Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Mithat Cemal KUNTAY KİMDİR?

(1885-1956)

Şair ve yazar.

 

İstanbul’da doğdu. Babası Selim Sırrı Bey İşkodralı, annesi Sâmiye Hanım Tırhalalı bir aileden gelmektedir. İlk ve orta öğrenimini Aksaray’da Mekteb-i Osmânî’de, liseyi Galata’da Saint Joseph ve Vefa İdâdîsi’nde tamamladı. Bu yıllarda babası ölünce aile geçim sıkıntısı içine düştü. Mekteb-i Hukuk’tan mezun olduktan sonra 1908’de Türkiye’de ilk defa hukuk doktoru unvanını aldı. Bir süre idare hukuku hocası Hakkı Paşa’nın yanında onun yardımcısı sıfatıyla hitabet dersleri okuttu. Adliye Nezâreti Hususi Kalemi’ne önce umumi kâtip, ardından müdür yardımcısı oldu. Birinci Hukuk Mahkemesi üyeliğinde bulundu. 1923’te kendi isteğiyle Beyoğlu 4. Noterliği’ne geçti ve ölünceye kadar bu görevi sürdürdü. 30 Mart 1956’da öldü ve Karacaahmet Mezarlığı’na eşi Nâile Hanım’ın yanına defnedildi.


Kendi ifadesiyle edebiyat sevgisini annesinin çocukken kendisine okuduğu Nâmık Kemal’in Cezmi romanından alan Mithat Cemal şiire idâdî yıllarında başlamıştır (“Çırçır Suyunda”, Ma‘lûmât, nr. 309, 11 Teşrînievvel 1317 [24 Ekim 1901]). Dönemin edebiyat çevrelerini, özellikle aralarında sıkı bir dostluk kurulacak olan Mehmed Âkif’i tanımıştır (1903). II. Meşrutiyet’ten önce jurnal edilerek kısa bir süre tutuklandığından (8 Mart 1906) Mehmed Âkif bu olayı düşünerek II. Meşrutiyet’ten sonra yazdığı “İstibdat” adlı şiirini Mithat Cemal’e ithaf etmiştir.


Şiir, tiyatro, antoloji, roman, biyografi ve araştırma alanlarında eser veren Mithat Cemal zaman zaman gazetelerde fıkra ve makaleler de yazmıştır. Edebiyat dünyasında asıl II. Meşrutiyet’in ardından Sırât-ı Müstakîm ve Tercümân-ı Hakîkat gibi dergi ve gazetelerde adını duyurmaya başlamış, daha çok kahramanlık ve vatan sevgisi temalarını işleyen şiirleriyle tanınmıştır. Tahran’da Millet Meclisi’ni topa tutan Muhammed Ali Şah’a hitaben Mehmed Âkif’le birlikte yazdıkları “Acem Şâhına” (Sırât-ı Müstakîm, I, nr. 11 [Teşrînievvel 1324], s. 164-165) ve Resimli Kitap’ta yayımlanan “Elhamra” (nr. 7, Nisan 1325, s. 688-689) adlı şiirleriyle edebiyat çevrelerinin dikkatini çekmiştir. Hükümetin Çanakkale zaferinden sonra savaş alanına gönderdiği kırk kadar şair arasında bulunan Mithat Cemal’in en güzel hamâsî şiirleri 1331-1334 (1915-1918) yılları arasında yayımlanan Harp Mecmuası’nda çıkmıştır (“Çanakkale’den Kaçanlara -İngilizlere-”, nr. 5 [Şubat 1331]; “Kolunu Harp Meydanında Bırakmış Askere”, nr. 8 [Nisan 1332]; “Serhaddeki Askere”, nr. 15 [Kânunuevvel 1332]; “Galiçya’daki Türk Askerine”, nr. 21; “Romanya’daki Türk Ordusu’na”, nr. 22 [Teşrînievvel 1333]; “Beynelmileliyet ve Milliyet”, nr. 24 [Kânunuevvel 1333]). 30 Ağustos zaferinin ardından yazdığı “Vatan Hisleri” adlı şiirinin, “Ölmez bu vatan farz-ı muhâl ölse de hattâ / Çekmez kürenin sırtı bu tâbût-ı cesîmi” şeklindeki son iki mısraı Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde Mustafa Kemal tarafından okununca şöhreti iyice arttı ve bu manzumenin ikinci bölümünü yazdı. Beyoğlu’ndaki noterlik yazıhanesi devrin meşhur ediplerinin sık sık uğradığı bir edebiyat mahfili olmuştur.


Aruz veznini kullanan ve aruzun son temsilcilerinden sayılan Mithat Cemal’in tarihî ve içtimaî konulu şiirlerinde Mehmed Âkif ile Yahya Kemal’in, epik şiirlerinde ise Abdülhak Hâmid’in etkisi görülür. Tarih sevgisi, geçmişin büyüklüğü ve güzel tarafları onun konuları arasında ilk sırada yer alır.


Mithat Cemal’e asıl şöhretini kazandıran eseri tek romanı olan Üç İstanbul’dur (İstanbul 1938). Eser, bazı edebiyat tenkitçileri tarafından yapısı ve tekniği bakımından zayıf, üslûbunun zorlama olduğu, yerli yersiz rastlantılara bol miktarda yer verildiği, gereksiz ayrıntılar, süslü ifadeler ve vecizeler ihtiva ettiği belirtilerek eleştirilmekle birlikte İstanbul’da II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerinin toplum gerçeklerini yansıtması bakımından Cumhuriyet devrinin en önemli romanları arasında sayılmıştır. Roman dizi film haline getirilerek Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu televizyonunda gösterilmiştir (1983).


Mithat Cemal’in diğer eserleri de şunlardır:


Şiir:

Türkün Şehnâmesinden (İstanbul 1945). Kitapta yer alan şiirler dergilerde yayımlanmış ilk şekillerine göre bir hayli değişikliğe uğramış, dilinin sadeleştirilmesi yanında bazı mısra ve bölümler tamamen değiştirilmiş veya çıkarılmıştır. Şiirlerden Faruk Kadri Timurtaş tarafından yapılan bir seçme 1971’de yayımlanmıştır.

 

Biyografi: Bu tür çalışmaları fesahatçı üslûbu ve popülist eğilimlerinden dolayı eleştiriye uğramasına rağmen Mithat Cemal, Türk edebiyatında belgelere dayalı biyografi yazarlığının dikkat çekici örneklerini vermiştir:

Mehmed Âkif-Hayatı, Seciyesi, Sanatı (İstanbul 1939);
İstiklâl Şairi Mehmed Âkif (İstanbul 1944);
Nâmık Kemal: Devrinin İnsanları ve Olayları Arasında (I-III, İstanbul 1944, 1949, 1956);
Sarıklı İhtilalci Ali Suavi (İstanbul 1946);
Mehmed Âkif, Hayatı-Sanatı-Seciyesi-Seçme Şiirleri (İstanbul 1948).

 

Oyun:

Kemal (4 perdelik mensur piyes, İstanbul 1328);
Yirmi Sekiz Kânun-ı Evvel (Çanakkale hakkında 3 perdelik manzum piyes, İstanbul 1334).

 

Diğer kitapları:

Nefâis-i Edebiyye (antoloji; I-II, İstanbul 1329; eserin I. cildi nesir, II. cildi şiir örneklerine ayrılmıştır).

İftirâ-yı Taassub (İstanbul 1329).
Hitâbet ve Münazara Dersleri (İstanbul 1329).
Hitâbet Dersleri (İstanbul 1330).
Edebiyat Defteri (İstanbul 1331).
İlkler ve Ötekiler (İstanbul 1944).

 

Tercümeleri:

La Dam O Kamelya (A. Dumas’dan, İstanbul 1937).
Epikür’ün Bahçesi (A. France’tan, ts.).

 
Mithat Cemal’in hayatının son yıllarında üzerinde yoğun bir şekilde çalıştığı Tevfik Fikret hakkındaki eseri ise yayımlanmamıştır.


BİBLİYOGRAFYA:

İbnülemin Mahmud Kemal, Son Asır Türk Şairleri (İstanbul 1930), İstanbul 1988, II, 958-961; Ali Cânip [Yöntem], Türk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul 1931, s. 480-482; İsmail Habip [Sevük], Edebî Yeniliğimiz, İstanbul 1932, II, 350-353; Yusuf Ziya Ortaç, Portreler, İstanbul 1960, s. 85-92; Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (İstanbul 1960), İstanbul 1989, s. 200; a.mlf., Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, İstanbul 1989, s. 380; Mahir İz, Yılların İzi, İstanbul 1975, s. 163-166; Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1979, II, 1238-1239; Atilla Özkırımlı, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1982, III, 776; Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, İstanbul 1987, II, 440-454; Halil İbrahim Göktürk, Mithat Cemal Kuntay, Ankara 1987; Taha Toros, Mazi Cenneti, İstanbul 1992, s. 100-109; Hakkı Süha Gezgin, Edebî Portreler (haz. Beşir Ayvazoğlu), İstanbul 1997, s. 189-192; Ayşe Belkıs Sanay, Mithat Cemal Kuntay, Hayatı, Sanatı, Eserleri, Ankara 2002; SM, VI/153 (1327), s. 359-361; Muin Feyzioğlu, “Edebiyatımızın Büyük Kaybı”, Türk Düşüncesi, V/29, İstanbul 1956, s. 287-289; “Kuntay, Midhat Cemal”, TDEA, V, 442-443.

 

Kemal Kahraman   (İSLAM ANSİKLOPEDİ- cilt: 26,  sayfa: 379-380)

 

İLGİLİ İÇERİK

KUVVET - MİTHAT CEMAL KUNTAY

KİMİZ? - MİTHAT CEMAL KUNTAY

GAZİ'YE - MİTHAT CEMAL KUNTAY

ATATÜRK'Ü ANKARA'DA KARŞILARKEN - MİTHAT CEMAL KUNTAY

EĞİLME! - MİTHAT CEMAL KUNTAY


MİDHAT CEMAL-EDEBİ PORTRELER

Yumuşacık, tombul bir vücut; fakat dikkatle bakınca bu şişmanlığa yakın topluluğun, bozup eritemediği âhenkli bir çizgi güzelliği görülür. Hâlâ seyrelmemiş gümüşlü saçları altında yorgun bir alın, uykuyu özlemiş gibi süzgün gözler altında ansızın dolgunlaşan yanaklar, sizi, belki biraz yadırgatır. Amma Midhat Cemal’in gerdanını çok görmemek için bu zihin hazırlığı lâzımdır.

İlk defa nerede gördüm! Şimdi bir türlü hatırlayamıyorum. Belki Harp Mecmuası'nda, belki sokakta, belki de bir dost evinde.

Fakat ne zaman yeni bir şiirini okusam, ne zaman bir fikri, bir hissi, bir makalesiyle karşılaşsam, şairi, hep noter bürosunun dekoru içinde düşünüyorum.

Amerikan yazıhane, geniş, rahat koltuklar ve yazı masasının billur peçesi üstünde üstâdın çok hareketli gölgesi.

Midhat Cemal’in bende kalan en keskin intibaı niçin budur? Ben, hukukçu değilim. Onun bu tarafıyla hiçbir alışverişim yok. Hattâ Fransızcadan tercüme ettiği hukuka ait bir eseri de okumadım.

Öyle amma, Noter Midhat Cemal, bütün kuvvetiyle hafızamda yaşıyor. Bunun sebebi şahsîdir. Hayatımın feci bir kefalet hâdisesi, sanatkârımızı hâfızama bu hüviyetiyle çakmıştır.

Et ve kemik Midhat Cemal’in, bendeki izi bu. Amma ruh Midhat Cemal’in, sanatkâr Midhat Cemal’in bende bambaşka bir izi var. Kendisini görmeden önce galiba antolojilerden birinde bir şiirini okuyup hayran olmuştum.

Eğer yanılmıyorsam, rahmetli Mehmed Âkif le müştereken İran Şahı Mehmed Ali için yazılmıştı.

Gürz-i girân-ı zulmünü ey kanlı nâsiye
Eyuan-ı zercidârına as ziynetim diye

diye başlayan bu manzumenin ne coşkun ve ne tok bir sesi, ne kahramanca bir ahengi vardır.

Sonra bir gün Harp Mecmuası'nda çıkan bir şiirinde:
Bedayi ihtira eyler ölüm bahsinde erkekler

mısraını okuyunca, onun kalemine biat ettim. O vakit harbin ilk senesiydi. Çanakkale’de ölüm değirmeninin çarkları insan kanıyla dönüyor, can öğütüyordu. İstanbul sokaklarında ceketlerinin boş kolları sarkan sülün gibi delikanlılar, koltuk değneklerini esnete esnete seken dağ gibi yiğitlerle karşılaşıyorduk. Midhat Cemal bunları ilk terennüm eden, bu ulvî sakatları tunç ve altın mısralara döken ilk şairdir. Edebiyat, onun hayatında ikinci planda gibi görünür. İlkin adliyeci idi; sonra yine onun serbest bir sahası demek olan noterliğe girişti. Fakat bütün bunlar bir heykelin kaidesine benzer. Midhat Cemal’in asıl hüviyeti sanatkârlığıdır. Öteki işleri, sırf bunu yükseltmek için yapar.

Az yazması, kendini az harcayışından değildir. İster ki yazdığı vakit, alın yazısı gibi silinmez şeyler yaratsın. Sanatının örsünde dövüp kılıç namluları gibi ortaya attığı mısralara bakınız, hepsinde soğumaz bir yürek ateşinin kızgınlığını, coşkun bir nabzın atışını görüp duyarsınız. Meselâ:

Hep selleri kan, taşları yekser kemik olsa.
Bir son nefes enkazı olup bitse nesîmi;
Ölmez bu vatan farz-ı muhal ölse de hattâ.
Çekmez kürenin sırtı bu tabut-ı cesîmi.
Açtı tarihe giden, ufku aşan şanlı yolu
Irkımın titremeyen tunç eli, âzâde kolu
Bu yolun her yeri uğrunda ölenlerle dolu
Gölgemiz sırtını asrın ezer, edvâre yüküz
Şühedâmızla yerin kalbine biz mahkûkûz.

parçalarını okuduğumuz vakit, şiirlerle ruhlarımızın birleştiğini, bu kuvvetli kanatlarla bizim de ayaklarımızın yerlerden kesildiğini duyuyoruz. Fikir, his ve şekil güzelliğini birleştirmeyen şiirler, muhataplarına bu uçuşu veremez. Midhat Cemal, sanatının pertavsızında duygu ışıklarını biriktirerek ateş yapan bahtiyarlardandır.

“Üslûbunda biraz Akif’i hatırlatan bir hal vardır,” derler. Evet, bazen mısralar arasında o muhteşem sanatkârı hatırladığımız oluyor. Fakat Midhat Cemal’in ruhu başkadır. Onda daha ulviyete meyyal bir hal sezilir. Sözünün saltanatı, âhenginin akordu daha başkadır.

Yalnız bir şiiri, bütün öteki şiirleriyle tezat halindedir, sanıyorum. Galiba bir an için, Midhat Cemal, eski mutasavvıfların ruhunu teneffüs etmiş olacak ki bize kendisini tam bir kaderiyyeci halinde gösteriyor.

Her noktada ölçülü, keskin ve coşkun bulmaya alıştığımız sanatkârı böyle her şeyi tesadüfe kurban etmiş görünce, biraz şaşırıyoruz:

Hayatı siz benim gözümle seyredin gülersiniz
Müessiriz mi sandınız? Hayır, hata, esersiniz.
Safa, cefâ zekâ, dehâ, şeref, cehâlet ilm ü fen
Tesadüfen, tesadüfen, tesadüfen, tesadüfen 
Tesadüfen bu çehre parlıyor, o çehre kapkara.
Tesadüfen bu mutena, tesadüfen o maskara 
Neticeler içinde gizlenen sebep “tesadüfen ”
Tesadüfen, tesadüfen hulâsa hep tesadüfen!

Kendisini yakından tanımadığım, hususiyetlerini bir bir incelemek fırsatına eremediğim için, bu fatalıst tefekkürün ne dereceye kadar ona mal edilebileceğini kestiremiyorum. Fakat başka eserlerinde buna benzer örnekler görülmediğine bakılırsa, bu telakkiyi de tesadüfen kalemin ucuna takılmış bir fantezi sayabiliriz.    

Değerli sanatkârımızın, Üç İstanbul adıyla romanımsı bir eseri de var. Bir devrin siması bakımından pek kıymetli görüşlerle doludur. Son günlerde çıkardığı Mehmed Akif ise, bütün tetkik ve tahlil meraklılarına örnek olacak güzellikte bir monografidir. Akif’e ne mutlu ki arkasında bu kadar büyük ve kuvvetli bir dost bırakmış.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

 

İLGİLİ İÇERİK

KUVVET - MİTHAT CEMAL KUNTAY

KİMİZ? - MİTHAT CEMAL KUNTAY

GAZİ'YE - MİTHAT CEMAL KUNTAY

ATATÜRK'Ü ANKARA'DA KARŞILARKEN - MİTHAT CEMAL KUNTAY

EĞİLME! - MİTHAT CEMAL KUNTAY


MİTHAT CEMAL KUNTAY - YUSUF ZİYA ORTAÇ EDEBİ PORTRELER

Birinci Dünya Savaşının yoksul günlerinde, perişan günlerindeydik. Kadıköy vapurundaydım. Yanımdaki arkadaşım yavaşça kolumu dürttü:

— Mithat Cemal!...

Karşımızdaki sırada oturuyordu. Güzel yüzlü, gür sesli, alımlı bir genç adamdı: Otuz yaşında ancak... Elbisesi temiz, ama soluktu. Gömleği ütülü, ama yıpranmıştı. Hele siyah iskarpinleri, sağlı sollu, makine dikişiyle yamalıydı!... Mithat Cemal’di bu, Mithat Cemal:

Ölmez bu vatan, farz-ı muhal, ölse de hattâ,
Çekmez kürenin sırtı o tâbût-u cesîmi!

Mısralarını yazan şair!...

Büyük ve saltanatlı sözün çok beğenildiği o yıllarda, bu iki mısra bütün bir edebiyata bedeldi. Sonra, bu iki mısraı, Birinci Büyük Millet Meclisi kürsüsünden Mustafa Kemal bile okuyacaktı!

Aradan kaç yıl geçti, sayamıyacağım. Bir akşam, onun Mısır apartmanındaki dairesinde çaya dâvet edildim:

Eski ve seçme eşya ile döşeli, kibar bir salondu bu... Artık, Adliye veznesinden maaş bekleyen Mithat Cemal’in değil, Galata Noteri Mithat Cemal’in evindeydim!

Bu çayda Abdullah Cevdet vardı, Süleyman Nazif vardı... Başka, kim vardı, bilmiyorum. Güzel konuşuyordu, bol konuşuyordu, süslü konuşuyordu.

Aradan bir kaç ay geçti, onu tekrar gördüm: Halil Nihat Boztepe’nin evinde: Şıktı, gümüş pırıltılı saçları, beyaz benekli nefti papiyonu ile pek şık. O akşam, galiba daha çok sevdim onu... Ama, dostluğumuz tesadüflerin dostluğuydu: Bir öğle üstü Abdullah Efendi Lokantası'nda, bir akşam üstü Lebon’da... Hepsi o kadar.

Asıl dostluğumuz, bir yaz günü başladı: Büyükada’da, Anadolu Kulübü bahçesinde... Başını, siyah yapraklı, sert gövdeli bir ağacın gölgesine saklamış, geniş koltukta güneşleniyordu. Beni görünce, sesi sahiden sevinçli, elini telâşla sallayarak çağırdı:

— Buyurmaz mısınız?...

Yandaki masadan bir koltuk alacaktım. Durdurdu:

— Sakın haaa... Musaaa!... Beyefendiye şu koltuğu getir!

Daha otururken söze nasihatle başladı:

— Ağır kaldırmayınız... Maddî ve mânevi yükümüz bize kâfi!..

Sonra, oturduğu, hayır, daha doğrusu yattığı koltukta biraz yana dönerek gülümsedi:

— Sizi bizim cemiyete âza yazalım... Bilmiyorsunuz, değil mi?... Ben burada bir cemiyet kurdum: Ayağa kalkmıyanlar Cemiyeti!... Aman birader, rahat mı edeceğiz bu bahçede, yoksa gelene, geçene selâm mı duracağız?...

Sonra, garsonun getirdiği küçük acem bardağındaki çaya şeker atmaya başladı: Bir, iki, üç... Tam sekiz şeker!

Ne dalgınlıktı bu?...

— Aman beyefendi, dedim, sekiz şeker attınız...

— Ne yapayım, dedi, daha fazla getirmemiş ki!...

O güldü, ben güldüm ve karşılıklı iki kahkaha ile anlaştık!

Artık birbirimizin tiryakisi olmuştuk. Konuşmamız, sizli değil, senliydi! Bir akşam, yemek salonunda, baktım, masasından alevler yükseliyor. Tutuşmuş bir meyva tabağıydı bu: Kayısılar, şeftaliler, erikler yangını!... Yarım saat sonra, bahçede kahvelerimizi içerken öğrendim: Tifo’yu yakıyormuş!

Meraklıydı, çok meraklı. Vapurda bir pencere açılsa telâşla yalvarırdı:

— Aman ne yapıyorsunuz, zatürree giriyor içeri!...

Biraz bencildi, biraz vehimliydi, ama servete eğilmez, kuvvete eğilmez, yalnız... Yalnız güzele eğilirdi: İster ağaç olsun, ister ipek olsun, ister kadın!

Kadında, güzellik anlayışı başkaydı onun: Kemik güzeli derdi, çizgi güzeli derdi, renk, ışık güzeli derdi... Eğer ucu bir şeytan fiskesiyle hafifçe havaya kalkmış bir burun görürse, yahut ince bilekli iki kılıç bacak, yeterdi ona: Bu güzel kadındır!... Yaşa bakmaz, ellilik bir «şûh-u güzeşte»ye:

— Hayat var onda, hayat... Mektep kokmuyor! diye âdeta iç çekerdi...

Şairdi. Güzel şair, gür sesli şair. Kelimenin de tadını alırdı, kafiyenin de.. Adı şarlatan bir şöhretle kanatlanmadıysa edebiyatın siyasetini yapmadığı içindir. Biraz da elindeki kalem, vatanını, milletini, tarihini konuşmaktan, kalbini konuşmaya pek az vakit bulduğu için!

Kitabının adı bile bunu söylüyor bize: Türk’ün Şehnâmesi!

Son sahifede sıralanan şiirlerin isimlerine bakınız: Yurt Duyguları, Atatürk’ün Heykeli Önünde, Gazi’ye, Atatürk’ün Cenazesi Ankara’da Karşılanırken, Büyük Ölü’ye, Millî Hâkimiyet Şarkısı, Talât’ın Tabutu Önünde, Topkapı Müzesinde, Fatih’e, Kolu Kesik Asker’e, Meçhul Asker’e, Rüstem Paşa Camii, Çanakkale, Gençlerin Şarkısı...

İster acı olsun, ister sevinç, her büyük günde onun sesi vardır. Cumhuriyet’in onbeşinci yıldönümünde yazdığı şiirden dört mısra alıyorum:

Asrın yaşamak hakkını vermez sana kimse,
Sen asrını, üstünde izin varsa benimse!
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır!

Atatürk’ün tabutu önünde hangi kalem, Mithat Cemal’den başka, ona yaraşan şu büyük sesle konuştu:

Yine onbeş sene evvel gibi Gazi geliyor,
Yine onbeş sene evvelki kadar yükseliyor.
Yine başlarda oturmuş, yine göklerde başı,
Yıldırımlar yine bir eski silâh arkadaşı.
Ölümün bitmeyen ufkunda yatarken yine sağ,
Bir avuç toprak olurken yine yüksek, yine dağ.

Rüstem Paşa Camiini gezerken, Fatih’in türbesine bakarken, Çanakkale’yi düşünürken, Mithat Cemal, hep bu Mithat Cemal’dir. Millî Hâkimiyet Şarkısında da bu:

Bir tek saray on bin evi, yüz bin evi yerken,
Bir nazlı kadın on köyü bir günde giyerken,
Sen toprağa artık «vatanımdır» diyemezsin!

O, eşine, çocuğuna, evine de daima otuz altı buçuğun üstünde bir ateşle âşıktı. Kadınlarımızı, yabancı kadınların saltanatını kıskanarak sever:

— Bizim Ayşelerimiz, bizim Fatmalarımız bunların giydikleri kürklerin, sürdükleri kokuların adlarını bile bilmezler! diye sesi ağlayarak iç çekerdi.

Karısı Nâile hanıma yazdığı şu mısralarda onun âşık kalbini görürsünüz:

Her hamleme bir başka kanad, başka ufuksun,
Koptukça kanadlar gibi azmimden ufuklar...
Yırtılmış, atılmış o kâğıtlar ki hayatım
Her parçası, her büklümü üstünde adın var!

Hayat arkadaşının öleceğini duyduğu gün hayat ona ölüm oldu. Aylarca, iki lokma yemeğini tabağına damlayan gözyaşlariyle karışık yedi.

Ömrünün son yıllarında bir kadına âşık olduğunu biliyorum. Ama ne aşk, ne umutsuz, ne kıskanç aşk... Aşağıdaki şiir onun için yazılmış ve hiçbir yerde çıkmamıştır:

O KADINA

Kendi aşkımda ben vefâ aradım,
Bana siz verdiniz o hârikayı.
Uçurumsuz bir irtifa aradım,
Sizde buldum bugün o şâhikayı!

İstemem vuslatın hakikatini,
Yetişir vuslatın hayali bana.
Bahtiyar olmak istemem, yetişir
Bahtiyar olmak ihtimali bana!

Ömrümün günleriyle birliktir
Gecelerden uzun tahayyülünüz,
Talihim gülmemişse kendi bilir,
Bana âlemde sade siz gülünüz!..

Bu kadın da Mithat Cemal’i seviyordu. Ona varmağa hazırdı. Ama, Mithat Cemal almadı. Gözlerinden yaşlar akarak:

— Almam Yusuf Ziyacığım, dedi, alamam... Kadın zengin, ben züğürdüm. Parası için aldı derler!

Sevdiklerine yazdığı mezar taşları, dostlarına verdiği fotoğraflara yazdığı mısralar içinde de sahiden güzelleri vardır, acıları vardır, nüktelileri vardır. Bir gün, Galatadaki Dördüncü Noterlik dairesinde, Nihat Erim’e:

— Baş kâtibim, baş arkadaşım, baş belâm! diye takdim ettiği Süreyya Ormancı’ya hediye ettiği fotoğrafın üstünde şu kıt’a var:

Sen gıyaben de huzurumdasın ey mihr-i zekâ,
Seni, zannetme gözüm sadece gördükte arar.
Yerin üstündeki yıldızları bilmezse adam,
Yedi kandilli Süreyyayı, gider gökte arar!

Doğrusunu isterseniz, Süreyya onun değil, o Süreyyanın baş belâsı idi. Dairenin bütün sorumluluklarını, bütün yükünü bazı bembeyaz dişleriyle gülerek, bazı gözbebekleri çıldırarak taşırdı... Taşırdı, çünkü Mithat Cemal’i yalmz seven değil, duyan, anlayan, tadan adamdı!

Mithat Cemal Kuntay, tanıdığım insanların en çalışkanlarından biridir. Güçlükten yılmazdı. Fransızcayı kendi kendine ve sahiden öğrenmişti. Zengin ve zarif kitaplığında, kalemle okunmamış tek kitap, kenarına not yazılmamış tek sahife bulamazsınız.

Namık Kemal, Mehmet Âkif, Türk edebiyatına büyük emeklerinin iki armağanıdır.

Bize bir de Tevfik Fikret verecekti: Bilmediğimiz şiirleri, hicivleri, mektupları, öfkeleriyle bir Tevfik Fikret...

Kaplan gücü ve karınca sabriyle topladığı bir sandık dolusu vesika acaba nerede, ne oldu şimdi?...

Hiç kimse, bu yazılmamış eseri onun büyük sabriyle yazamaz. Ama ne olursa olsun, Mithat Cemal’i kaybettik, vesikaları kaybetmesek!

Kuntay, bütün hayatmca güzel, ama daima parasız yaşadı. Maçka’da eski ve seçme eşya ile döşeli iyi bir apartmanda otururdu. Otomobilden başka taşıta binmezdi. Yalnız Abdullah Efendi Lokantasında bol ve pahalı yerdi. Daima en büyük terzilerde giyinirdi... Ve meteliksiz gezerdi!

Ne zarif insandı, ne hazır cevap insandı bilseniz... Nükteyi, kendisine karşı bile olsa feda etmezdi.

Bir gün, Kolaro’nun camında pek şık bir mendil gördü: Koyu lâcivert üstüne kibar desenli, büyük, ipek bir mendil... Telâşla beni de sürükledi içeri:

— İki gözüm, kaça o camekândaki mendil?...

— Otuz beş lira beyefendi... İki tane kaldı: Biri gördüğünüz, biri de onun bordosu... Çıkardı. Sahiden güzeldi ikisi de...

— Peki, lütfen sarınız, bağlayınız!

— Şimdi, lütfen masanızın gözünde dursun... Param olduğu gün gelip alacağım!

O, mağazanın kırk yıllık müşterisiydi. Adam yalvardı:

— Beyefendi, alınız... Rica ederim... Ne zaman emrederseniz o zaman verirsiniz parasını...

— Hayır Kolaro’cuğum, olmaz!

— Canım Mithat Cemal Bey, ben sizi bilmez miyim?.. Bu söze, Mithat Cemal, zehir gibi bir kahkahaya zehir gibi bir nükte katarak cevap verdi:

— Her halde benim kadar bilmezsin!...

Üç dört gün sonra mendillere kavuştuğu zaman çocuk gibi seviniyordu.

Yine bir gün, otomobil bulamamış, Maçka’dan otobüse binmiş. Arkasında cam açmışlar. Hemen biletçiye emretmiş:

— Camı kapayınız...

Buna, dik bir erkek sesi cevap vermiş:

— Hava alacağız...

Mithat Cemal bu, hemen cevabı yapıştırmış:

— Burası Çamlıca değil!

1951 yılında ilk defa Avrupaya gitti. Paris’ten «İki gözüm, canımın içi Süreyya» diye yazdığı mektuptan bir kaç satır alıyorum:

«Mektubunda bana fazla, çok fazla şeyler yazıyorsun. Utanıyorum.»

«Bizim aramızda ancak ağabey ve kardeş sevgisi sokulup girebilir.»

«Başkalarının arasında güzel, çok güzel olan hürmet bile bizim, aramızda sevimsizdir.»

«Paris denilen yer paraya doymayan bir canavar. Cep cüzdanım mütemadiyen açılıp kapanmadan on günde birkaç senelik eskidi!»

Yazın, Ada’da, Anadolu Kulübünde —Eyvaaah o da ölen— Ressam Kenan Temizan’la tavla oynamış. Kırk lira kaybetmiş. Yine başkâtibine gönderdiği mektupta bakınız, nasıl özür diliyor:

«Bu muvafık değil. Fakat kırk lirayı altmış üç seneme taksim edersen her yıla yetmiş beş kuruş bile düşmez! Ömrümde ilk defa olan bu hâdiseyi hoşgörüver!»

Nasıl?... Koca adam, yaptığından, başkâtibine, başdostuna karşı çocuk gibi utanıyor, değil mi?.

1955 yılının yazında yine Adada, yine Anadolu Kulübü bahçesindeydik. Gittikçe durgunlaşıyor, donuklaşıyordu neş’esi... Az yiyordu, az konuşuyordu, az gülüyordu. Henüz mevsim sonu gelmeden İstanbul’a dönmeğe karar verdi ansızın. Bıkkın bir sesle:

— İlk defa Ada’dan sıkılıyorum, dedi... Kış için damarlarımda, kemiklerimde biriktirdiğim güneş bile bana soğuk geliyor bu yaz...

Kışa doğru yatağa düştü. Önce soğuk algınlığı sandı, sonra astm, daha sonra da verem... Asıl hastalığı, kanser, aklına gelmiyordu bir türlü!...

Vefalı dostu, büyük doktorumuz Ekrem Şerif’in göğsünü dinleyen geniş alnına hayranlıkla bakıyor:

— Başı kafasına sığmıyor, diyordu.

Bir gün, on yıldır kapısını açmadığı eşinin yatak odasına geçmek istedi. Onun hayata gözlerini yumduğu yatağa uzandı ve bir daha uyanmamak üzere uyudu.

Mezar taşını kendisi yazmıştır:

"Burada bir karı, koca yatıyor. İkisine bir Fâtiha yeter!"

YUSUF ZİYA ORTAÇ
Portreler, S. 85-92

İLGİLİ İÇERİK

KUVVET - MİTHAT CEMAL KUNTAY

KİMİZ? - MİTHAT CEMAL KUNTAY

GAZİ'YE - MİTHAT CEMAL KUNTAY

ATATÜRK'Ü ANKARA'DA KARŞILARKEN - MİTHAT CEMAL KUNTAY

EĞİLME! - MİTHAT CEMAL KUNTAY

SON EKLENENLER

Üye Girişi