Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

SÜLEYMAN NAZİF-2

Esmere yakın bir renk. Ama öyle esmer ki, içinde erimiş koyu bir pembeliğin de izi sezilir. Gür, sert bir kaş çatısı altında, siyahlığı ve derinliği artan bir çift göz. Gülerken bile keskinliği yumuşamayan bakışlar. Sakalının şurasına burasına serpilen gümüş teller, şakaklarına doğru çoğalıyor. Üst dudağı ileriye atılan asabi bıyıklarla örtülü. Ön dişleri sönmeyen bir şimşek gibi azıcık dışarıda... Geniş, ihtiraslı bir ağız ve kuvvetli bir çene...

Çınlamayan; fakat fırlattığı sözlere gülle hızı veren bir sesi vardı. Havayı ateş yapan bu sesin heyecansız zamanını ben, hiç hatırlamam. Çünkü boşuna konuşmazdı. Söylemeye katlandığı vakit ise, sözleri çıplak kılıçlar gibi şakırdardı. Yangın üstünde uçan kuşlar gibi çarpıntı içinde yaşadı. Durgunluk nedir bilmezdi. Ruhunun denizi hiç dinmeyen fırtınalarla köpüre köpüre bulutlara tırmanan bir çığlık ve uğultu mahşeriydi. İşte, benim tanıdığım Süleyman Nazif. Sevgisinde ve nefretinde samimi idi. Sayarken ne ise severken de o görünürdü. Çok kere beyaz dediği siyah çıkmıştır. Fakat buna onu inandırmak kabil olmazdı. Çünkü “Evet!” derken de, “Hayır!” hükmünü verirken de kendi içinden başka hiçbir varlığın tesirine kapılmazdı.

Kâh yıldırım yüklü bir bulut gibi, kâh tutuşmuş bir rüzgâr gibi arkasında aydınlık bırakarak eserdi.

Pervaneler, nasıl mumun etrafında dönüp dolaşırsa, Süleyman Nazif de tehlikelere öyle tutkundu. Kanatları yandıkça kurbanlığının lezzeti artar, gaye uğrunda ölmenin tadıyla kendinden geçerdi.

31 Mart Vakası’nda, İstanbul’u allak bullak eden meşhur makalesinin çıktığı gün o, elinde bastonuyla köprü üstünde dolaşmıştı.

Hâlbuki bu makale şeriatçıların elinde katlinin fetvası olabilirdi. Ama o kelle koltukta gezmeye bayıldığı için başkaları gibi saklanmadı.

İstanbul işgal edildiği gün Hâdisat’ta “Kara Gün”ü yazdı. Franşe Depere az daha onu kurşuna dizdiriyordu. Dostları araya girdiler, başını kurtardılar. Darülfünun konferans salonunda okunan meşhur hitabesi ise gerçekten vatanperverliğin, medeni şecaatin, ruh, gönül ve fikir kahramanlığının bir şaheseridir.

Malta’ya bu yüzden sürüldü. O zamanki hâkimler için bu sürgün hükmü silinmez bir vicdan lekesidir. İttihat ve Terakki’nin en büyük şahsiyetlerine, en şiddetli hücumları yapmaktan çekinmemişti.

Mazul iken, İaşe Nâzırı Kemal Bey’e yazdığı “Eya rezzâk-ı âlem!” hitaplı mektup bunların en güzel örneklerindendir. Hele Bağdat valisi iken rahmetli Enver Paşa’nın:

“Vilâyetiniz merkezinde iki yüz bin kıyye çay iddihar etmeniz mercudur,” tarzındaki telgrafına:

“Adreste yanılmışsınız. Bu telgrafı Çin fağfûruna çekmenizi tavsiye ederim!” deyişi, gerçekten imrenilecek bir şeydi. Çünkü bu cevaba yalnız gelişigüzel bir pervasızlığı değil, ince bir hücumu, keskin bir istihzayı da yerleştirmenin yolunu bulmuştu.

Yukarıda Süleyman Nazif’teki ikiliğe, tezada işaret etmiştim. Evet, bu sarsıntı onun bütün ömründe zaman zaman sezilir. Yalnız hesaplı değildi bunlar. Menfaatin ve küçük endişelerin hiçbiri onun ruhuna konamazdı.

Süleyman Nazif’in bu tezadı nazmı ile nesrinde de görünür. Nazımda ince, solgun ve kelebek kanatları gibi titrek duyguları besteleyen sanatkâr ile o gümbürtülü ve parlak nâsir arasında insan birdenbire münasebet bile bulamaz.

Muhtazır, münkesir sadâsında

Çırpınır bin cerihası ömrün;

Nagâmat-ı tarab fezasında

Muhtefîdir enîn-i ye’si bütün

gibi bir kıtanın onun kaleminden çıkacağına kim ihtimal verebilir?

Batarya ile Ateş yalnız bir yazının adı değil, bütün kitabı dolduran o satır namlularının kapsülüdür de. Her biri ayrı ayrı patlayan gürleyen ve gümbürdeyen satırlar...

Firak-ı Irak, bu Diyarbekir yıldızının gözyaşlarıdır. Her damlasında bir hüzün denizi çağlayan gözyaşları.

İsa’ya Mektup, zulümle kapalı göklere savrulmuş hudutsuz bir hitaptı. Öfkemizin yarasına onu sarmıştık. Süleyman Nazif’in bence en değerli taraflarından biri de şahsiyetlerin tetkikinde gösterdiği inatçı direniştir. Şair Âkif için yazdığı Mehmed Akif, hem bir tetkik hem başlı başına bir şiirdi.

Fuzûlî isimli eseri ise, o büyük Türk dâhisine dair yazılmış en güzel ve en yeni buluşlarla doludur. Fuzûlî’nin Farsî divanını ilk gören ve meşhur mukaddemesini terceme ederek birçok yanlış inanışları düzelten Süleyman Nazif oldu.

Hususi hayatında da vakarından hiç ayrılmazdı. Son yıllar para darlığı çekiyor, ihtiyaçlarını satın alamıyordu.

Fransızca gazeteleri okumak için matbaaya gelişi bu yüzdendi. Daima siyahlar giyer, açık renklerde biraz vakarını inciten bir hafiflik bulurdu.

Bursa mektupçuluğundan Trabzon ve Bağdat valiliklerine kadar memuriyet hayatı, bir sanatkârdan beklenmeyecek kadar düzgün ve faydalı geçmiştir. O idare ettiği beldelerin halkıyla değil, kendi âmirleriyle uğraşırdı. Haksızlık ne onun elinden çıkabilmiş ne de onun sırtına binebilmiştir.

Eğilerek almaktan, toplamaya katlanmaktan ise, aç ve çıplak kalmayı tercih ederdi. Son defa onu bizim kulüpte saz dinlerken görmüştüm. Bir pazar akşamıydı. Salı gününün gecesinde sabaha doğru zatürreeden öldü.

Kara toprak, onunla bir hâzinemizi daha almış, insanlık biraz daha züğürtlemiştir, sanıyorum.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi