Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

EBUBEKİR KANİ KİMDİR?

Hepimizin bildiği, ama bazılarımızın çok kullandığı bir deyim vardır dilimizce “Beşikte giren huy teneşirde çıkar.”  Yani bir kişi doğumunda ne ise ölümünde de odur. Doğarken beraberinde getirdiği huylar hayat boyu onunla devam eder, değişmez, ondan ayrılmaz. Gerçekten bazı huylarımız doğuştan  (fıtri) dır, onları ne kadar uğraşırsak uğraşalım değiştirmeyiz. Bazı huylarımız ise doğuştan değil, sonradan eğitim,etkilenme vs. yollarla elde edilmiştir. (iktisabi) Doğuştan gelen huyların değiştirilmesi çok zor, hatta imkansızdır. Değişti sandığınız huy aslında değişmemiş, bilinç altındaki derinliklere atılmış, üzeri örtülmüştür. Günün birinde kuvvetli bir etki ile etkilendiğinde yeniden ortaya çıkabilir.  Bu yazım  uzun süre belli bir ahlak üzerine hareket eden insanların, birdenbire değişmeleri ve eski tavırlarının tersini yapmalarının çok zor olduğunu ifade etmek için kullanılan  “KIRK YILLIK KANİ OLUR MU YANİ”  deyimin hikayesini anlatmak istiyorum.

Tokat’lı Ebubekir Kani efendi (Ö.1792), Osmanlı divan şairlerinin önemlilerinden biridir. Genç yaşında  devlet hizmetinde görev almış, kırk yaşına kadar Tokat mevlevihanesinde hizmet görmüştür. Trabzon Valiliğinden  ayrılarak sadrazam olarak İstanbul’a dönmekte olan Hekimoğlu Ali Paşa nın  adamlarının arasına katılarak  İstanbul'a gelmiş ve divan katipliğine atanmıştır. Paşanın Sadrazamlıktan ayrılması üzerine de Silistre Valiliğine gönderilen bir zatin divan katibi olarak Rumeli'ne geçmiştir. Ebubekir Kani efendi düzyazı  (nesir) deki başarısıyla tanınan, hoşsohbet, şakayı seven, biraz da hicve meyilli bir insandır. Şakayı o kadar sever ki ölmeden önce: “Ben fatiha dilencisi değilim, mezar taşıma fatiha yazmayın." diye bir nükte söylemiş, ölümünden sonra mezarını yaptıranlar da bunu bir vasiyet sayarak yerine getirmişlerdir.

          İşte, bahsettiğimiz Kani Efendi Silistre de görevliyken voyvoda Alexander'in yanında özel sekreter olarak da hizmet etmiş ve o sıralarda genç bir Rum dilberine gönlünü kaptırmış. Bu sırada yaşı  elliye yaklaşmıştır ve aşkı dillere destan olmuş, herkes tarafından konuşulur hale gelmiştir. Güzel kız da onu sevmiştir. Ancak ortada bir sorun vardır: Rum dilber bir papaz sülalesinden gelmekte ve tutucu bir hayat yaşamaktadır. Kani efendi dillere destan olan aşkını mutlu sona erdirmek için kıza evlenme teklif eder, gider babasından ister, ancak nafile, kızın ailesinden zinhar olmaz cevabini alırlar. Aşıkların aşkları bu sefer büyük bir acıya  dönüşür. Sonunda kızın aklına bir çare gelir. Kani'nin Hıristiyan olması.

        50.li yaşlara merdiven dayamış olan olgun aşık Kani efendi zor durumdadır, ya dininden olacak, ya da çok sevdiği kızdan, gözü kara bir aşıktır aşık olmasına. Ama bir o kadar da dinine düşkündür, yıllarca Mevlevihane de hizmet etmiştir. Ne yapsın? Aşkı güçlü çıkar ve yalancıktan Hıristiyan oldum der. Bunun üzerine kızın babası razı olur ve evlenirler. Hayat mutlu bir şekilde devam etmekte, yeni evlilerin gözü birbirlerinden başka kimseyi görmemektedir. Bir gün kızın babası Kani Efendiyi kilseye çağırır. Kani efendi gittiğinde ne görsün, kara kışın ortasında kendisi için vaftiz töreni hazırlanmıştır. Kani Efendi papaz tarafından kutsanan buz gibi sokulup çıkartılır. Kani efendi buz gibi suda titrerken, etrafındakiler sevinç içinde bir Müslümanı dinlerine döndürmüş olmanın sevinci içinde dans ediyor ve koro halinde şimdiye kadar KANİ idin, şimdi oldun YANİ derler. Onlara göre Kani efendi kızlarını almış ama,kendi dinlerine girmiş ve artık resmen Hıristiyan olmuştur. Olup bitenlere çok hayıflanan  Kani efendi içinden eğlenin bakalım,ben size gösteririm der. Ve bu intikamı almak için fırsat kollamaya başlar.

          Aradan aylar geçer, Hıristiyanların perhiz yaptıkları günler gelir çatar, o günlerde Hıristiyanlar et,balık vb. şey yemezlermiş..yerlerse oruçları bozulur, günaha girerlermiş..Kani efendi bir akşam mükellef bir ziyafet hazırlar ve kayınpederini, hizmetinde olduğu  Voyvoda Alexander ve hanımının diğer akrabalarını yemeğe davet eder. Perhizli Hıristiyanlara yasak olan her çeşit et, balık vesaire sofraya dizilir. Kayınpederi ve diğer akrabalar çok memnundurlar bu  davetten. Sevinçle akşam yemeği için Kani efendinin evine  gelirler. Kani efendi henüz eve gelmemiştir. Kızları babasını ve diğer misafirleri karşılar. Onları yemek salonuna davet eder, ancak salonda onları bir sürpriz beklemektedir. Sofraya oturduklarında yasak olan et ve balıkları görünce şok olurlar, sevinçleri hüzne dönüşür. Ve kızlarına bu ne haldir diye çıkışırlar. Kızları bir cevap veremez, Kani gelince ona sorarsınız der. Ve nihayet damat Kani efendi de salona girer. Herkes hışımla ona döner ve bu nedir? Sende Hıristiyan oldun, bizim perhizli olduğumuzu ve bu günlerde et yemediğimizi bilmezmisin diye çıkışırlar. Kani efendi gayet rahat,kendin emin bir şekilde onlara döner ve şöyle der: 40 Yıllık Kani olur mu Yani?  Sahip oluğumuz iyi huyları hiç kaybetmek dilek ve temennisiyle Allah’a emanet olunuz.    

http://www.yolackoyu.com/


 

EBUBEKİR KÂNI

Kânî Tokatlıdır. Yeğen Mehmed Paşa’nın mahmilerindendi. Fakat en kuvvetli hicvini de yine ona karşı yazmıştır.

Eski bir edebiyat kitabında Kânî’nin bir resmi de var. Eflâk voyvodalarına, Ulah beylerine hususi kâtiplik ettiği zamanlara ait olduğunu sandığım bu resme göre, Kânî çehre züğürdü bir adamdır. Kavukla kürk arasına sıkışmış minimini bir baş, bu küçükbaşın çelimsiz yüzü kaş, göz, alın, ağız ve sakalla da dolmamış gibidir.

Gaga burnunda küstah bir sivrilik sezilir. Tekir binti Pamuk imzasıyla yazdığı Hirrenâme hicivden çok mizaha yakın nesirlerle doludur. Yeğen Mehmed Paşa’ya yazdığı mektup, hayatını altüst eden bir cüret vesikası olarak mütalâa edilebilir.

Bu mektupla duçar olduğu akıbet yan yana getirilirse, onun ruh cephesi de temaşa edilmiş olur. Kânî, taşkın ve kaynak sanatkâr ruhunun şahlanışına refahını, rahatını fedadan çekinmemiştir. Onun göğsünde tam mânâsıyla bir şair kalbi çarpar. Yüksek gururludur, kendisini himaye edenden bile gelse küçültücü hiçbir hitabı karşılıksız bırakmaya katlanmaz.

Yeğen Mehmed Paşa, kulağına kadar gelen birtakım garip hareketlerinden ötürü şairin bir talebine, “Ne vakit aklın başına yâr ve kârın hemişe temkin ü vekar olursa,” diye cevap vermişti. Meşhur mektup, işte bu bir cümlelik tarize, hattâ tariz de değil, nasihate savrulmuş bir çuval taştır. Kânî, bu cümle için:

"... ibaresine ‘şaştım da kaldım’ türküsünü çağırarak o kadar güldüm ki, az kaldı kasıklarım çatlayacak ve belki de zapt-ı idrara bile tâbâver olamayarak bîihtiyar çamaşırım ıslanacaktı,” demekten çekinmiyor. Daha aşağılarda ise:

“Ben, mektubumda rindâne maişet, varı yoğu bir tutanlara hâs bir tavr-ı hikmettir; demiştim. Bunu, senin gibi idrâki gevşek ve mahfaza-i mağz-ı numune nümâ-yı dünbelek olanlar anlamazlarsa mazurdurlar. Bak sana daha açık yazayım. Bir edeb-i bîmedeniyetin muhtaç olduğu şeyler, bir oda içinde beş on parça kitab-ı perişan evrak, birkaç çotra şarab-ı erguvan revak ve kâhice müdavele-i akdah üns ü ülfet için bir iki ahbab-ı müteneffirü’n-nifak ve paşalarımız gibi zevata muhtaç olmayacak kadar meblağ-ı muhassalü'l-esbabü'l- infaktır, hükmünü veriyor. Bu birkaç cümle, Kâni’nin züğürt çehresine mukabil pek zengin ve asil bir ruhu olduğunu göstermektedir.

Ne yazık ki bugün onu yalnız cinaslar ve terkipler arkasına sığınmış bir derbeder sananlar var. Bu türlü değerli simalara daha çok emek harcamak zamanı artık gelmiştir.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER