Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 

ZİYA GÖKALP-EDEBİ PORTRELER

Geniş bir göğüs, kuvvetli bir boyun üstünde aslan yelesi gibi kabarık saçlı büyük bir baş. Şeftali esmerliğinde bir yüz. Ortası yüksek alnına bakanların içleri saygı ile dolardı. Siyah gözlerindeki derin parıltı, bazen ışıktan bir burgu olur, meçhulün peçesini, cevherin kabuğunu ve riyakârın maskesini delerdi.

Kımıldanışında garip bir ağırlık vardı. Onu hiçbir zaman ve hiçbir yerde boşuna vakit geçirir gören olmamıştır. Ya okur, ya yazar yahut düşünürdü. Boynu başındaki muazzam fikirleri taşıyamıyormuş gibi biraz sağa bükülü durur, saatlerce öyle dalgın kalırdı. Pos bıyıkları altında o heybetli yüzden beklenmez ince bir gülümseyiş sezerdiniz. Hem dudaklar açılmadan, gözlerin, yanakların çizgileri gerilip buruşmadan bu tebessüm sezdirdi. Onunla ne vakit karşı karşıya kalsam, kendimi ufkî çağlayanlar gibi korkunç bir hızla aktığı halde ses vermeyen derin sular kenarında sanır, içimi ürpermeler alırdı.

İlk defa Selanik İttihat ve Terakki Mektebi’nde görmüştüm. Son sınıftaydık. Bir gün ortada bir telâş oldu. Konferans salonu hazırlandı. Kulaktan kulağa:

- Diyarbekir’den Ziya Gökalp isminde biri gelmiş, içtimaiyat okutacakmış! haberi yayıldı.

Ben, ne Ziya’yı tanıyor ne de içtimaiyatın mevzuunu biliyordum. Cehalette ne çok ortağım olduğunu da biraz sonra öğrendim. Sıraların önüne kanepeler, koltuklar dizildi. Başta vali olmak üzere, birçok mevki sahipleri ve bütün hocalarımızla sınıf arkadaşlığı ettik.

Bu kadar dikkat ve itina ile hazırlandığımız bu ilk ders, çok acayip ve hiç umulmaz bir halde geçmişti. Zil çalınca, kapıdan kaba şayaklar giymiş bir adam girdi. Henüz çocuktuk. Kabuğun tesirinden kurtularak öze bakacak kadar olgunlaşmamıştık. Onun bu derbederce hali bizi şaşırttı. Meğer o da çok utangaç yaradılışlı imiş. Kalabalığı görünce, durdu ve dakikalarca bir tek söz söyleyemedi.

Sınıfın havası tehlikeli bir hal almaya başlıyordu. Nerdeyse fırtına kopacak, kahkaha yıldırımları gürleyecekti. Bereket versin, vaktinde açıldı. Sosyolojinin tarifini, tarihini, mevzuunu söylemeye başladı da sinirler yatıştı. Yoksa bu güzel emelden pek fena bir netice de doğabilirdi.

Ben, Gökalp’i işte böyle bir günde, bu şartlar içinde tanıdım ve öldüğü güne kadar aramızdaki mesafe hiç daralmadı. O daima hocam ve ben her zaman talebesi olarak kaldım.

Ziya Bey, tarih ve zamanı ikiye bölmüş büyüklerdendir. Çünkü iç âlemi ve fikir dünyası bakımından ondan evvel bir Türkçe ve ondan sonra bir Türkiye vardır.

Diyarbekir gibi içerlek bir kasabada Ziya nasıl yetişti? İşin hârikalı tarafı bence buradan başlar. Yalnız ondaki ilim aşkını anlatmak için şunu söyleyeyim: Ziya, Baytar Mektebi’nin son sınıfında iken jurnal edilmiş ve Divan-ı Harp kararıyla Taşkışla’da hapse tıkılmıştı. Zindanda kendisine hiçbir kitap verilmiyordu. O da bir Kuran-ı Kerim istedi ve tetkike koyuldu. Dokuz ay başını kaldırmadan uğraştı. Medresecilerle çarpışırken gösterdiği fıkıh kuvvetinde bu iştigalin hayli izi vardır.

Ziya’yı sıradan bir âlim saymamalıyız. Çünkü onda âlimden ziyade bir filozof hali sezdirdi. Taşkın ruhu, eski Horasan erlerinin vecdiyle uyanmış kafası, müspet ilimlerle donanmıştı.

Ruşen Eşref ondan bahsederken, “Bize şarktan garbı getirdi!” der. Fâzıl Ahmet de Gökalp’in İlmî kudretini anlatmak için, “Garptan öküzü alır Kayseri pastırması yapardı,” hükmünü verir. Bu, Ziya’nın taklitten ne kadar uzak bir şahsiyet olduğunu anlatmak içindir. Doğrusu da budur ki ona gelinceye kadar Türk cemiyetini hiç kimse böyle kavramamış, böyle yoğurmamış, böyle terkipler yapamamıştı. Diyarbekir’de çıkan Âmid gazetesindeki makaleleri bile, ilk gençliğinin eserleri olduğu halde, etrafı düşündürüyordu. Selânik’te Genç Kalemler mecmuasında çıkanlar ise, İstanbul muhitini allak bullak etmişti. Herkes hayretle soruyordu:

- Bu kadar az zamanda Selânik nasıl olup da böyle bir sosyolog ve lisaniyatçı yetiştirdi?

Türkçülüğün Esaslarını kurarken gösterdiği geniş ihata, Ziya’yı birdenbire gençliğinin kutbu yapmıştı. Ruh ve iman ibrelerinin titreye titreye döndükleri bir kutup...

Bugün yapılan şeylerin hemen hepsini söylemiş, yazmıştı. Kızıl Elma, Altın Işık'takı manzumelerinde fikirleri dinamit gibi birikmiştir.

Türk Medeniyeti Tarihi, bu çığırın hâlâ hem başı hem sonudur. Daha hiç kimse çıkıp da bu mevzua onun kadar derinlik ve genişlik vererek işlemedi. Hem ortada bir örnek varken Ziya böyle bir yardımcı bulmadan, önünde hiçbir zekâ parıltısı, hiçbir emek izi yokken bunu yazmıştı.

“Türk milletinden, İslâm ümmetinden, garp medeniyetin-denim!” düsturunu kuran da odur. Hem memlekette bir halife padişah ve bir şeyhülislâm varken bu fikri ortaya atmak, ondaki İlmî cesaretin de şahididir.

Tehcir divan-ı harbinde kahraman bir mefkûreci pervasızlığı ile konuşmuştu. Bekirağa Bölüğü’nde, arkasında boyundan geçme lâcivert fanilası buruş buruş pantolonu ve bir kucak kitap ile dünyaya, sehpaya da metelik vermeyen, keyfinin istifini bozmayan tek adam oydu.

Malta’da zindanı irfan yuvası yaptı. Diyarbekir’e tekrar dönüşünde Küçük Mecmua'yı çıkardı. Onun kadar büyük ve ağır ilim mevzularını bu derecede geniş bir salâhiyetle işlemiş başka hiçbir matbua yoktur.

Cumhuriyet'te, “Çınaraltı Sohbetleri” başlığı ile makaleler yazdı. Konuşturduğu meçhul filozof kendisidir. Bir gün ona Ankara Caddesi’nde rastladım. Yüzü solgundu. Renginde çürüyen bir şeyler sezer gibi olup ürpermiştim. Bana eski ve yeni Türk aileleri hakkında düşündüklerini anlatmaya başladı. 0, bir kere coşunca artık zaman ve mesafe gözünden silinir, kendinden geçerdi. Yürüye yürüye tâ Nişantaşı’na kadar gitmişiz. Bundan sonra kendisini birkaç kere Ada’da ziyaret ettim. Hekimlerin yasak etmelerine rağmen korkunç bir çalışma sıtması içindeydi.

-    Bu kadar yorulmasan hocam! diyecek oldum.

Yüzüme uzun uzun baktı ve:

-    Kâğıda konacak şey çok, zaman az! cevabını verdi.

Zaman az, zaman az. Bu iki söz günlerce dilimden düşmedi.

Ne fena haberdi, ne kara haberdi bu! Nihayet meyve tedavisiyle zayıflayan vücutta eski bir yeisin yarası tekrar kanadı. Beynindeki kurşun, Sehâya iltihabına yol açmıştı. Fransız Hastahanesi’nde gözlerini yumdu.

Ziya ile Türkiye bir tek adam, bir tek âlim, bir tek mefkûreci ve bir kutup değil, bir çağ, koca bir devir kaybetmiştir.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi