Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

RECÂİZÂDE MAHMUD EKREM

(1847-1914)

Tanzimat devri şairi, tiyatro yazarı ve romancı.

1 Mart 1847’de İstanbul’da Vaniköy’de doğdu. Babası Tanzimat’tan sonra Takvimhâne nâzırlığı yapan şair, hattat ve vak‘anüvis Mehmed Şâkir Recâi Efendi, annesi sülâlesi Timurtaş Paşa’ya dayanan Adviye Hanım’dır. Küçük yaşta babasından Arapça ve Farsça öğrendi, bir süre Beyazıt Rüşdiyesi’nde ve Mekteb-i İrfân’da okudu (1858). Daha sonra Harbiye İdâdîsi’ne girdi, ancak ikinci sınıfta hastalanınca okuldan ayrılmak zorunda kaldı. 1862’de Hariciye Mektûbî Kalemi’nde çalışmaya başladı. Burada bir yandan eski şiir anlayışına bağlı Leskofçalı Galib ve Hersekli Ârif Hikmet, öte yandan Nâmık Kemal ve Âyetullah Bey gibi yenilikçi fikirlere sahip gençlerle tanıştı. Bu arada Fransızca öğrenerek Batı kültür ve edebiyatını tanıma fırsatı buldu. Divan tarzında şiirler yazmaya, Fransızca’dan bazı tercümeler yapmaya başladı. İlk yazıları Tasvîr-i Efkâr, Terakkî, Hakāyıku’l-vekāyi‘ ve Hazîne-i Evrâk gazetelerinde yayımlandı. 1866’da Maliye Esham Kalemi’ne, üç ay kadar sonra Tahrîr-i Emlâk Kalemi’ne geçti. Nâmık Kemal 1867 Mayısında Fransa’ya kaçarken Tasvîr-i Efkâr’ın sorumluluğunu ona bıraktı. 1868’de amcası Ârif Efendi’nin kızı Güzide Hanım’la evlendi. 1872’de Şûrâ-yı Devlet âza muavinliğine tayin edildi. 1876’da tedavi için bir süre Viyana yakınlarında bir kasabada kaldı. 1877’de Şûrâ-yı Devlet üyesi oldu, daha sonra Temyiz Mahkemesi üyeliğiyle Tanzimat Dairesi reisliğine getirildi. 1878-1887 yılları arasında Mekteb-i Sultânî ile Mekteb-i Mülkiyye’de edebiyat hocalığı yaptı. Bu yıllarda Nâmık Kemal ve Abdülhak Hâmid’le mektuplaşması sanat hayatının yönünü belirlemesinde önemli rol oynadı. Mekteb-i Mülkiyye’de okuttuğu ders notlarını Ta‘lîm-i Edebiyyât adıyla yayımlaması edebiyat çevrelerinde büyük bir yankı uyandırdı ve doğrudan doğruya şahsını hedef alan tenkitlere yol açtı. Zemzeme mukaddimesiyle Takdîr-i Elhân adlı eserlerini Muallim Nâci Demdeme başlığıyla yazdığı yazılarında eleştirdi. Gerek ilk çocuğu Pirâye’nin ve uzun yıllar yatalak olan oğlu Emced’in ölümü gerekse bu tenkitlerle idareden gördüğü baskılar yüzünden bunalan Ekrem’i 1883’te dünyaya gelen oğlu Nijad tekrar hayata bağladı. 1889’da resmî görevle Trablusgarp’a gitti. Dönüşte, yaşadığı sıkıntılardan kurtulma düşüncesiyle Avrupa’ya kaçmaya niyet ettiyse de Malta konsolosu tarafından İstanbul’a gönderildi. Hava değişimi için bir süre Büyükada’da oturması hükümetçe uygun görüldü (1890-1893). 1895’te, Ma‘lûmât gazetesi sahibi Baba Tâhir’le aralarında çıkan tartışma devam ederken Mekteb-i Mülkiyye’den öğrencisi Ahmed İhsan’a yayımlamakta olduğu Servet-i Fünûn’u yeni edebiyat anlayışını savunan gençlere açmasını tavsiye etti. Böylece 1896 yılı başlarında Servet-i Fünûn mecmuası etrafında Edebiyât-ı Cedîde hareketi kurulmuş oldu. Ancak büyük ümitler bağladığı topluluğun beş yıl sonra dağılması ve oğlu Nijad’ın ölümü tekrar edebiyat çevrelerinden uzaklaşmasına sebebiyet verdi. 1908’de II. Meşrutiyet’in ardından kurulan Kâmil Paşa kabinesinde Evkaf ve Maarif nâzırlıklarına getirildi, daha sonra Meclis-i Âyan üyesi oldu. 31 Ocak 1914’te vefat etti ve Anadoluhisarı’ndaki Küçüksu Mezarlığı’na oğlunun yanına defnedildi. Ercümend Ekrem Talu’nun babası olan Recâizâde Ekrem bâlâ rütbesiyle birinci Osmânî ve Mecîdî nişanlarına sahipti

Recâizâde Mahmud Ekrem, Türk edebiyatında 1860’lı yıllarda Şinâsi ile başlayıp Nâmık Kemal ve Abdülhak Hâmid’le gelişen yenileşme hareketinin başlıca temsilcilerinden biridir. Asıl kişiliğini Tasvîr-i Efkâr’da yazmaya başladıktan sonra kazanan Recâizâde Ekrem, Yeni Osmanlılar Cemiyeti mensuplarıyla yakın ilişki içinde bulunduğu halde aktif politikaya karışmamış, faaliyetlerini daha çok edebiyatın yenileşmesi yönünde yapmıştır. Gerek Mekteb-i Sultânî’de gerekse Mekteb-i Mülkiyye’deki hocalığı sırasında otoriter kişiliğiyle talebelerinin sevgisini kazanmış, bundan dolayı “Üstat Ekrem” diye anılmıştır. Avrupaî şiir ve edebiyatın gelişmesine eserleri yanında fikirleri ve gençlere yol göstermesiyle katkıda bulunmuştur. 1880’lerden sonra, Abdülhak Hâmid’in hiçbir kural tanımayan yenilik teşebbüsleri karşısında daha mutedil bir anlayışı savunan Muallim Nâci ve taraftarları arasındaki tartışmalarda Hâmid’in yanında yer almıştır.

Tanzimat devrinin diğer yazarları gibi çok yönlü bir şahsiyete sahip olan Recâizâde Ekrem, bir yandan divan şiiri geleneğini sürdürürken bir yandan da halk söyleyişleriyle mahallîleşme akımından etkilenmiştir. Ancak bütün bunların üstünde kendisi esas itibariyle romantik Fransız şiirinin etkisi altındadır. Şiirlerine hâkim olan unsurlar arasında aşk, tabiat ve ölümle ilgili duygu ve düşünceler başta gelmektedir. Hece vezniyle yazdığı birkaç şiir dışında aruz veznini kullanan şair aruzda Muallim Nâci kadar başarılı olamamıştır. Recâizâde Ekrem, Nâmık Kemal’in coşkun söyleyişiyle Abdülhak Hâmid’in metafizik derinliğe sahip şiirleri arasında kalmış orta seviyede bir şair olarak kabul edilmektedir. Mahzun ve dokunaklı şeyleri sevdiğini söyleyen Recâizâde Ekrem için tabiattaki solgun güller, bülbüller, bir kelebek, ağaçlar, hatta kitap sayfaları arasına konmuş kuru bir yaprak veya bir çiçek bile şiir konusu olabilmektedir. Özellikle A. Musset, Lamartine ve Abdülhak Hâmid’in etkisi altında kaleme aldığı aşk şiirleri ile yeni tarzdaki hemen bütün şiirlerinde aynı hassasiyet görülür. Duygu bakımından en yoğun eserleri çocuklarının ölümünden duyduğu ıstırapla yazmış olduğu manzumelerdir

Recâizâde Ekrem’in dönemindeki en önemli özelliği yeni edebiyat taraftarı bir hoca olmasından ileri gelmektedir. Talebelerine edebî ve estetik zevki tattırmaya çalışırken aynı zamanda ilk defa edebî eser üzerinde ciddi bir şekilde düşünmeyi öğretmiş, güzellik ve çirkinliğin hissî ölçüler yerine birtakım estetik kurallarla belirlenmesi gerektiğini söylemiştir. Geleneksel belâgata karşılık dönemin Batılı sanat ve estetik ölçüleri içinde yazılmış yeni bir retorik kitabı olan Ta‘lîm-i Edebiyyât’ta Fransız belâgatçısı E. Lefranc’ın eserinden yola çıkan Recâizâde’nin Türk şiirini yeni bir bakış açısıyla değerlendirirken verdiği örneklerin bir kısmını divan şairlerinden seçmesi eski zevk ve anlayıştan büsbütün uzaklaşmadığını göstermektedir. Kitabında edebî üslûbu “sade, müzeyyen, âlî” şeklinde tasnif etmesi edebî incelemelerde uzun süre geçerliliğini korumuştur. Edebiyât-ı Cedîde hareketinin doğmasına yol açan “kulak için kafiye” anlayışı da yine ilk defa onun tarafından ileri sürülmüş, bu anlayış klasik şiirin yüzyıllardır süregelen “göz için kafiye” anlayışına karşı çıkmıştır.

Hikâye, roman ve tiyatro türünde de eser veren Recâizâde Ekrem’in ilk manzum eseri eski tarzda yazdığı şiirlerden meydana gelen Nağme-i Seher, ikincisi Yâdigâr-ı Şebâb’dır. Ancak yeni tarzdaki şiirlerini bir araya getirdiği Zemzeme adlı üç kitabı şair olarak şöhret kazanmasında önemli rol oynamıştır. Buradaki manzumeler genellikle yeni tarzda olmakla beraber aralarında tevhid, münâcât, na‘t, tahmîs, tesdîs, muhammes, gazel ve şarkı formunda örnekler de vardır. Yine manzum ve mensur örneklerden meydana gelen Tefekkür ile Pejmürde dışında en dikkate değer eseri oğlu Nijad’ın ölümü üzerine kaleme aldığı şiirlerden meydana gelen Nijad Ekrem’dir. Burada oğlu ile ilgili hâtıraları dışında yer alan manzumeler daha önceki eserlerinde olduğu gibi hayat, ölüm, tabiat, metafizik endişeler ve Nijad için döktüğü göz yaşları bir arada bulunmaktadır.

Recâizâde Ekrem’in Nâmık Kemal’in tesiri altında şairane bir üslûpla kaleme aldığı hikâye tarzındaki ilk eseri Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi adlı uzun hikâyesidir. Devrin modasına uygun olarak bir çeşit verem edebiyatının yapıldığı diğer bir uzun hikâyesi de Şemsâ’dır. Fakat roman türünde en önemli eseri Araba Sevdası’dır. Eser, Tanzimat sonrası Türk toplumunda görülmeye başlayan alafranga tiplerle alay etmek amacıyla yazılmıştır. Alafrangalaşma hareketinin gülünç taraflarını başarılı bir şekilde sergileyen roman, özellikle realiteye geniş şekilde yer vermesi ve romantik edebiyat anlayışını eleştirmesi bakımından ilgiyle karşılanmıştır.

“Sanat sanat içindir” görüşünü benimseyen Recâizâde Ekrem tiyatro türünde kaleme aldığı eserlerinde de aynı anlayışı sürdürmüştür. Devrin hâkim temayülleri doğrultusunda yazdığı ilk oyunu Afife Anjelik adlı trajedidir. Aşk, verem ve ölüm konusunun işlendiği ikinci oyunu Nâmık Kemal’in Zavallı Çocuk piyesinden yola çıkarak yazdığı Vuslat, aynı türdeki diğer bir eseri de Chateaubriand’dan tercüme ettiği Atala’dır. Tiyatro türünde en çok beğenilen eseri ise ölümünden sonra yayımlanabilen Çok Bilen Çok Yanılır adlı komedisidir.

Eserleri.

Şiir: Nağme-i Seher (İstanbul 1288), Yâdigâr-ı Şebâb (İstanbul 1290), Zemzeme I (İstanbul 1299), Zemzeme II (İstanbul 1300), Zemzeme III (İstanbul 1301), Tefekkür (İstanbul 1303), Pejmürde (İstanbul 1311), Nijad Ekrem (İstanbul 1316), Nefrîn (İstanbul 1332).

Oyun: Afife Anjelik (İstanbul 1287), Atala yahut Amerika Vahşileri (İstanbul 1288, 1290), Vuslat yahut Süreksiz Sevinç (İstanbul 1291), Çok Bilen Çok Yanılır (İstanbul 1332).

Hikâye ve Roman: Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi (İstanbul 1307), Şemsâ (İstanbul 1314), Araba Sevdası* (İstanbul 1314).

Diğer Eserleri: Nâçiz (İstanbul 1288), Ta‘lîm-i Edebiyyât* (İstanbul 1296, 1299, 1330), Takdîr-i Elhân (İstanbul 1301), Kudemâdan Birkaç Şair (İstanbul 1305), Takrîzât (İstanbul 1314). Recâizâde Ekrem’in şiir, hikâye ve roman tarzındaki eserleri İsmail Parlatır, Nurullah Çetin ve Hakan Sazyek tarafından Bütün Eserleri başlığı altında üç cilt halinde yeni harflerle de yayımlanmıştır (İstanbul 1997)

BİBLİYOGRAFYA:

İsmail Hakkı [Eldem], Ondördüncü Asrın Türk Muharrirleri: Ekrem Bey, İstanbul 1308; Ali Ekrem [Bolayır], Recâizâde Mahmud Ekrem Bey, İstanbul 1924; İsmail Habip [Sevük], Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1926, s. 181-209; İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, s. 276-285; İsmail Hikmet Ertaylan, Recâizâde Ekrem, İstanbul 1932; Şükrü Kurgan, Recâizâde Mahmut Ekrem, İstanbul 1954; Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (İstanbul 1956), İstanbul 1982, s. 475-499; a.mlf., “Ekrem Bey”, İA, IV, 218-221; Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri I: Tanzimattan Cumhuriyete Kadar, İstanbul 1969, s. 67-76; Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, İstanbul 1971, II, 916-924; Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İstanbul 1983, I, 59-71; R. P. Finn, Türk Romanı: İlk Dönem, 1872-1900 (trc. Tomris Uyar), Ankara 1984, s. 87-98; İsmail Parlatır, Recaîzade Mahmut Ekrem, Ankara 1985; a.mlf., Recaîzade Mahmut Ekrem, Ankara 2004; Jale Parla, Babalar ve Oğullar, İstanbul 1990, s. 105-124; Kâzım Yetiş, Talîm-i Edebiyat’ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sahasında Getirdiği Yenilikler, Ankara 1996; TY, III/59 (1329/1914), Recâizâde Ekrem özel sayısı; Fevziye Abdullah Tansel, “Muallim Nâci ile Recâizâde Ekrem Arasındaki Münakaşalar ve Bu Münakaşaların Sebep Olduğu Edebî Hâdiseler”, TM, X (1953), s. 159-200; Güzin Dino, “Recâizâde Ekrem’in Araba Sevdası Romanında Gerçekçilik”, a.e., XI (1954), s. 57-74; K. R. F. Burrile, “A Nineteenth-Century Master of Turkish Literature: Notes on Recaizade Mahmut Ekrem (1847-1914) and His Literature Course”, Harvard Ukrainian Studies, III-IV/1, Cambridge 1979-80, s. 124-137; Adnan Akgün, “Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Edebiyatçılarımızın Hal Tercümeleri II: Recâîzâde Mahmûd Ekrem”, Yedi İklim, IV/33, İstanbul 1992, s. 76-80.

Abdullah UÇMAN (İSLAM ANSİKLOPEDİ- cilt: 34,  sayfa: 503-504)

 

 


RECÂİZÂDE EKREM- HAKKI SÜHA GEZGİN

Türk edebiyatında derin iz bırakmış şahsiyetlerden biri de Recâizâde Mahmud Ekrem Bey’dir.

Uzun bir boy, son derece zarif bir kılık. Kumral sakalına kibar gülüşünden ince bir ışık dökülüyor sanırsınız. Gözlerinde tatlı bir mahzunluk sezilir. Uzun ve ıstıraplı bir ömrün izi, bu gözlere çökmüştür.

Bir çiçek nasıl kokusundan habersiz yaşarsa, Mahmud Ekrem de, müstesna kibarlığını öyle taşırdı. Çağdaşlarının en ileri gelenleri ona:

- Üstâd! derlerdi.

Evet, amma bu üstâd sözüne sakın bugünkü mânâsını vermeyiniz. Şimdi Bâbıâli üstâd oldu. Azizim, monşer tâbirleri unutulalı beri artık herkes üstâd lafını kullanıyor.

Ekrem Bey’in üstâdlığı böyle değil.

Ekrem ki asrımızda üstâd-ı muktedâdır

Ders olmasın mı ondan bir söz olunca sâdır

beytini bu unvanın beratı gibi kabul edebiliriz. Zemzeme'lerin asıl sahibi, etrafına feyiz saçmış, nur ve irfan sâkiliği etmiş, bilgi ve ruh sunarak gerçekten üstâd olmuştu.

Bir kıtasıyla kendi doğum tarihini tarihin alnına yazmıştır:

İki yıl evvel eğer gelse idim dünyaya,

Yine etseydi bana Ekrem ’i mahlas eb ve ced;

Elften kat’ı nazar mevlidimin tarihi 

Mahlasımdan bilinirdi bi-hesâb-ı ebced

Ekrem ebcet hesabıyla 261 eder. Elf de bin, 1261, iki yıl sonra doğduğuna göre 1263’te dünyaya geldiği anlaşılır.

0 niçin üstâddır? Şunun içindir ki Recâizâde ile yepyeni bir sanat inanışı ve bir bediiyat ölçüsü meydana gelmiştir.

Gerek Zemzeme'lerin mukaddemelerinde, gerekse Menemenli Tahir’in Elhan'ı için yazdığı “Takdir-i Elhan”da, o zamana kadar hiç bilinmeyen bir sanat ve estetik bayrağı açılmıştı. Kendisinin hem Mülkiye, hem Galatasaray Sultanisi’nde muallim oluşu, memleket gençliğini de onun kuvvetli avuçlarına vermiş ve bir yanda kâğıtla mürekkebi işlerken, bir yandan da canlı eserler yetiştirmişti.

Ekrem’in üstâdlığı işte böyle büyük bir gerçektir. Kendisi:

Tefekkürü severim mahrem-i melâlimdir

der. Bu, onda düşünmeye meyyal bir ruhun varlığını gösterir. Başka bir şiirinde de:

Diküp nezzaremi bir necm-i pertev-efşâne 

Düşünceyi severim muttasıl hamuşâne

beytini okuyoruz.

Düşünmek beyin ikliminde bir sondajdır. Fikir artezyenini fışkırtan burgu ondan yapılır.

Recâizâde’nin düşünmeyi sevmesinden, düşünüşe meyyal bir ruh taşımasından ne doğdu? Onda nasıl bir derin tefekkür âlemiyle karşılaşırız? Düşünce Ekrem’e hangi felsefî ufkun genişliğini vermiştir? Eserlerinde böyle derinliklerin, yüksek sezişlerin uğultulu dalgalanışı görülür mü? Buna kısaca:

- Hayır! diyeceğiz.

Çünkü düşünce onda fikirden çok hissi işleyen bir şair dalgınlığıdır. Düşünmeyi daha ziyade tahayyül yerlerinde kullanmıştır sanıyorum.

Zaten eserlerini toplu bir bakışla müşahede altına aldığımız zaman, kitap hükümlerinin çoğuna ortak olamayız.

Çok ince, pek hassas, gayet rakik diye sıfatlandırılan Ekrem Bey’de ne baş döndüren bir yükseklik, ne ruhlara ürpermeler veren bir derinlik vardır. Şair, kendini gönül fırtınaları, ruh cehennemleri içine atacak felâketlere uğradı. Onun babalık ıstırabını, balığın karnındaki Yunus ve Eyüb peygamberler bile çekmemiştir.

Evet amma, bütün bu iç mahşeri, içinden kasırga uğultuları, kartal çığrışları, zelzele deprenişleri gelen bir eser doğurmadı.

Âh Pirâye ’min işte bu yerdir medfeni

mısraında bakıyoruz, bir ölüm haberinin acılığı bile yok.

Hâmid bir “Makber”den koca bir mahşer çıkarmıştı. Re-câizâde, bir mahşerden bir mezar bile yaratamadı. İnsanlar, birtakım kabiliyetlerini birlikte getirirler. Beynin çapı, bazu gibi halterle değişmiyor. Şahin de, serçe de kuştur. Amma birbirinden ne kadar başka şartlarla yaratılmışlardır.

Onun için derinlik ve yükseklik herkese nasip olmaz. Ekrem Bey zaten bu türlü kabiliyetler, üstünlüklerle edebiyat tarihimize girmedi. O, büyük şair sıfatıyla anılmıyor. Fakat sanatın damga değiştirmesinde en büyük şeref payı onundur.

Divan tarzının estetiğini o yıktı. Hem kendisi de gazelle başladığı halde.

Nağme-i Seher, Zemzeme'ler eski yolda yazılmış şeylerdir. Fakat bu şekil eskiliği içinde uyanık ve yeni bir ruh da sezilir. Bu yüzden değil midir ki, hasımları ona:

Değil muvâfık-ı âdâb Nefha-i Seher’in

Nedir bu Zemzeme? Zaptet dehânın ey bülbül!

beytiyle saldırmışlardı.

Muvafık-ı âdâb olamazdı. Çünkü Ekrem zaten o âdâbın muvafık olmadığına inanmış bir adamdı.

Kudemâdan Birkaç Şair'de Recâizâde’yi tezkire ile edebiyat tarihi arasına -bir tredünyon gibi- girmiş görüyoruz.

Talim-i Edebiyat, kendi sanat telakkisinin bir mektep kitabı halini alışıdır.

Bununla Türkiye’ye Eugene Veron, Rémy de Gourmont, Charles Lalo estetiği, yeni çağdaş ve ileri bediiyat girdi. Gençlik bu eserin tuttuğu ışıkla yaşayan gerçeği, ilim ve sanat hakikatlerini gördü.

Ekrem, işte bunun için üstâddır. Zevkimizde, telakkilerimizde uyandırdığı yenilik adına bugün onu sevip sayıyoruz.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER