. 1918 yılında yurda döndükten sonra artık siyasi görev almadı. Çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliği yaptı. Son görevi Darüşşafaka Lisesi edebiyat öğretmenliği idi.

1959’da İstanbul’da ölen Hüseyin Sîret Özsever, Servetifünün topluluğunun hayattan ayrılan en son temsilcisi oldu.

EDEBEÎ KİŞİLİĞİ ve ESERLERİ: Asıl adı Hamdullah Sîret olan şairin adını Tevfik Fikret, «Hüseyin Sîret»e çevirmiştir. Kendisi de Mehmet Tevfik adını «Tevfik Fikret» yaparak, böylelikle Servetifünün ailesi arasındaki fikir ve duygu birliğine canlı bir örnek göstermek istemişti.

Hüseyin Sîret, Servetifünün şairleri içinde duygusal yönü ve lirizmi en belirgin bir şair olarak tanınmıştır. Konularını, özellikle bu topluluk içinde iken, hemen daima hisli ve ince temalardan seçmiş; aşk, özlem, gurbet ve tabiat güzellikleri üzerine manzumeler düzenlemiştir. İlk şiirlerinde Fikret’in tekniği ve Cenap’ın zorâki duygusallığı göze çarpar. Dil ve anlatımda öteki Servetifünun’culardan pek ayrılmayan Hüseyin Sîret, sonraları dilde belirli bir duruluğa yöneldikten başka, aruz yerine hece de kullandı. Hüseyin Sîret manzumelerinde kalbinin sesini en çok dile getiren Servetifünün şairi olarak ün yapmış bir sanatçıdır.

Hüseyin Sîret’in üç şiir kitabının adları şunlardır: Leyâl-i Girîzân (Servetifünun dönemi şiirleri); Bağbozumu (yeni tarza yönelik şiirleri); Kıvılcımlı Kül (son şiirleri).

Şairin bunlar dışında, Mecmua-i Ebuzziya adlı dergide tefrika edilmiş Anadolu Mektupları başlıklı makale ve sohbet dizisi bulunmaktadır.

Şemseddin Kutlu