Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

MİTHAT CEMAL KUNTAY - YUSUF ZİYA ORTAÇ EDEBİ PORTRELER

Birinci Dünya Savaşının yoksul günlerinde, perişan günlerindeydik. Kadıköy vapurundaydım. Yanımdaki arkadaşım yavaşça kolumu dürttü:

— Mithat Cemal!...

Karşımızdaki sırada oturuyordu. Güzel yüzlü, gür sesli, alımlı bir genç adamdı: Otuz yaşında ancak... Elbisesi temiz, ama soluktu. Gömleği ütülü, ama yıpranmıştı. Hele siyah iskarpinleri, sağlı sollu, makine dikişiyle yamalıydı!... Mithat Cemal’di bu, Mithat Cemal:

Ölmez bu vatan, farz-ı muhal, ölse de hattâ,
Çekmez kürenin sırtı o tâbût-u cesîmi!

Mısralarını yazan şair!...

Büyük ve saltanatlı sözün çok beğenildiği o yıllarda, bu iki mısra bütün bir edebiyata bedeldi. Sonra, bu iki mısraı, Birinci Büyük Millet Meclisi kürsüsünden Mustafa Kemal bile okuyacaktı!

Aradan kaç yıl geçti, sayamıyacağım. Bir akşam, onun Mısır apartmanındaki dairesinde çaya dâvet edildim:

Eski ve seçme eşya ile döşeli, kibar bir salondu bu... Artık, Adliye veznesinden maaş bekleyen Mithat Cemal’in değil, Galata Noteri Mithat Cemal’in evindeydim!

Bu çayda Abdullah Cevdet vardı, Süleyman Nazif vardı... Başka, kim vardı, bilmiyorum. Güzel konuşuyordu, bol konuşuyordu, süslü konuşuyordu.

Aradan bir kaç ay geçti, onu tekrar gördüm: Halil Nihat Boztepe’nin evinde: Şıktı, gümüş pırıltılı saçları, beyaz benekli nefti papiyonu ile pek şık. O akşam, galiba daha çok sevdim onu... Ama, dostluğumuz tesadüflerin dostluğuydu: Bir öğle üstü Abdullah Efendi Lokantası'nda, bir akşam üstü Lebon’da... Hepsi o kadar.

Asıl dostluğumuz, bir yaz günü başladı: Büyükada’da, Anadolu Kulübü bahçesinde... Başını, siyah yapraklı, sert gövdeli bir ağacın gölgesine saklamış, geniş koltukta güneşleniyordu. Beni görünce, sesi sahiden sevinçli, elini telâşla sallayarak çağırdı:

— Buyurmaz mısınız?...

Yandaki masadan bir koltuk alacaktım. Durdurdu:

— Sakın haaa... Musaaa!... Beyefendiye şu koltuğu getir!

Daha otururken söze nasihatle başladı:

— Ağır kaldırmayınız... Maddî ve mânevi yükümüz bize kâfi!..

Sonra, oturduğu, hayır, daha doğrusu yattığı koltukta biraz yana dönerek gülümsedi:

— Sizi bizim cemiyete âza yazalım... Bilmiyorsunuz, değil mi?... Ben burada bir cemiyet kurdum: Ayağa kalkmıyanlar Cemiyeti!... Aman birader, rahat mı edeceğiz bu bahçede, yoksa gelene, geçene selâm mı duracağız?...

Sonra, garsonun getirdiği küçük acem bardağındaki çaya şeker atmaya başladı: Bir, iki, üç... Tam sekiz şeker!

Ne dalgınlıktı bu?...

— Aman beyefendi, dedim, sekiz şeker attınız...

— Ne yapayım, dedi, daha fazla getirmemiş ki!...

O güldü, ben güldüm ve karşılıklı iki kahkaha ile anlaştık!

Artık birbirimizin tiryakisi olmuştuk. Konuşmamız, sizli değil, senliydi! Bir akşam, yemek salonunda, baktım, masasından alevler yükseliyor. Tutuşmuş bir meyva tabağıydı bu: Kayısılar, şeftaliler, erikler yangını!... Yarım saat sonra, bahçede kahvelerimizi içerken öğrendim: Tifo’yu yakıyormuş!

Meraklıydı, çok meraklı. Vapurda bir pencere açılsa telâşla yalvarırdı:

— Aman ne yapıyorsunuz, zatürree giriyor içeri!...

Biraz bencildi, biraz vehimliydi, ama servete eğilmez, kuvvete eğilmez, yalnız... Yalnız güzele eğilirdi: İster ağaç olsun, ister ipek olsun, ister kadın!

Kadında, güzellik anlayışı başkaydı onun: Kemik güzeli derdi, çizgi güzeli derdi, renk, ışık güzeli derdi... Eğer ucu bir şeytan fiskesiyle hafifçe havaya kalkmış bir burun görürse, yahut ince bilekli iki kılıç bacak, yeterdi ona: Bu güzel kadındır!... Yaşa bakmaz, ellilik bir «şûh-u güzeşte»ye:

— Hayat var onda, hayat... Mektep kokmuyor! diye âdeta iç çekerdi...

Şairdi. Güzel şair, gür sesli şair. Kelimenin de tadını alırdı, kafiyenin de.. Adı şarlatan bir şöhretle kanatlanmadıysa edebiyatın siyasetini yapmadığı içindir. Biraz da elindeki kalem, vatanını, milletini, tarihini konuşmaktan, kalbini konuşmaya pek az vakit bulduğu için!

Kitabının adı bile bunu söylüyor bize: Türk’ün Şehnâmesi!

Son sahifede sıralanan şiirlerin isimlerine bakınız: Yurt Duyguları, Atatürk’ün Heykeli Önünde, Gazi’ye, Atatürk’ün Cenazesi Ankara’da Karşılanırken, Büyük Ölü’ye, Millî Hâkimiyet Şarkısı, Talât’ın Tabutu Önünde, Topkapı Müzesinde, Fatih’e, Kolu Kesik Asker’e, Meçhul Asker’e, Rüstem Paşa Camii, Çanakkale, Gençlerin Şarkısı...

İster acı olsun, ister sevinç, her büyük günde onun sesi vardır. Cumhuriyet’in onbeşinci yıldönümünde yazdığı şiirden dört mısra alıyorum:

Asrın yaşamak hakkını vermez sana kimse,
Sen asrını, üstünde izin varsa benimse!
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır!

Atatürk’ün tabutu önünde hangi kalem, Mithat Cemal’den başka, ona yaraşan şu büyük sesle konuştu:

Yine onbeş sene evvel gibi Gazi geliyor,
Yine onbeş sene evvelki kadar yükseliyor.
Yine başlarda oturmuş, yine göklerde başı,
Yıldırımlar yine bir eski silâh arkadaşı.
Ölümün bitmeyen ufkunda yatarken yine sağ,
Bir avuç toprak olurken yine yüksek, yine dağ.

Rüstem Paşa Camiini gezerken, Fatih’in türbesine bakarken, Çanakkale’yi düşünürken, Mithat Cemal, hep bu Mithat Cemal’dir. Millî Hâkimiyet Şarkısında da bu:

Bir tek saray on bin evi, yüz bin evi yerken,
Bir nazlı kadın on köyü bir günde giyerken,
Sen toprağa artık «vatanımdır» diyemezsin!

O, eşine, çocuğuna, evine de daima otuz altı buçuğun üstünde bir ateşle âşıktı. Kadınlarımızı, yabancı kadınların saltanatını kıskanarak sever:

— Bizim Ayşelerimiz, bizim Fatmalarımız bunların giydikleri kürklerin, sürdükleri kokuların adlarını bile bilmezler! diye sesi ağlayarak iç çekerdi.

Karısı Nâile hanıma yazdığı şu mısralarda onun âşık kalbini görürsünüz:

Her hamleme bir başka kanad, başka ufuksun,
Koptukça kanadlar gibi azmimden ufuklar...
Yırtılmış, atılmış o kâğıtlar ki hayatım
Her parçası, her büklümü üstünde adın var!

Hayat arkadaşının öleceğini duyduğu gün hayat ona ölüm oldu. Aylarca, iki lokma yemeğini tabağına damlayan gözyaşlariyle karışık yedi.

Ömrünün son yıllarında bir kadına âşık olduğunu biliyorum. Ama ne aşk, ne umutsuz, ne kıskanç aşk... Aşağıdaki şiir onun için yazılmış ve hiçbir yerde çıkmamıştır:

O KADINA

Kendi aşkımda ben vefâ aradım,
Bana siz verdiniz o hârikayı.
Uçurumsuz bir irtifa aradım,
Sizde buldum bugün o şâhikayı!

İstemem vuslatın hakikatini,
Yetişir vuslatın hayali bana.
Bahtiyar olmak istemem, yetişir
Bahtiyar olmak ihtimali bana!

Ömrümün günleriyle birliktir
Gecelerden uzun tahayyülünüz,
Talihim gülmemişse kendi bilir,
Bana âlemde sade siz gülünüz!..

Bu kadın da Mithat Cemal’i seviyordu. Ona varmağa hazırdı. Ama, Mithat Cemal almadı. Gözlerinden yaşlar akarak:

— Almam Yusuf Ziyacığım, dedi, alamam... Kadın zengin, ben züğürdüm. Parası için aldı derler!

Sevdiklerine yazdığı mezar taşları, dostlarına verdiği fotoğraflara yazdığı mısralar içinde de sahiden güzelleri vardır, acıları vardır, nüktelileri vardır. Bir gün, Galatadaki Dördüncü Noterlik dairesinde, Nihat Erim’e:

— Baş kâtibim, baş arkadaşım, baş belâm! diye takdim ettiği Süreyya Ormancı’ya hediye ettiği fotoğrafın üstünde şu kıt’a var:

Sen gıyaben de huzurumdasın ey mihr-i zekâ,
Seni, zannetme gözüm sadece gördükte arar.
Yerin üstündeki yıldızları bilmezse adam,
Yedi kandilli Süreyyayı, gider gökte arar!

Doğrusunu isterseniz, Süreyya onun değil, o Süreyyanın baş belâsı idi. Dairenin bütün sorumluluklarını, bütün yükünü bazı bembeyaz dişleriyle gülerek, bazı gözbebekleri çıldırarak taşırdı... Taşırdı, çünkü Mithat Cemal’i yalmz seven değil, duyan, anlayan, tadan adamdı!

Mithat Cemal Kuntay, tanıdığım insanların en çalışkanlarından biridir. Güçlükten yılmazdı. Fransızcayı kendi kendine ve sahiden öğrenmişti. Zengin ve zarif kitaplığında, kalemle okunmamış tek kitap, kenarına not yazılmamış tek sahife bulamazsınız.

Namık Kemal, Mehmet Âkif, Türk edebiyatına büyük emeklerinin iki armağanıdır.

Bize bir de Tevfik Fikret verecekti: Bilmediğimiz şiirleri, hicivleri, mektupları, öfkeleriyle bir Tevfik Fikret...

Kaplan gücü ve karınca sabriyle topladığı bir sandık dolusu vesika acaba nerede, ne oldu şimdi?...

Hiç kimse, bu yazılmamış eseri onun büyük sabriyle yazamaz. Ama ne olursa olsun, Mithat Cemal’i kaybettik, vesikaları kaybetmesek!

Kuntay, bütün hayatmca güzel, ama daima parasız yaşadı. Maçka’da eski ve seçme eşya ile döşeli iyi bir apartmanda otururdu. Otomobilden başka taşıta binmezdi. Yalnız Abdullah Efendi Lokantasında bol ve pahalı yerdi. Daima en büyük terzilerde giyinirdi... Ve meteliksiz gezerdi!

Ne zarif insandı, ne hazır cevap insandı bilseniz... Nükteyi, kendisine karşı bile olsa feda etmezdi.

Bir gün, Kolaro’nun camında pek şık bir mendil gördü: Koyu lâcivert üstüne kibar desenli, büyük, ipek bir mendil... Telâşla beni de sürükledi içeri:

— İki gözüm, kaça o camekândaki mendil?...

— Otuz beş lira beyefendi... İki tane kaldı: Biri gördüğünüz, biri de onun bordosu... Çıkardı. Sahiden güzeldi ikisi de...

— Peki, lütfen sarınız, bağlayınız!

— Şimdi, lütfen masanızın gözünde dursun... Param olduğu gün gelip alacağım!

O, mağazanın kırk yıllık müşterisiydi. Adam yalvardı:

— Beyefendi, alınız... Rica ederim... Ne zaman emrederseniz o zaman verirsiniz parasını...

— Hayır Kolaro’cuğum, olmaz!

— Canım Mithat Cemal Bey, ben sizi bilmez miyim?.. Bu söze, Mithat Cemal, zehir gibi bir kahkahaya zehir gibi bir nükte katarak cevap verdi:

— Her halde benim kadar bilmezsin!...

Üç dört gün sonra mendillere kavuştuğu zaman çocuk gibi seviniyordu.

Yine bir gün, otomobil bulamamış, Maçka’dan otobüse binmiş. Arkasında cam açmışlar. Hemen biletçiye emretmiş:

— Camı kapayınız...

Buna, dik bir erkek sesi cevap vermiş:

— Hava alacağız...

Mithat Cemal bu, hemen cevabı yapıştırmış:

— Burası Çamlıca değil!

1951 yılında ilk defa Avrupaya gitti. Paris’ten «İki gözüm, canımın içi Süreyya» diye yazdığı mektuptan bir kaç satır alıyorum:

«Mektubunda bana fazla, çok fazla şeyler yazıyorsun. Utanıyorum.»

«Bizim aramızda ancak ağabey ve kardeş sevgisi sokulup girebilir.»

«Başkalarının arasında güzel, çok güzel olan hürmet bile bizim, aramızda sevimsizdir.»

«Paris denilen yer paraya doymayan bir canavar. Cep cüzdanım mütemadiyen açılıp kapanmadan on günde birkaç senelik eskidi!»

Yazın, Ada’da, Anadolu Kulübünde —Eyvaaah o da ölen— Ressam Kenan Temizan’la tavla oynamış. Kırk lira kaybetmiş. Yine başkâtibine gönderdiği mektupta bakınız, nasıl özür diliyor:

«Bu muvafık değil. Fakat kırk lirayı altmış üç seneme taksim edersen her yıla yetmiş beş kuruş bile düşmez! Ömrümde ilk defa olan bu hâdiseyi hoşgörüver!»

Nasıl?... Koca adam, yaptığından, başkâtibine, başdostuna karşı çocuk gibi utanıyor, değil mi?.

1955 yılının yazında yine Adada, yine Anadolu Kulübü bahçesindeydik. Gittikçe durgunlaşıyor, donuklaşıyordu neş’esi... Az yiyordu, az konuşuyordu, az gülüyordu. Henüz mevsim sonu gelmeden İstanbul’a dönmeğe karar verdi ansızın. Bıkkın bir sesle:

— İlk defa Ada’dan sıkılıyorum, dedi... Kış için damarlarımda, kemiklerimde biriktirdiğim güneş bile bana soğuk geliyor bu yaz...

Kışa doğru yatağa düştü. Önce soğuk algınlığı sandı, sonra astm, daha sonra da verem... Asıl hastalığı, kanser, aklına gelmiyordu bir türlü!...

Vefalı dostu, büyük doktorumuz Ekrem Şerif’in göğsünü dinleyen geniş alnına hayranlıkla bakıyor:

— Başı kafasına sığmıyor, diyordu.

Bir gün, on yıldır kapısını açmadığı eşinin yatak odasına geçmek istedi. Onun hayata gözlerini yumduğu yatağa uzandı ve bir daha uyanmamak üzere uyudu.

Mezar taşını kendisi yazmıştır:

"Burada bir karı, koca yatıyor. İkisine bir Fâtiha yeter!"

YUSUF ZİYA ORTAÇ
Portreler, S. 85-92

İLGİLİ İÇERİK

KUVVET - MİTHAT CEMAL KUNTAY

KİMİZ? - MİTHAT CEMAL KUNTAY

GAZİ'YE - MİTHAT CEMAL KUNTAY

ATATÜRK'Ü ANKARA'DA KARŞILARKEN - MİTHAT CEMAL KUNTAY

EĞİLME! - MİTHAT CEMAL KUNTAY

SON EKLENENLER

Üye Girişi