Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

HÜSEYİN SİRET ÖZSEVER-2

Zarafet ve inceliğini yılların bozamadığı ortadan uzun, endamlı bir gövde. Ak saçların muhterem sabahıyla ağarmış bir baş. Öyle bir baş ki içini zamana fethettirmemiş, fikrinin istiklâl bayrağını indirmemiştir.

Güzelliğinden ziyade kibarlığıyla gözleri alan bir yüzü var. Tutukluğu sırrına erilmez, nereden geldiği bilinmez bir iç âhengiyle tatlılaşan konuşuşunu dinlerken hazla titrer, saygıyla toplanıp düzelirsiniz.

Kaşlarında, göz kenarlarında ışıktan incinmiş gibi hafif bir kırışma sezilir. Alnında hiç geçmeyen bir gönül sancısının izleri okunur.

Bu sancı güzelliklerin anasıdır. Amber ateşe düşmeden nasıl kokusunu bütün keskinliğiyle vermezse, duygulu gönüller de ıstırabın buhurdanına düşmeden tütmezler.

Leyâl-i Girîzân sahibi Siret, bence, Edebiyat-ı Cedide şairlerinin en lirik şahsiyetidir. Ondaki iç kaynayışını ne Fikret’te, ne Cenab’da ne Hüseyin Suat’ta, hattâ ne Celâl Sâhir’de görebiliriz. Hepsinin içinde o, bambaşkadır.

Şiirlerine, akşam saatlerinin o dokunaklı ve ince hüznünü kor. Ruhunun enininden damla damla süzdüğü mısralarda, darasız bir altın halisliği parlar. Gerçi bu şair, bize fırtınalı enginlerin uğultusunu, uçurumlara düşen çağlayanların derin velvelesini bestelemedi. Dante’nin “Cehennem”i, Hâmid’in “Makber”i gibi azametli gönül mahşerleri yaratmadı. Fakat bundan ötürü kıymet hükümlerimiz gevşeyip küçülemez. Çünkü Siret’in lirizmi, bir kasırga değildir. Güzelliği yumuşak, ılık ve cana yakın bir şey yaparak sunar.

Meselâ “Ölümünden Sonra” manzumesi, kesilmiş bir şahdamarı gibi kan fıskiyeleri fışkırtmaz. Amma her mısraında bir başka yaranın nabzı duyulur.

“Ölümünden Sonra”da, “Makber”de olduğu gibi derin bir ölüm felsefesi yoktur. Hâmid de, Siret de aynı yerlerinden vuruldukları halde inleyişleri ayrı ayrıdır. Hâmid, kendinde ölümle boğuşmak, ölümü var eden kudretle muhakeme olmak kuvvetini görmüş, Siret, ecel karşısında isyanını değil tevekkülünün ıstırabını söylemişti. “Vatan Hasreti”ni bildiren şiirlerinde bile yine o yumuşak tevekkülü görüyoruz. Hâlbuki yavrusu Hüceste’ye:

Diyor musun baba, gel gel! Hüceste yavrum sen

Senin hayâl-i yetiminle uykusuzken ben

diye sorarken, çektiği gurbette isyana, bedduaya lâyık haksızlıklar da vardı.

0 parmağında duran gizli halkayı tanırım

Elin elimde iken başkasındadır sanırım

beytine hele bir bakın. Gönülleri birleştiren bir aşkı, altın veyahut platin bir parmak kelepçesinin ayırdığını ne güzel anlatıyor. Böyle kelepçeli bir eli, hem avucunda sımsıkı tutmak, hem bu avucu başkasının sanmak. Çok bahtiyar kalemlere nasip olmuş ince bir ifadedir.

Siret, bu ruh muammasını ne pürüzsüz mısralar halinde veriyor. Hayatımızda bu tür acılara belki hepimiz ayrı ayrı rastlamışızdır. Fakat hayat ve cemiyet kanunlar ile gönül akışlarının bir talihsiz tezadını bu kadar güzel ve kuvvetli hangimiz söyledik?

Aşiftegân elinde kırık bir piyâleyim

mısraı da onundur. Ve kim bilir niçin, ben Leyâl-i Girîzâri\ okurken bunları birbirine eklemiş ve zihnimde bir terkip yapmıştım. Anlaşılıyor ki gönlüne sahip olduğu halde elim başkasına kaptırdığı bu sevgili, şairi meyus bir aşkla sarsmış ve nihayet bu meyus aşk yarasım sarmak, acısını duymamak için kendini kapıp koyuvermiş, derbederliğe düşürmüştü.

Daha başka bir şiirinde:

Öyle süslen, öyle nâ-râm-ı emel ol, olmasın

Bir gece ağuşa almaktan güzel hıılya seni!

dediği güne kadar kim bilir neler çekti.

Siret’in lirizmini sonsuz bir hüzünle dolduran galiba bunlardır işte:

Göğsümde bir kalp çarptığını duyduğum günden ben onu tanırdım. Leyâl-i Girîzân, çocukluk arkadaşım, gençlik yoldaşım ve olgunluk tesellimdir. Ben, onda her çağım için bir dert ve gönül ortağı buldum.

Fakat sahibiyle çok geç görüşebildim. Bir imtihan odasında sıcak bir temmuz gününde, her suali ters anlayarak can sıkan tembel çocuklar arasında yan yana düşmüştük.

Siret’in güzel ve manâlı başı, bu mânâsız imtihan kâğıtlarına eğilmişti. Yüzünde kendi çarmıhını kendi sırtında taşıyan bir velinin sessiz tahammülünü görür gibi oldum.

Onun bu hali bana pek dokundu. Bin gaza ve bin zafer yadigârı bir kılıçla soğan doğramak gibi bir şeydi bu. İçim yandı.

Leyâl-i Girîzân'dan sonra şair bize Bağ Bozumu ve Kargaları verdi. Bağ bozumu, yaprakların sarardığı ve ağaç gölgelerinin kısırlaştığı demlere rastlar. Fakat bu eserde bozulan değil, fışkıran bir bağ, keskin koku ile baş döndüren bir şarap çağlayanı bulursunuz. Yıllar onda hiçbir şeyi bozmamış, bilâkis eskiliğin seçme ve kıymetli çeşnisini vermiş.

Kargalar başlı başına üstünde durulacak bir eserdir. Onu böyle bir portrenin dar çerçevesinde hapsetmeye kıyamıyorum.

Son günlerde günlük gazetelerde bazı hâtıraları çıkıyor. Si-ret in kendi yarattıkları, şüphe yok ki kendinden pek çok yaşayacak. Fakat onun bu eserleri yanında bir de edebiyat ve sanat tarihimiz için, ölçülmeyecek kadar değerli hâtıraları var. Üstâdımızdan bunları isteyeceğim.

Kendi mektebinden yetişenlerin hemen hepsi bu işi yaparak borçlarını ödediler. Sıra şimdi onundur.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi