Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Halit Ziya UŞAKLIGİL KİMDİR?halit ziya ile ilgili görsel sonucu

(1865-1945)

Edebiyât-ı Cedîde’ye mensup romancı ve yazar.

Eyüp’te dünyaya geldi. Uşşâkīzâdeler diye anılan ve bir kolu İzmir’e yerleşerek halı ticaretiyle uğraşan Uşaklı Helvacızâdeler ailesine mensuptur. Dedesi Hacı Ali Efendi, İstanbul’daki dükkânının başına oğlu Hacı Halil Efendi’yi getirdi. Halit Ziya ticaretle ilgisi bulunmayan, zarif yaratılışlı, Mevlânâ Celâleddin ve Hâfız-ı Şîrâzî hayranı, yaşam tarzı bakımından Avrupaî olan Hacı Halil Efendi’nin üçüncü çocuğudur. Mercan’daki bir mahalle mektebinde başlayan eğitimi yeni usulde öğrenim veren sıbyan mektebinde sürdü. Daha sonra ailesinden izinsiz Fâtih Askerî Rüşdiyesi’ne kaydoldu. Okuma aşkı, edebiyat ve tiyatroya ilgisi dolayısıyla Türkçe’de yayımlanan telif ve tercüme eserleri okudu. İşleri bozulan babasının İzmir’e dönmesi üzerine burada önce İzmir Rüşdiyesi’ne yazıldı. Eğitim sisteminden memnun olmayan dedesi yabancı dil dersleri için Farsça, Fransızca, Almanca, İtalyanca ve Rumca’yı iyi bilen avukat Auguste de Jaba’yı, matematik dersleri için Ermeni kâtip Antuan’ı özel hoca tuttu. Hocalarının yardımıyla Ponson de Terrail’ın bir romanını Türkçe’ye çeviren Halit Ziya, Ermeni Katolik rahiplerinin açtığı özel Mechitariste Okulu’na kaydedildi. Bu çevre ailesinden gelen alafranga eğilimini daha da kuvvetlendirdi. Okulda Eugène Sue, Jules Verne, Louis Figuier, Camille Flammarion, Paul Féval, Alexandre Dumas, Eugène Scribe, Racine gibi yabancı ve Nâmık Kemal, Abdülhak Hâmid gibi Türk yazarlarının eserlerini okudu; Dumas, Scribe ve Racine’den tercümeler yaptı.

1883’te Mechitariste Okulu’ndan mezun oldu. Maddî imkânsızlıklar yüzünden öğrenimine devam edemediyse de yeteneğini keşfeden hocaları Pierre Vassal ve Raymond Père’in tavsiyesiyle Paris’ten getirtilen klasik, romantik ve natüralist yazarların eserlerini okudu. Bir yandan da İngilizce ve Almanca dersleri alıyordu. İzmir’e gelen bütün İtalyan ve Fransız operet kumpanyalarının oyunlarını seyretti. İlk yazısı Hazîne-i Evrak’ta çıkan “Deniz Danası”dır (II, nr. 6, 3 Mart 1883, s. 88-89). İlk edebî yazısı (mensur şiir) “Aşkımın Mezarı” ise Tercümân-ı Hakîkat’te yayımlandı (nr. 1461, 23 Nisan 1883). 1884’te Envâr-ı Zekâ’ya tercümeler yaptı. Tevfik Nevzat ve Bıçakçızâde Hakkı’yla birlikte Nevruz dergisini çıkarmaya başladı (13 Mart - 27 Ağustos 1884 arasında on sayı). Burada Alfred de Musset, Victor Hugo gibi Fransız romantiklerinden nesir halinde şiir tercümeleri, Louis Figuier’den popüler fennî yazılar ve derginin ilâvesi olarak George Ohnet’nin Demirhane Müdürü adlı romanını yayımladı.

1885 yılında Hariciye’ye girmek üzere İstanbul’a gittiyse de bu girişim başarısız olunca İzmir’e döndü. Abdülhalim Memduh vasıtasıyla tanıştığı kitapçı Arakel’in teklifiyle Fransız edebiyatı tarihi yazmaya başladı. I. cildini kısa sürede yazdığı Garptan Şarka Seyyâle-i Edebiyye: Fransa Edebiyatının Nümune ve Tarihi adlı eserini (I. cilt, Medhal: Ezmine-i Mutavassıta ve On Altıncı Asır, İstanbul 1303) bir anlaşmazlık sebebiyle tamamlayamadı. İzmir’e dönüşünde İzmir Rüşdiyesi’nde Fransızca, 1886’da açılan İzmir İdâdîsi’nde Fransızca, Türkçe ve edebiyat öğretmenliğiyle Osmanlı Bankası’nda tercümanlık ve muhasiplik yaptı. 18 Kasım 1886’da Tevfik Nevzat’la birlikte çıkarmaya başladığı Hizmet gazetesindeki faaliyeti yazarın edebî hayatında bir dönüm noktası oldu. Telif ve tercüme roman ve hikâyeleri, mensur şiirleri, Türk ve dünya edebiyatları ile edebiyatın meselelerine ait makaleleri, “Garâib-i Fenniyye” başlığı altındaki yazıları, “Letâif” başlıklı fıkraları, “Cüzdan” başlıklı özdeyişler ve çeviri hikâyeleriyle İstanbul’da da adından söz ettirmeye başladı. O sıralarda Mekteb ve Servet-i Fünûn’da yazıları çıkan Halit Ziya’nın Bir Muhtıranın Son Yaprakları adlı hikâyesi (1888) İzmir’de yayımlandı.

1888’de annesini kaybeden romancı, 1889’da amcasıyla çıktığı iki aylık Avrupa gezisi izlenimlerini Hizmet ve Tarîk’e gönderdiği mektuplarda anlattı. Bu izlenimleri bazı hikâyelerinde de kullandı. Sabah gazetesinde çıkan hikâyeler (24 Ocak 1899 - 6 Nisan 1899) daha sonra Bir Şi’r-i Hayâl’de “Şâdan’ın Gevezelikleri” başlığı altında toplandı (1914). Aynı yıl Köse Râif Paşa’nın yeğeni Memnune Hanım’la evlendi. Bir süre sonra peşpeşe dedesini, amcasını, ilk çocuğu Vedide’yi kaybetti. Bir aralık Vilâyet Mesâlih-i Ecnebiyye Kalemi başkâtipliği yaptı (1893). İki ay kadar bu görevde kaldıktan sonra İstanbul’a giderek Reji İdâre-i Umûmiyyesi Muhâberât-ı Türkiyye başkâtibi, aynı yıl içinde Muhâberât-ı Türkiyye ve Tercüme Kalemi müdürü oldu. 1909 yılına kadar meşguliyeti az olan bu işte çalıştı ve zamanını edebî çalışmalarına ayırdı. Bu sırada Ali Ekrem, Ahmed İhsan, Hüseyin Cahit, Ahmed Hikmet, Saffetî Ziya, Tevfik Fikret ve Cenab Şahabeddin’le tanıştı. İstanbul’a geldikten sonra Servet-i Fünûn’da neşrettiği ilk hikâye “Cambaz Kız”dır (nr. 109, 13 Nisan 1893). Mekteb dergisine verdiği “Sanskrit Târîh-i Edebiyyâtı: Vedalar” adlı makalesi dolayısıyla (nr. 1, 11 Ocak 1894, s. 19-20) bir soruşturma geçirdi; aklanmasına rağmen 1896 yılında Servet-i Fünûn’un Tevfik Fikret’in idaresine geçmesine kadar fazla bir şey yayımlamadı. Mâi ve Siyah’ın Servet-i Fünûn’da tefrika edilmesi onu Edebiyât-ı Cedîde’nin tartışmasız en önemli romancı ve hikâyecisi yaptı. Daha geniş kitlelere ulaşmak amacıyla İkdam ve Sabah gazetelerinde yazmaya başladı. 1896-1901 yılları arasında edebî hayatının en başarılı, en verimli dönemini geçirdi. Mâi ve Siyah (1896), Bu muydu? (1896), Küçük Fıkralar I-III (1897-1899), Heyhat (1898), Aşk-ı Memnû (1899), Bir Yazın Tarihi (1900) ve Solgun Demet’i (1901) yayımladı. Buna karşılık aile hayatı acılarla devam eden yazar çocukları Sadun ile Güzin’in ardından babasını kaybetti. 1902 yılında doğan Halil Vedat da yıllar sonra Tiran’da görevli olduğu elçilikte intihar edecektir (1942).

1908’de Reji komiserliğine tayin edildi; Dârülfünun’da Batı edebiyatı tarihi ve estetik dersleri verdi. II. Meşrutiyet’in ilânıyla meydana gelen heyecanlı ve coşkulu fikrî ve edebî ortam yazarı âdeta yeniden canlandırdı; Sabah gazetesinde sosyal, kültürel ve siyasal makalelerinin yanı sıra II. Meşrutiyet öncesinde yetişen, çeşitli mesleklere mensup gençlerin özlemlerini, hayat karşısında aldıkları tavrı romanlaştıran Nesl-i Ahîr’i tefrika ettirmeye başladı. 1908’de kurulan Sahne-i Osmânî’nin edebî heyetine, Türk Derneği ile İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne girdi. Ardından mâbeyin başkâtibi oldu (Nisan 1909). 1912 yılı Temmuzuna kadar kaldığı bu görevi sırasında âyan üyeliği de yaptı. Ahmed Muhtar Paşa’nın kurduğu “Büyük Kabine” onu azledince yeniden üniversitedeki derslerine döndü, ayrıca Tütün İnhisarı İdare Meclisi reisliğine tayin edildi. Maarif Nezâreti’nin kurduğu Istılâhât-ı İlmiyye Encümeni ile Dârülbedayi’in edebî heyetinde görev aldı; bu dönemdeki edebî ürünleri Tanin’de yayımlandı.

İttihat ve Terakkî’nin görevlendirmesiyle 1913’te Paris’e ve Bükreş’e, 1914’te tedavi için Almanya’ya gitti. I. Dünya Savaşı sırasında (1915) Almanya’da bulunan Halit Ziya, Saray ve Ötesi ile (1940-1942) Bir Acı Hikâye adlı hâtıratında burayla ilgili geniş bilgi verdi; seyahat notlarını “Almanya Mektupları” (Tanin, nr. 2383-2685, 6 Ağustos 1915 - 3 Haziran 1916) ve “Alman Hayatı” (Tanin, nr. 2579-2719, 18 Şubat 1916 - 7 Temmuz 1916) başlıkları altında neşretti. Memuriyeti Millî Mücadele döneminde sona erince Yeşilköy’deki köşküne çekilerek yoğun bir edebî faaliyete girişti. Çocukluk hâtıralarını Şehbal’de neşretti. İkdam, Vakit, Peyâm-ı Sabah’ta yazılar yazdı. 1923’ten sonra Millî Mecmua, Güneş, Resimli Ay, Hayat dergilerinde hikâye ve gezi intibalarını, kısmen Vakit ve Cumhuriyet’te Kırk Yıl’ı, yine Cumhuriyet’te Saray ve Ötesi’ni, Son Posta’da Bir Acı Hikâye’yi tefrika suretiyle yayımladıktan sonra kitap haline getirdi. Akşam, Muhit, Varlık, Yedigün, Anayurt dergilerinde de bazı makale ve hikâyeleri çıktı. Dil inkılâbına gönülden inanan yazar I. Türk Dili Kurultayı’na (26 Eylül 1932) sunduğu, Türkçe’nin geçirdiği evreleri ve dil sevgisini sanatkârane bir üslûpla dile getirdiği, çok ses getiren tebliğinden sonra Hepsinden Acı (1934) ve Aşka Dair’i (1935), Mâi ve Siyah ile (1938) Aşk-ı Memnû’yu (1939) sadeleştirerek yayımladı. Oğlu Halil Vedat’ın trajik ölümünden sonra hayatla bağlarını âdeta koparan yazar her türlü tedaviyi reddettiği uzun bir hastalığın ardından öldü ve Bakırköy Mezarlığı’ndaki aile kabristanına defnedildi (27 Mart 1945).

Türk romanının büyük ustası olarak kabul edilen Halit Ziya, 1886-1908 yılları arasında sekiz roman kaleme almıştır. Bunlardan Sefile (Hizmet, nr. 1-73, 30 Temmuz 1887; yeni harflerle Ömer Faruk Huyugüzel, İstanbul 2006) ve Nesl-i Ahîr (Sabah, nr. 6808-6996, 7 Eylül 1908 - 16 Şubat 1909; yeni harflerle Alev Sınar Uğurlu, İstanbul 2009) uzun yıllar gazete sütunlarında kalmış, dolayısıyla üzerlerinde çok az inceleme yapılmıştır. Yazarın romancılığını üç döneme ayırmak mümkündür. İzmir’de yazıp yayımladığı ve düşmüş kadına acıma konusunu işlediği Sefile, ev içinde geçen üçlü bir aşk macerasının ele alındığı Nemide ve Bir Ölünün Defteri acemilik döneminin ürünleridir. Ferdi ve Şürekâsı evin içinden dışarıya açıldığı ilk romandır. Bu eserle birlikte olgunluk dönemine giren yazar Servet-i Fünûn’un edebî beyannâmesi olan Mâi ve Siyah’ı kaleme alır; eserin kahramanı Ahmet Cemil vasıtasıyla bu neslin özlemlerini, edebiyat ve hayat karşısındaki tavrını romanlaştırır. Aşk-ı Memnû’da yeniden ev içine dönen romancı, Kırık Hayatlar’da önceki romanlarından farklı şekilde realist akımın temalarından biri olan sosyal çevrenin bireyleri etkilemesini işler. Bu roman da bir aile dramını, üçüzlü bir aşk macerasını işlemekle beraber yazar bu çerçeveyi genişleterek âdeta bütün bir şehre teşmil eder. Dolayısıyla romanın adındaki çoğul eki anlamlıdır ve tek bir ailenin değil çeşitli sebeplerle hayatları kırılan, bozulan, sarsılan fertlerin ve ailelerin dramını dile getirir. Burada bütün bir toplum sel halinde âdeta uçuruma doğru gider. Altmış yıllık yazı hayatında şiir dışında pek çok eser kaleme alan Halit Ziya modern Türk edebiyatına romanları ve hikâyeleriyle damgasını vurmuş bir yazardır. Kendisinden önce Türk romancılığına hâkim olan Ahmed Midhat Efendi tarzında görüldüğü gibi basit bir üslûpla vak‘a-yı ön plana çıkaran anlayış onunla değişmiş, olaya dayanan anlatım yerine kahramanların iç dünyasını sanatkârane üslûpla tahlile dayanan yeni bir anlayış benimsenmiştir. Ayrıca Halit Ziya’nın bir önceki dönemde olduğu gibi roman vasıtasıyla okuyucuya toplumsal mesaj verme endişesi yoktur. Türk edebiyatının aynı zamanda büyük bir üslûp ustası kabul edilen Halit Ziya özellikle Mâi ve Siyah romanında bunu bütün ayrıntılarıyla ortaya koymuştur.

Halit Ziya’nın yukarıda geçen eserlerinin dışında kalanlar şöylece sınıflanabilir: Mensur şiir: Mensur Şiirler (İzmir 1307), Mezardan Sesler (İzmir 1307). Piyes: Füruzan (A. Dumas Fils’in Francillon’undan uyarlama, İstanbul 1334), Kâbus (İstanbul 1334), Fare (Edouard Pierrot’nun Le Souris’sinden uyarlama, İstanbul 1341). Makale: Kenarda Kalmış (İstanbul 1342), Sanata Dair (I-IV, İstanbul 1938, 1939, 1955, 1963). Hâtırat: Kırk Yıl (I-V, İstanbul 1936), Saray ve Ötesi (I-III, İstanbul 1940-1942), Bir Acı Hikâye (1942). Tenkit: Hikâye (1889). Tercüme: Esrâr-ı Serendib (Louis Jacolliot’dan, İstanbul 1305), Nâkil (tercüme hikâyeler, 4 cüz, İstanbul 1310-1312). İlmî eserleri. Haml ve Vaz‘-ı Haml (İstanbul 1306), Hesap Oyunları (İzmir 1308), Simyâ-i Kimyâ (İzmir 1308), Mebhasü’l-Kıhf (İzmir 1308), Kanun ve Fenn-i Velâde (İstanbul 1311), İlm-i Sîmâ (İstanbul 1311), Birkaç Yaprak (İstanbul 1316).

Halit Ziya’nın Saliha Hanım, Aşk-ı Memnû gibi eserleri Fehim Spaho tarafından Boşnakça’ya çevrilmiştir (Saraybosna 1923; Zagreb 1953). Sevdâ-yı Çetin ve Nikâh-ı Sânî hikâyelerini Saccad Haydar Yıldırım Urduca’ya çevirerek Hindistan’da Mahzen adlı bir dergide yayımlamıştır (Haziran 1907, Ağustos 1908). Servet-i Fünûn’dan Cumhuriyet dönemine kadar uzanan bir zaman diliminde yaşayan Halit Ziya’nın çok sayıdaki eseri üzerinde çeşitli araştırmaların yanı sıra yüksek lisans ve doktora tezi yapılmış, mensur şiirleri hakkında yurt dışında bir makale yayımlanmıştır (bk. bibl.).

 

BİBLİYOGRAFYA:

Mehmet Kaplan, Mehmet Kaplan’dan Seçmeler, Ankara 1988, I, 218-229; a.mlf., “Hâlid Ziya”, İA, V/1, s. 143-147; Olcay Önertoy, Halit Ziya Uşaklıgil: Romancılığı ve Romanımızdaki Yeri, Ankara 1995; Ömer Faruk Huyugüzel, “Halit Ziya Uşaklıgil”, Servet-i Fünûn Edebiyatı, Ankara 2006, s. 311-391; a.mlf. - Zeynep Kerman, “Halit Ziya Uşaklıgil Bibliyografyası”, TDl., sy. 529 (1996), s. 164-248; Zeynep Kerman, Uşaklıgil’in Romanlarında Batılı Yaşayış, İstanbul 2008; a.mlf., Yeni Türk Edebiyatı İncelemeleri, İstanbul 2009, s. 186-219; İmran Ağca, Halit Ziya Uşaklıgil’in Romanlarında Yapı Tema (doktora tezi, 2008), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Hanifi Aslan, Halit Ziya Uşaklıgil’in Hikâyelerinin Tematik İncelenmesi (doktora tezi, 2008), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Kathleen R. F. Burill, “The Prose Poem in Ottoman Literature, Halit Ziya Uşaklıgil and His Prototype Collection of Mensur Şiirler”, JTS, V/8 (1984), s. 25-40; Nuriye Bilik, “Halid Ziya Uşaklıgil’in Urdu Diline Tercüme Edilen İki Hikâyesi”, EKEV Akademi Dergisi, XIII/39, Erzurum 2009, s. 220; Mustafa Kutlu, “Uşaklıgil, Halit Ziya”, TDEA, VIII, 465-469.

Zeynep Kerman (İSLAM ANSİKLOPEDİSİ)

 


HALİT ZİYA UŞAKLIGİL

Servet-i Fünun, İstanbul’daki bazı şahsiyetlere edebî saltanatları için taht olmuştu. Onun üstünde yükselmişler, istidat mermerleri, o kaidenin üstünde heykelleşmişti. Halit Ziya bunlardan değildir. Edebiyat-ı Cedide kurulurken, o zaten İzmir’de muhteşem üslûbunun örneklerini veriyordu.

Birçoklarının çırak gibi girdiği mecmuaya, Halit Ziya, belki küçük; fakat herhalde bir şöhret olarak geldi.

Onu ilk defa Yeşilköy’deki köşkünde gördüm. Halil Nihat, Fuat Köprülü falan hep birlikte gitmiştik.

Köşke, iyi bakımlı ve seçme çiçekli bir bahçeden giriliyor. Bizi, güneş aydınlığını yeşil bir abajur gibi süzen ağaçlar altında karşıladı. Geniş alnında, yapraklar arasından sızan ışıklar oynaşıyor, şakaklarında çoğalan beyaz telleri parlatıyordu.

Onu görünce, bilmem niçin, üstadın yarattığı Adnan Bey i düşündüm. Galiba gözlerinden ötürü, Halit Ziya’nın da gözkapakları yumuktur. Ve bakışları, kirpik saçakları altında biraz yumuşadıktan sonra, gelip size konuyor. Ne cana yakın bir gülüşü vardı. Ya konuşması! Halit Ziya’nın her gün bir sahifesi açılan en büyük eseri bu konuşmasıdır. Her beş dakikada bir sanat sahifesi doluyor sanırsınız.

Zengin hareketli bir vücudu var. Omuzlarında ak saçlarından umulmaz bir aşk fıkırtısı sezersiniz. Fakat hepsi öyle sıcak bir kibarlık tülüyle sarılmıştır ki hiç yadırgamazsınız.

O gün, çocuklarıyla Fransızca konuştuğunu işitince biraz incinir gibi olmuş, Uşaklıgil, Anadolu’nun göbeğinden fışkıran bir filizken, evinde başka dil niçin?” demekten kendimi alamamıştım. Söz, sonra bir aralık taze bir cinayete geçti. O günlerde bir karpuzcuyu öldüren bir polisin kanlı işi gazetelerde münakaşa ediliyordu.

Üstad ansızın köpürdü. Yumuk, yumuşak gözlerinde simsiyah bir alev parladı. Meğer şimşeğin karası daha korkunç olurmuş. O dudaklardan çıkacağını hiç ummadığımız sert, keskin bir sesle:

- Hem de diz çökmüş, tabancanın namlusunu koluna dayayıp öyle ateş etmiş alçak! diye haykırdı. Burun kanatları titriyor, yüzü allanıyordu. Bu noktayı geleceğin meçhul sanat tarihçisine armağan olsun diye anlatıyorum. Çünkü onun şahsiyetini tahlil edenler o nazlı ve ince eserleri yaratanın, içinde zaman zaman karakulağını sıyıran bir zeybek ruhu yaşadığını tahmin edemeyeceklerdir.

Ben onun birbirinden Himalayalar’la ayrı bu iki varlığını bir günde görmüştüm. Daha doğrusu, bir tesadüf göstermişti.

Gerçi Servet-i Fünun'un 313 Yunan Muharebesi için çıkardığı Nüsha-i Mümtaze’sinde ve daha sonra Bir Şi’r-i Hayâl'de Türk askerinin ruhunu tahlil eden hikâyeleri vardır. Fakat bunları okuyanlar, tahlil kuvvetini belki yalnız sanatkârlığına verecekler. Hâlbuki Halit Ziya’da ipekle örtülmüş, kadifelerle giydirilmiş bir efe ruhu dede mirasıdır.

Ona “Edebiyat-ı Cedide nesrinin babası” derler. Çağın nesrini o temsil eder.

Edebiyat tarihlerinin birleştikleri bu hükmü biz de benimseyebiliriz. Halit Ziya daha İzmir’de iken, nesrimize Tanzimatçılardan başka bir eda vermişti. Belki biraz çok süslü, pek saltanatlı bir üslûpla yazıyordu, ama itiraf etmeli ki, muhit bunu yadırgamıyor, bilâkis imreniyordu.

Romanı hayatın aynası sayarlar. Doğrudur. Fakat roman, tarih gibi halin hikâyesi, geçmişin kâşifi olduğu kadar geleceğin de mimarı olabilir. Nitekim Halit Ziya’nın eserleri kırk sene evvel İstanbul’da en derin tesirleri yapmış ve bu romanlar, cemiyetin sahnesinde, hayatın içinde oynanmıştır. Hem aktörler, aktörlüklerinin farkında olmadan.

Bihter’ler, Behlül’ler, Firdevs Hanım’lar Aşk-ı Memnu'un sayfalarından yere inmiş kahramanlardı. Hattâ bir dudağı yerde biri gökte, kıskanç kısrak çobanlar ile çevrilen saraylar bile bu taklitten kurtulamamıştı. Birkaç vals dönmesi ile odanın bir başından ötesine geçen Behlül delikanlıların ideali, genç kızların Prens Şarman’ı idi.

Lanson’un dediği gibi “sanatkâr bazen muhitini aşarak, yeni bir geleceğin müjdecisi olur.

Halit Ziya’nın nesri bugün eskimiştir. Fâzıl Ahmet, bu fikri söylemek için, “Firdevs Hanım’ın allıklı düzgünlü çehresi gibi!” der. Evet, zaman bu üslûbu da ihtiyarlattı. Fakat işte hâlâ, romancı Halit Ziya’yı, en başta görüyoruz. Roman tekniğine ondan sonra eklediğimiz hiçbir şey yok. Aşk-ı Memnu un iskeletindeki büyük güzelliğe bir bakınız: Aksayan bir tek yeri var mı? Kahramanların psikolojileri, hayatı görüş ve anlayışları, onların içinden seyredilmiş, beraber duyulmuş gibi değil mi? Sanat budur işte ve ancak bunu yapabilene sanatkâr derler.

Aşk-ı Memnu'dan sonra sağlam arsalı roman olarak ben, yalnız Damga'yı görüyorum.

Eserlerine gelince:

Halit Ziya, dağınık yazılarından Nemide ile kurtulur. Bu, küçük, yalnız gönül mihverleri etrafında dönen uzunca bir aşk hikâyesidir. Ferdi ve Şürekâsı'nda sanatkârın paraya değer verdiğini görürüz. Artık olgunlaşan kafası, kuru bir aşkla bütün bir romanın dolmayacağına inanıyordu.

İstanbul’la fikrî teması -çünkü kendisi İstanbul’da doğmuş ve ilk tahsilini Fatih Rüştiyesinde yapmıştır- bundan sonra başlar. Yenilik-eskilik kavgalarını, tâ “mesele-i mebhusetün anha ve matbuu’l-endam” münakaşalarından beri yakından takip ediyordu. Yeni şiirin, yeni sanat ve yeni fikrin zaferini alkışlamaya susamıştı. Mai ve Siyah'ta biraz da bu gayretin izi sezilir. O alkışlamak için eser beklerken kendisi yaratıp alkışlandı.

Aşk-ı Memnu'da onu bütün ihtişamıyla belirmiş bulduk. Bunda bir eseri saadete kavuşturmak için her şey vardı. Büyük bir düşünüş, derin ve muhteşem bir duygu kabında yoğrulmuş, sonra zamanın en güzel üslûp kalıbına dökülmüştü.

Kırık Hayatlar, Servet-i Fünun'da yarım kalmıştı. Üstâd onu Vakit te baştan ve tamam olarak çıkardı. Bu eser de tahlil kabiliyeti daha fazla; fakat okuyucuyu ürkütecek kadar derindir Aşk-ı Memnu ve Mai ve Siyah kadar meşhur olmayışının sebebi bu olsa gerek.

Halit Ziya’nın, Solgun Demet, Bir Yazın Tarihi, Bir Şi’r-i Hayâl isimli eserleri küçük hikâyelerden mürekkeptir. Küçük hikâye, belki küçüklüğünden ötürü büyük adamın himmetine lâyıkıyla erememiştir.

Hani bazı büyük kompozisyonlarla uğraşan dâhi ressamlar vardır. Pek seyrek olarak zorla portre falan yaparlar. Ben Halit Ziya’nın hikâye yazışını onlara benzetirim. Kartal nasıl kendini engin boşluklara atmadan uçamazsa, Halit Ziya’da da büyük bir mevzu ve geniş bir tahlille karşılaşmadan yüksek kabiliyetler görünmüyor.

Yalnız onda herkesin ibretle seyredeceği bir üstünlük var. Epey süren bir susuştan sonra birkaç seneden beri tekrar yazmaya başladı. Hem aynı eski zenginlikle... Zamanın dil ve estetik üstündeki tesirini bir de onda görmeli. O saltanatlı ve üçüzlü terkiplerin lehimleri çözülmüş, üslûp daha cana yakın, daha sıcak bir şey olmuş.

Bu arada genç istidatlara bir nasihat vereceğim:

Acaba, Halit Ziya, nasıl oldu da bu kadar uzun bir kalem boğuşmasından sonra hâlâ taze ve kuvvetli kaldı? Bunun cevabı, delili, şahidi bir tektir. Çünkü Halit Ziya zamanla birlikte yürüyen bir adamdır. Zamanla birlikte yürümek demek, olgun yaşımızda hayatın akışım bırakmamak, kendi telakkilerimize uymayan, inanışlarımıza aykırı düşen hareketleri de gözden uzak tutmamak demektir.

Üstâd kendini yenerek bunu yapmış bulunuyor. Zaman için yaşamak, hem yadırgamadan yaşamak büyük bir hazım kabiliyetinin işidir. Bu kabiliyeti ise adama felsefî kültür, fikir tarihine derin hululler verir. Halit Ziya eğer hâlâ yazıyorsa, kültürünün kuvvetiyle yazıyor. Birçoklarının tık nefes solumalarla daha yarısına varmadan durdukları sanat yolu, kültür akümülatörleriyle hiç farkına varılmadan geçilir. Üstâd işte bu bahtiyarlardandır.

HAKKI SÜHA GEZGİN EDEBİ PORTRELER

 


 HALİT ZİYA UŞAKLIGİL ÜZERİNE

 Yılmaz Çongar

 Bu yazı, Türk Dili Dergisi'nin bilginler-yazarlar-sanatçılar kurulunda, uzmanlar kurulunda yapılan konuşmalardan birisidir. Okurlarımıza özet olarak sunulmaktadır. TDD

Sayın Başkanım, sevgili profesörlerim, öğretmenlerim ve yazınsever arkadaşlarım;

Bugün size Edebiyat-ı Cedide'nin ve Servet-i Fünun topluluğunun önemli yazarlarından olan, yazınımızın batıya yönelişi ile başlayan düzyazıda tinbilimsel-gerçekçi roman dönemini açan ve yapısı gereği her yapıtında romantizme de yer veren ünlü yazarımız Halit Ziya Uşaklıgil'den söz açacağım.

Soyadlarından da anlaşılacağı gibi, Uşak kökenli olan ve Uşakizadeler olarak tanınan ailenin bir bölümü, 1850'li yıllarda İzmir'e yerleşmiştir ve kilim, halı tüccarlığı yaparlar. Ailenin en büyüğü Hacı Ali Efendidir. İşleri çok iyidir. İstanbul'a açılmak, orada da bir şube açmak ister. Oğlu Hacı Halil Efendiyi İstanbul'a gönderir. O da, eşi Behiye Hanım ve iki çocuğu ile İstanbul'a gelir, Eyüp'te bir kira evine yerleşir. İşte o evde Halit Ziya doğar, yıl 1865 tir, kimi kaynaklar 1866 diye yazarlar.

Halit Ziya, Mercan'daki mahalle mektebine devam eder. Babasının işleri çok iyidir, Şehzadebaşı'nda bir konak inşa ettirir, aile oraya yerleşir. Babası ileri görüşlüdür, ailesini sık sık Gedikpaşa Tiyatrosuna, zaman zaman da Beyoğlu'ndaki sanatsal etkinliklere götürür. Halit Ziya, mahalle mektebinden sonra çevresinin de etkisiyle Fatih Askeri Rüştiyesi'ne (Ortaokuluna) yazılır. Okulu sürdürürken boş vakitlerini sahaflarda, kitaplar arasında geçirir. Tiyatroya, edebiyata olan büyük ilgisi o yıllarda başlar ve yaşamınca sürecek olan tutkuya dönüşür. Odasının rafları kısa zamanda kitaplarla dolar, Aşık Garipler, Leyla ile Mecnunlar biter, Namık Kemallere, Ahmet Mithatlara sıra gelir.

Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu 1877-1878 Rus Savaşı'na yani 93 Savaşı'na başlamış, ülke felakete sürüklenirken tüm ticaret durmuş, halk ekmek ardına düşmüştür. İşleri bozulan aile yeniden İzmir'e döner.

Halit Ziya öğrenimini İzmir Rüştiyesi'nde sürdürür. Bu arada tutulan özel öğretmenlerden Fransızca ders alır. Aynı zamanda Katolik rahiplerinin Ermeni çocukları için İzmir'de kurdukları Machitariste adlı okula devam eder ve İtalyanca da öğrenmeye başlar. Gayrimüslim çevre ile ilişkileri artar, Batılıların yaşamı hakkında bilgi sahibi olur. Jules Verne, Eugen Sue gibi yazarları asıllarından okur, çeviriler yapar. Bu arada Rüştiye'yi de bitirmiş, özel öğretmenlerden İngilizce dersleri almaya başlamıştır.

Mart 1884'te iki arkadaşıyla ortak olduğu Nevruz (Yeni Gün) adlı yazın dergisi yayımlanır. George Ohnet'den çevirdiği Demirhane Müdürü adlı roman bu dergide okura sunulur, yine bu dergide o yıllarda pek alışılmamış olan şiirsel düzyazıları eski deyimle "mensur şiirleri" yayımlanır, Gustave Floubert, Stendhal, Balzac, Zola, Dickens gibi ünlülerin yapıtlarıyla tanışır, biçeminde büyük bir gelişme göze çarpar.

Artık yirmi yaşına gelmiştir, babasının yanında çalışmak istemez, Dışişleri Bakanlığına dilekçe yazar ve iş bulmak için İstanbul'a gelir. Aradığı memurluğu bulamaz, ama Muallim Naci ve Ebüzziya Tevfik ile tanışır. Ayrıca Albert, Nisard, Sainte Beuve gibi yazarların yapıtlarından yararlanarak (Fransız Edebiyatının Numune ve Tarihi) adlı bu ülke yazını hakkında yazılmış ilk kaynak yapıtını yayımlar.

İzmir'e dönen Halit Ziya, İzmir Rüştiyesi'nde Fransızca öğretmenliğine ve İzmir İdadisi'nde yani lisesinde edebiyat öğretmenliğine başlar, aynı zamanda arkadaşı Tevfik Nevzat'la birlikte Ahenk ve Hizmet adlı iki gazete yayımlar. 1886'da ilk romanı Sefile'yi yazar ve Hizmet gazetesinde günü birlik yayımlanır. İki yıl sonra (Bir Muhtıranın Son Yaprakları) adlı öykü kitabı basılır ve bu yapıt nedeniyle Recaizade Mahmut Ekrem'le mektuplaşmaya başlar. Dostluk ilerleyince Sefile'nin dosyasını yayınlanması için İstanbul'a gönderir. Romanda, masum bir genç kızın aldatılması ve çektiği acılar anlatılmaktadır, fakat roman zamanın sansür kurulunca "adab-ı İslamiye"ye aykırı bulunarak yayımlanmaz.

1888 yılında çok sevdiği ve bağlı olduğu annesi ölür. Biraz bu ölüm acısı nedeniyle, biraz da ölüm izleğini işlemek o günlerde çok moda olduğundan, (Mezardan Sesler) ve (Bir ölünün Defteri) adlı yapıtlarını kaleme alır ve yayımlar.

Bir yıl sonra Ayan Meclisi Başkanı Emin Ali Beyin kızı Memnune Hanımla evlenir. Yirmi dört yaşındadır. Ayni yıl Paris Uluslararası Fuar'ına katılır. Döndüğünde izlenimlerini Hizmet gazetesinde okurlara sunar. Ayni gazetede yeni yazdığı (Ferdi ve Şürekâsı) yani (Ferdi ve Ortakları) adlı romanının her gün bir böiümü yayınlanır. Bu romanın konusu şöyledir:

«Varsıl bir tüccar olan Ferdi Efendinin kızı Hacer, babasının yanında çalışan İsmail Tayfur'u sevmektedir. Tayfur ise, ailesinin beslemesi olan, onlarla birlikte yaşayan, zavallı, kimsesiz, Seniha'ya gönlünü kaptırmıştır. Özverili Seniha, sevgilisinin büyük bir servetten yoksun kalmaması için aşkını inkâr eder, sonuçta Tayfur istemeye istemeye Hacer'le evlenir, ama Seniha'yı unutamaz, her gece düşlerine girer. Bir gece yarısı Tayfur yatağından kalkar, uyurgezer gibi Seniha'nın odasına ve yatağına girer. Onu izleyip durumu gören Hacer, odanın kapısını kilitleyerek tül perdeleri tutuşturur. Yangın çabucak büyür, Hacer kurtulamaz, yanarak ölür, Tayfur da çıldırır. Sonsuza dek mutluluğunu yitirmiş olan Seniha, yaşamının bundan sonrasını, usunu yitirmiş sevgilisine bakmakla geçirecek ve öyle teselli bulacaktır.»

Halit Ziya'nın ailesinde, o yıllarda ölümler arka arkaya gelir. Önce çok sevdiği büyükbabasını, ardından amcasını, ardından birinci çocuğu olan Vedide'yi henüz 4 aylık bebekken yitirir. Çalıştığı bankadan da ayrılır, uzun süre işsiz kalır. Tüm bu sıkıntılı günlerinde kendini yazınsal araştırmalara adar. Hint, Rus, İskandinav ve İbrani yazınlarını inceler, onlar üzerine tanıtım kitapları yazar ve yayımlatır.

4 Mart 1893 tarihi yaşamının kırılma, yön değiştirme günüdür. İstanbul'daki "Reji İdaresi"nden bugünkü adıyla "Tekel Tütün İdaresi"nden üst düzey yönetiminde görev için çağrı almıştır. Hemen kabul eder, ailesiyle İstanbul'a göçer ve işe başlar. Sekiz ay sonra müdürlüğe yükselir. On altı yıl bu görevde kalır. Parasal bakımdan çok iyi olanaklar elde eder. Fakat en büyük kazancı, özlemini duyduğu yazınsal akımların ve etkinliklerin tam ortasında bulunmasıdır. Çalışma yeri kendi düşünce düzeyindeki yazarların uğrak yeri durumuna gelir. Cenap Sahabettin, Rıza Tevfik (Bülükbaşı), Ahmet Rasim, Ahmet Hikmet, Muallim Naci, Hüseyin Siret, Recaizade Mahmut Ekrem, Ahmet Mithat Efendi, Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem (Bolayır), Safvet-i Ziya, Servet-i Fünun dergisinin sahibi ve başyazarı olan Ahmet İhsan Tokgöz, Tevfik Fikret gibi yazarlarla tanışır, onlarla yakın ilişkiler kurar, kimileriyle ölünceye dek süren dostluklar edinir. Ahmet Haşim, İzzet Melih (Devrim), Hamdullah Suphi (Tanrıöver) gibi o zamanın gençlerine "Tekel İdaresi"nde iş bulur. Oradaki odasını bir yazınsal üs durumuna getirir. 1896 yılında Tevfik Fikret Servet-i Fünun dergisi'nin başına geçer. Dergi tümüyle yazınsal kimlik kazanır, zamanın yenilikçi yazar ve ozanları derginin sayfalarında görülmeye başlar. Halit Ziya da artık, arkadaşları Hüseyin Cahit, Mehmet Rauf, İsmail Safa ve daha birçoklarıyla birlikte Servet-i Fünun'da yer alır ve Edebiyat-ı Cedide akımının başında gelen yazarlar arasına girer.

Halit Ziya'nın Türk yazınsal dünyasında gerçek anlamda ilk ünlenmesi Mayıs 1896 ve Mart 1897 arasında Servet-i Fünun'da yayımlanan, daha sonra birçok kez kitap durumuna getirilen (Mai ve Siyah) adlı romanı iledir. Bu roman o dönemin basın dünyasının iç yüzünü ve birçok olumsuz yönlerini de yansıttığı için Servet-i Fünun dergisi'nin bildirgesi gibi algılanır. Konusu kısaca şöyledir:

«Ahmet Cemil Mülkiye'de şimdiki Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okur. Babası öldüğü için annesine ve kız kardeşine o bakar. Yayınevlerine çeviriler yaparak ve varlıklı ailelerin çocuklarına özel dersler vererek geçimini sağlar. İlerde ünlü bir şair olmak, yapıtlarıyla yazın dünyasında seçkin yerini almak ve çok para kazanarak sevdiği kız Lamia ile evlenmek ister. Mehtaplı, mavi bir gecede Haliç'in ışıl ışıl yanan sularına bakarak bu mavi düşleri kurar.

İşler başlangıçta iyi gider. Okulu bitirir. Mir'at-ı Şuun (İşlerin aynası) gazetesinde görev alır. Gazetenin sahibi ölür, yerine geçen oğlu Vehbi Efendi, Ahmet Cemil'in kızkardeşiyle evlenir. Fakat damat kötü çıkar. Kabadır, bencildir, üstelik sarhoştur. Karısını sık sık döver, karnına tekme ile vurur, zaten gebe olan kızkardeşi hastalanır, çocuğunu düşürür, bir süre sonra da ölür. Ardından Ahmet Cemil de işten kovulur.

Çok üzülen Ahmet Cemil, yeni bir iş ararken bir arkadaşından sevgilisi Lamia'nın bir subayla nişanlandığını öğrenir. Tüm bu olaylar onu iyice sarsar.

Bir gün, bir yazınsal toplantıda arkadaşlarına şiirlerini okur ve ilerisi için düşündüklerini açıklar. Eski sanat anlayışını savunan dostları onu o denli acımasızca eleştirirler ki, evine döner, yazdığı tüm şiirleri sobaya atarak yakar.

Yaşamın bu denli kötü yönleriyle karşılaşan ve tüm umutlarını yitiren Ahmet Cemil, ilgili makamlara başvurur, Yemen'in bir ilçesine kaymakam olarak atanır ve mavi bir gecede kurduğu güzelim düşlerini bırakıp kapkara bir gecede bir daha dönmemek üzere İstanbul'dan ayrılır.»

Mai ve Siyah'ın hemen ardından Aşk-ı Memnu (Yasak Aşk) adlı romanı yine Servet-i Fünun'da yayımlanır. Çıkan her bölüm, okurlar arasında yeni bir merak ve coşku yaratır, herkes yasak aşkın sonunu bir an önce öğrenmek ister. Aradan 120 yıla yakın bir zaman geçmesine karşın bu iki roman özellikle Aşk-ı Memnu, Türk toplumunun yüreğinde ve belleğinde Halit Ziya'nın adıyla birlikte yaşamıştır ve yaşayacaktır. Bu, her yazar için, erişilmesi güç bir mutluluktur.

Aşk-ı Memnu romanı 1900 ile 1923 yıllarında Arap Harfleri ile, 1939 yılında Latin harfleri ile kitaplaşır. 1975 yılında Müjde Ar, Salih Güney ve öbür sanatçılarca altı bölümlük dizi olarak TRT'de ekrana gelir. 2003 yılında tiyatrosu ve ardından operası sahneye uyarlanan yapıt, son olarak 2008'de başrollerini Beren Saat, Kıvanç Tatlıtuğ, Nebahat Çehre ve Selçuk Yöntem'in paylaştığı iki-üç yıl süren bir dizi olarak televizyonda oynar ve Türk toplumunun büyük kesimini ekran başına toplamayı başarır. Aynı başarı Balkanlarda ve Arap ülkelerinde de sürer. Bu büyük ilginin nedenlerinden biri, kişilerin yasak aşkları izlemekten aldığı büyük tat sanırım.

Romanda; Boğaziçi'nde yaşayan dul bir kadın olan Firdevs hanımın genç ve güzel kızı Bihter, yine Boğaziçi'ndeki yalısında iki çocuğu ve hizmetçileriyle yaşayan, Adnan Beyle evlenir. Fabrikatör olan Adnan Bey, Bihter'in babası yaşındadır. Adnan Beyin, adı Nihal olan, evlilik çağında, güzel bir kızı, bir de küçük oğlu vardır. Bihter yalıya gelin olarak gelir ve bir süre sonra hata yaptığını anlar. Yaşlı kocasında aradığı aşkı bulamaz. Ne var ki yalıda kocasının genç yeğeni, üniversite öğrencisi, yakışıklı ve çapkın Behlül de yaşamaktadır. Ateşle barut örneği Bihter, Behlül'e gönlünü kaptırır. Zamanla ilişkileri çok ilerler, yasak aşk yaşamaya başlarlar. Bir süre sonra çapkın Behlül bu durumdan bıkar ve amcasının güzel kızı Nihal'le ilgilenmeye başlar. Nihal'le nişanlanır ve iki genç evlenmek üzera iken Bihter'le olan yasak aşk ortaya çıkar, herkesçe duyulur. Durumu içine sindiremeyen ve ruhsal bunalıma giren Bihter intihar eder.

Servet-i Fünün dergisi, Tevfik Fikret yönetiminde yenilikçi yazınsal akımını sürdürürken 1901 yılında o zamanlar yirmi yedi yaşında olan Hüseyin Cahit'in Fransızca'dan çevirdiği, Fransız Devrimini ayrıntılı olarak anlatan bir yazısı, zamanın egemen güçlerince suç olarak saptanır ve dergi kapatılır. Tüm yenilikçi yazarlar başka yayın organlarına dağılır. Ancak derginin ilk sahibi Ahmet İhsan Tokgöz'ün (bundan sonra padişahlığın şanına uyacak, sadakat ve kulluk ifade eden yazılar yazılacağına) söz vermesi üzerine dergi yeniden yayınlanır ama artık sayfalar sağlık, yemek tarifleri, kadın giyim kuşamları, moda hakkındaki yazılarla doludur. 1928 yılında derginin adının yanına (Uyanış) sözcüğü eklenir. Servet-i Fünun elli dört yıl, yani 1944 yılına dek 2464 sayı yayınlanır. Son yazarları Oktay Akbal, Cavit Yamaç, Fahir Onger, Abidin Dino, Sait Faik, Hüsamettin Bozok vb.dir.

1901 yılında Servet-i Fünün'un kapanmasından sonra Halit Ziya yazınsal çalışmalarını-azaltır. Darülfünun'da (Üniversitede) Batı edebiyatı ve estetik dersleri vermekle yetinir.

1903 yılında Tevfik Fikret'in, Rumeli Hisarı'nda Robert Kolej'in hemen yanında planını kendi çizip adını Aşiyan koyduğu köşkü gibi Halit Ziya da 1905 yılında Ayastafonos'ta şimdiki adı ile Yeşilköy'de bir köşk yaptırır ve ölünceye dek orada yaşar.

1908'de ikinci Meşrutiyetin ilanından sonra yazınsal dergilerde yeniden adı geçmeye başlar, 1909-31 Mart olayından sonra İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olur, Cemiyet'in önermesiyle Sultan Mehmet Reşat'ın Mabeyn Başkatipliğine atanır. (Mabeyn =Sarayda padişahın elçilerle, vezirlerle buluştuğu daire). Daha sonra Ayan Meclisi üyesi olur. 1912'de "Yunan Edebiyatı" ardından "Latin Edebiyatı" adlı yapıtları yayımlanır. 1914'te Avrupa gezisine çıkar, Paris, Bükreş, Viyana ve Almanya'da incelemelerde bulunur, izlenimlerini Tanin, Peyam-ı Sabah, İkdam gazetelerinde yayımlatır. Cumhuriyet devrinde Gazeteciler Cemiyeti başkanlığı yapar, 1923-1930 yılları arasında Resimli Ay, Milli Mecmua, Güneş gibi dergilerde yazıları yayımlanır.

1936 yılında, İkinci Abdülhamit dönemine ve bu dönemdeki Servet-i Fünun hareketine ışık tutan anılarını (Kırk Yıl) adıyla yayımlar ve o günün yazarlarınca türündeki en güzel örnek olarak kabul edilir. Daha sonra, bir zamanlar Saray'da Mabeyn Başkatipliği yaptığı günlerle ilgili anılarını kaleme alır, (Saray ve Ötesi) adıyla 1940 yılında yayımlanır.

Halit Ziya Uşaklıgil (Sanat İçin Sanat) anlayışını benimsemiştir. Zaten, Servet-i Fünun dergisinin kapatılış örneğinde görüldüğü gibi o devirde (Toplum İçin Sanat) yapmak olanaksızdır. Romanlarında aydınlara ve seçkinlere seslenir, konular çoğunlukla İstanbul'da Boğaziçi'nde ya da Adalar'da geçer. Öykülerinde ise halkın arasına daha çok girer. Romantizmin konusu olan aşkı ve duygusallığı, realizmle bağdaşan gözlemcilikle birleştirmiş ve her ikisini ustaca dengelemiştir. Özellikle romanlarında, Arapça ve Farsça sözcükler, bunlardan yapılmış ikili, üçlü tamlamalardan oluşan tümceler çok uzundur ve anlaşılması güçtür. Yıllar sonra Milli Edebiyat yani Ulusal Yazın akımının yarattığı sadeleşme hareketinden etkilenerek yazdıklarının bir bölümünü yeniden kaleme alır, tamlamaları değiştirir, yabancı sözcüklerin yerine Türkçelerini koyar. Halit Ziya'nın başarılı olduğu başka bir tür de mensur şiir yani düzyazıda şiirdir. Bu konuda çoğunlukla kadın, doğa, ölüm, yaşama karşı nefret duygularını işlemiş, özellikle kendini izleyen Mehmet Rauf'u ve Hüseyin Cahit'i etkilemiştir. O, Türk Yazınına, 8 roman, 16 öykü kitabı, 3 anı, 3 oyun, birçok deneme, gezi yazıları, düzyazıda şiirler, yazın tarihi ile ilgili çalışmalar ve çevirilerle birlikte 100'e yakın yapıt armağan etmiştir. Onu, yazınsal kişiliği ve olağanüstü biçemiyle Batıya dönük Türk romancılığının öncüsü sayabiliriz.

Halit Ziya'nın eşi Memnune Hanımdan altı çocuğu olur. Vedide, Bihin, Sadun, Güzin, Vedat, Bülent. Ne yazık ki, yaşamı sırasında çocuklarının dördünü yitirir. Bir baba olarak onların ölüm acılarını yaşar. Her bir çocuğunun ölümünden sonra onunla ilgili bir kitap yazar, Güzin için (Kırık Hayatlar) romanı, Sadun için (Kırık Oyuncak) öyküsü, Vedat için (Bir Acı Hikâye) anısı. Halit Ziya ünlü romanlarının çoğunu çocukları küçükken yazmıştır. Onun çocukları, babalarının yazdığı acıklı, ölüm ve "intihar" izlekli, "yasak aşk"lı romanlarını okuyarak ve etkisi altında kalarak büyürler.

Özellikle Vedat o denli etkilenir ki, Aşk-ı Memnu'daki karakterlere benzer bir yaşam sürer. Kendini Behlül'e benzetir, ya da Beşir'e...

Halit Ziya Uşaklıgil, Atatürk'ün eşi Latife hanımın babası Muammer beyle kardeş çocuklarıdır. Yani Latife Hanım, Halit Ziya'nın yeğenidir ve onun Çankaya'ya gelin gitmesi tüm aileyi sevindirmiştir. Latife Hanım, amcası Halit Ziya'nın büyük oğlu Vedat'ı Atatürk'ün de izni ile, Çankaya'ya aldırır, ona sahip çıkar. O zaman yirmi yaşında olan Vedat, eğitimli, dört yabancı dil bilen, Galatasaray Lisesi mezunu, İsviçre'de okumuş, uzun boylu, esmer, yakışıklı bir delikanlıdır. O, ayni zamanda bir piyano virtüözüdür ve Atatürk'ün yemekli gece toplantılarında piyano çalar. Fakat mutluluk kısa sürer, Latife Hanım, Atatürk'ten boşanır, İzmir'e, baba evine döner. Vedat'a "Sen de babanın yanına dön" der. Vedat, babasına danışır, Babası Atatürk'e sorar, Atatürk" Vedat Çankaya'da kalsın" der. Bir süre sonra, Halit Ziya'nın Atatürk'e ricalarıyla Vedat, Londra Elçiliği'nde üçüncü katip olarak görev alır ve oraya gider. Ardından askerlik gelir, yurda döner. Sonra, Çekoslovakya'nın başkenti Prag'a atanır. Bu görevi kısa sürer, Vedat yine yurda döner. Üniversiteye yazılır, yarım kalan hukuk eğitimini bütünler. Bu kez, Brüksel'e atanır.

1937 yılında Vedat, Arnavutluk'un başkenti Tiran'da elçilik başkâtibidir. Atatürk'ün hastalığı ise hızla ilerlemektedir. Çankaya'nın idaresi artık, Celal Bayar, Şükrü Kaya, Hasan Rıza Soyak'ın elindedir. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'tır. O yıl elçiliğe gönderilen bir şifreyle Vedat'ın görevine son verilir ve Ankara'ya dönmesi bildirilir.

1 Aralık 1937 günü Vedat odasına çekilir, çok sayıda ilaç içerek ölümü bekler. Vedat otuz beş yaşında intihar eder. Başucunda bulunan kâğıtta "Yaşamda çok bedbaht olduğunu" yazar.

Oğlunun ölümü ile Halit Ziya Uşaklıgil, çok sarsılır ve yıkılır. 1942'de Vedat ile ilgili anılarını (Bir Acı Hikâye) adıyla yazar, yayımlar. Sonra kendini tümüyle yalnızlığa bırakır. Kimseyle görüşmez. Üç ay hasta yatar, doktorların her türlü yardım ve sağaltımını geri çevirir. 27 Mart 1945 günü, Yeşilköy'deki köşkünde yaşama gözlerini kapatır.

Bakırköy Gömütlüğünde oğlu Vedat'ın yanına gömülür.

O, tüm yazınsal yapıtlarıyla, özellikle romanlarıyla Türk Ulusu'nun yüreğinde sonsuza dek yaşayacaktır.

http://www.turkdilidergisi.org/156/YilmazCongar.htm

 

 

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL

Genel ahlâkı en çok zedeleyen, gerek kişisel hayatta,

gerek toplumsal hayatta insanın manevi yapısını

en çok zehirleyen şey, hiç şüphe yok ki, tembelliktir.

Halit Ziya Uşaklıgil

 

 

HAYATI: 1866 yılında İstanbul’da doğdu. İzmir’de halı ticaret ile uğraşan, Uşak’lı bir ailenin oğluydu. Babası o yıllarda İstanbul’a yerleşmiş bulunuyordu. Halit Ziya ilköğrenimini bir süre Eyüp’te, sonra Fatih rüştiyesinde sürdürdü. Sekiz, on yaşlarındayken yeniden İzmir’e dönen ailesiyle birlikte oraya gitti. Burada Fransız «Mekitarist» papazlarının yönettiği, lise derecesindeki bir okulda orta öğrenimini tamamladı. Fransız dilini, edebiyatını genç yaşta yakından öğrenip izlemek imkânını buldu.

Onsekiz, ondokuz yaşlarındayken hayata atıldı. Hem bir bankada çalışıyor, hem İzmir Türk idadisinde Fransızca öğretmenliği yapıyordu. Bu arada yine kendisi gibi genç bir arkadaşı ile birlikte önce «Nevruz» adlı bir dergi, sonra «Hizmet» adını taşıyan günlük bir gazete çıkarmaya başladı. Bir süre Fransızcadan çeviri denemeleri yaptıktan sonra önce ansiklopedik nitelikte, daha sonra da edebî nitelikte ilk yazılarını yayımlamaya başladı. Türk edebiyatında ilk kez bu deyimi kullanarak «mensur şiirler» yazdı. Bunları ilk roman denemeleri izledi. Bu eserleriyle kısa zamanda önce İzmir dolaylarında, daha sonra da İstanbul edebiyat çevrelerinde kendisini tanıttı. Recaizade Mahmut Ekrem Bey, kendisinde büyük kabiliyet gördüğü bu genci İstanbul’dan destekliyordu.

Halit Ziya Uşaklıgil 1893 yılında, Reci ve Düyun-u Umumiye idarelerinde görev alarak İstanbul’a gelip yerleşti. Üç yıl sonra 1896’da kurulan Servetifünun topluluğuna katıldı. Bu katılma olayı için bir edebiyat tarihçimiz: «Öteki gençler Servetifünun’a girmek suretiyle güç ve kişilik kazanmışlardı; Halit Ziya’nın bu topluluğa girişi topluluğa güç ve kişilik kazandırdı.» der. Gerçekten de ötekilerin daha yollarını ve yöntemlerini aradıkları bir sırada Halit Ziya ülke çapında üne ulaşmış bulunmaktaydı.

Genç yazar, kendisini Türk edebiyat tarihine mal eden asıl üç büyük romanını bundan sonra, bu topluluk içinde verdi.

1901’de Servetifünun kapatılıp topluluk dağıldıktan sonra Halit Ziya da —öteki arkadaşları gibi— uzunca bir süre edebiyat, sanat hayatından uzak kaldı. 1908’de, İkinci Meşrutiyet’in ilân edilmesi üzerine, yeniden yazmaya başladı. 1909 Nisanında patlak veren Otuzbir Mart olayı üzerine II. Abdülhamid tahttan indirilmiş, Sultan Reşat padişah olmuştu. Kendisini Mabeyn

Başkâtipliği görevi ile saraya aldılar. Üç yıl kadar bu görevde kaldı. 1912 yılında Mabeyn Başkâtipliğinden ayrıldıktan sonra İstanbul Üniversitesi’nde (o zamanki adı Darülfünun) batı edebiyatı okuttu. Bu yıllarda bir süre Avrupa’da inceleme gezileri de yaptı. Mütareke ve onu izleyen yıllarda, o zamanki adı Darülbedâyi olan Şehir Tiyatrosu’nda edebî kurul üyeliğinde bulundu.

Cumhuriyet ten sonra herhangi bir resmî ya da özel görev almayarak günlerini Yeşilköy’deki evinde dinlenmek ve anılarını yazmakla geçirdi. Bu arada üç büyük romanının dil ve anlatımlarında da bazı değiştirmeler ve sadeleştirmeler yaparak onları yeniden yayımladı.

1945 yılı mart ayında öldü. Bakırköy’deki aile mezarlığında gömülüdür.

EDEBÎ KİŞİLİĞİ: Türk romanının en belirgin öncülerinden ve geliştiricilerinden bulunan Halit Ziya, edebiyata Fransızcadan ve İngilizceden bazı küçük hikâyeler çevirmekle girmişti. Bu yazı çalışmalarını çeşitli konulardaki ansiklopedik ve zamanına göre yenilik taşıyan çeşitli sohbet ve makaleleri izledi. Daha sonra nesir niteliğinde şiirler yazdı. Onun bu ürünlerine verdiği «mensur şiirler» adı zamanında çok yadırganmış, bu yazılara karşı «Canım, şiirin de mensuru olur muymuş?» gibilerden söylenmeler ve dudak bükmeler olmuştu. Oysa sonraları kendisinin terk ettiği bu türde Mehmet Rauf, Yakup Kadri, Ruşen Eşref ve daha başkaları önemli ve oldukça tutunmuş örnekler verdiler.

Halit Ziya bu hazırlıklardan sonra ilk roman denemelerini yaptı. Bu denemelerinde hem çok yakından izlediği Fransız realistlerinin, hatta natüralistlerinin hem de Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi gibi Türk yazarlarının etkisi seziliyordu; dolayısıyla bunlar gerçek bir kişilik taşımıyorlardı. Bunlardan sonra romanda ilk ve oldukça başarılı atılımı sayılan «Ferdi ve Şürekâsı» nı yazdı. İlk roman denemelerini onun çıraklık dönemi ürünleri sayan bazı kimseler, «Ferdi ve Şürekâsı» m Halit Ziya’nın kalfalık dönemi çalışmalarına örnek olarak gösterirler. Ama o asıl ustalık dönemi romanlarını ve bu alanda kendisini en iyi temsil eden ürünlerini, İstanbul’a gelip Servetifünun topluluğuna katıldıktan sonra meydana getirdi. Bunlar kendisinin en mükemmel eserleri olduğu kadar, Türk romancılığının da çok belirli bir aşamasını teşkil etmektedir.

İlk gençlik yıllarında roman denemelerinde fazla marazî, bir hayli romantik bir havada gözüken Halit Ziya, bu sonrakilerde realizme, ferdin ve toplumun ortak alınyazılarına yöneldi. Çağdaşı bulunduğu Fransız romancılarının, özellikle Paul Bourget’nin etkisinde kaldı. Onun roman havasını Türk edebiyatına adapte etmek istedi. Bunda bir yandan başarıya ulaşırken, bir yandan da başarısızlıklara uğradı. Örneğin geniş yığınlara ve gerçek Türk toplumuna inemeyip çoğu zaman alafranga yaşama yönelik bir ortamda kaldı; kendisine yöneltilen hücumların ağırlık noktalarından biri de —bu yüzden— onun bu alafrangalık tarafı olmuştur.

Romanlarında insan ruhu üzerinde çok zaman güçlü ve canlı gezintiler yapmasını başarabilen Halit Ziya, zaman zaman ferdin iç dünyasından onun çevresine de inme denemeleri yaptı. Ne var ki bu çevrelerdeki dolaşmaları geniş ve yaygın alanlara yayılamadı; belli sınırları geçemedi. Hele ferdin iç dünyasından açılıp çevredeki tereddütlü adımlarla dolaşmalarında mesafeyi hemen daima sınırlı tuttu. Bundan dolayı kendisine yöneltilen «İstanbul’un alafranga ve batıya yüzeyden yönelik, biraz bizden koymuş sınıflarının romancısıdır; taşra halkı bir yana, İstanbul’un asıl ve gerçek yerli halkıyla bile yüz yüze gelememiştir.» yolundaki suçlamalar pek de haksız sayılmaz.

Halit Ziya’yı konularını, kişilerini, kahramanlarını ve ortamı seçmesi bakımından eleştirmek mümkündür ve kolaydır. Ancak bütün bunlar bir yana bırakıldıktan sonra, kendisini büyük ve usta romancı saymamak mümkün ve kolay değildir. Onun için «Türk romancılığının babasıdır» denmiştir. Bu söz, eskimiş ve çok çiğnenmiş de olsa, muhakkak ki bir gerçeği yansıtmaktadır. Bizde roman Halit Ziya’dan otuz yıl kadar önce başlamış, fakat ona gelinceye kadar hemen hemen dişe dokunur hiç bir gelişme göstermemişti. Romanda teknik, hikâye ediş, plan gibi çok önemli hususlar onunla başladı, onunla ve ondan sonra gelişti ve —hakçasına söylemek gerekirse— ondan sonraki yetmiş yıla yakın süre içinde, başka bazı hususlarda kendisini pek çok geride bırakan romancılarımız, şu savdan hususlarda Halit Ziya’yı hiç bir zaman büsbütün gölgeleyemediler.

Romanın kendine özgü bir dili vardır ki Halit Ziya bu konuda da büyük ve seçkin bir başarıya ulaşmıştır. Ancak bu «dil»le kastettiğimiz «roman dili»dir ve bu da romana özgü bir tekniği gerektirir. Onun seçkinliği ve başarısı bu özelliğindendir. Yoksa bu ünlü sanatçının romanlarında kullandığı dil ve anlatım sadelik açısından hiç de o kadar övülecek nitelikte değildir. Bu dil ve anlatım bir roman için çok süslü, pek çok yabancı kelime ve tamlamalarla doludur, fazla «şairâne»dir; bütün bunlardan başka zincirleme birbirini izleyen pek uzun cümleler okuyucuyu gerçekten yoracak yapıdadır. Yazar bu noksanım kendisi de sonraları idrâk ve kabul etmiş, eserlerinin bir kısmım —bu çeşit dil ve anlatım bakımından— belli bir oranda sadeleştirmiştir. Ne var ki bu sadeleştirme de onun kendi anlayış ve ölçülerine göredir ve günümüzde bunlar da çoktan yetersiz duruma gelmiştir.

Halit Ziya, romanda olduğu gibi, hikâye türünün de bizde ilk ve gerçek temsilcisidir. Başka bir deyimle —daha önceki bazı denemelere rağmen— küçük hikâye tarzının ancak onunla ilk başarılı ve yetenekli örneklerini vermiş olduğunu söylemek yerinde olur. Çok güçlü bir gözlemci olan bu sanatçı, hikâyelerini son derece kolaylıkla yazmış ve sayıca da çok yazmıştır. Etrafım çevreleyen büyüklü küçüklü, önemli önemsiz hemen her olaydan kolaylıkla bir hikâye çıkarmasını başaran bu yazarımızın: «Bana üç beş isim veriniz, basit bir olayı parmakla işaretleyiniz, size derhal bir hikâye takdim edeyim.» dediği söylenir. Bu kadar kolay, bu kadar rahat hikâye yazan Halit Ziya’nın bu tür eserleri, romanlarına oranla, çok zaman daha tabiî ve daha yerlidir. Üstelik bunlardaki dil ve anlatımda romanlarındaki özenti ve zorlama da pek göze çarpmaz Öte yandan hikâyelerindeki konular ve kahramanlar, çoğu zaman, alafranga semtlerden ve belirli insanların serüvenlerinden sıyrılmıştır. Okuyucu bunlarda daha çok kendisini ya da kendisine benzeyen tipleri görür. Halit Ziya’nın hikâyelerinde toplumsal olaylara doğru da bir ilerleme görüldüğü gibi İstanbul dışına taşan, Anadolu’yu arayan bir hava da göze çarpar.

Tiyatro ile de ilgilenen, telif ve adapte üç tiyatro eseri bulunan Halit Ziya’nın en başarısız çalışma alanı budur. Onun üç tiyatrosu da, üzerlerinde durulmaya değmeyecek kadar, önemsiz ürünlerdir.

Ansiklopedik konulardan başlayarak çeşitli çeviriler yapan, gezi notları kaleme alan, sohbetler ve makaleler yazan Halit Ziya’nın romanları ve hikâyeleri dışındaki en önemli eserleri anılarıdır. Türk edebiyatında anı türünde onun kadar zengin eser vermiş sanatçı azdır. Halit Ziya’nın bu anılarının büyük çoğunluğu belli bir dönemin fikir, sanat, siyaset alanlarına ışık tutma bakımından da değerli birer kaynak niteliği taşırlar. O, anılarında kendi özel yaşamından çok daha fazla, içinde bulunduğu günlerin ve ortamların gerçeklerini yansıtmayı amaç edinmiştir.

Eserlerinde ve sanat hayatında olduğu gibi kişisel yaşamında da ölçülü, düzenli, ince ve zarif bir insan olarak göze çarpan Halit Ziya, Türk edebiyatının ve gelecekteki Türk kuşaklarının, kendisine her zaman sevgi ve saygı duyacakları bir büyük yazardır.

BAŞLICA ESERLERİ: Halit Ziya’nın değişik konularda, büyüklü-küçüklü 70’e yakın yayınlanmış eseri bulunuyor. Gazete, dergi sayfalarında kalmış olan yazıları da bir haylidir. Yayınlanmış eserlerinden başlıcaları şunlardır:

Ansiklopedik kitapçıklar: Hamil, Va’z-ı Hamil; Mebhas-ül Kıhf; İlm-i Simya; Bukalemun-ı Kimya.

Mensur şiirler: Mezardan Sesler. Büyük hikâyeler: Heyhât; Bu muydu?

Romanlar: Nemide; Bir Ölünün Defteri; Ferdi ve Şürekâsı; Mâi ve Siyah; Aşk-ı Memnu; Kırık Hayatlar.

Hikâye kitapları: Bir Muhtıranın Son Yaprakları; Bir İzdivacın Tarih i Muaşakası; Bir Şi’r-i Hayâl; Sepette Bulunmuş; Bir Hikâye-i Sevdâ; Hepsinden Acı; Aşka Dair; Onu Beklerken; İhtiyar Dost; Kadın Pençesi; İzmir Hikâyeleri.

Sohbetler, makaleler: Kenarda Kalmış; Sanata Dair. Tiyatro Eserleri: Füruzan; Kâbus; Fare.

Çeşitli Eserleri: Kırk Yıl (Gençlik, edebiyat anıları, 

5 cilt); Saray ve Ötesi (Saray ve siyaset anıları, 

3 cilt); Bir Acı Hikâye (Genç yaşta intihar eden oğlu Vedad’ın hatırasına düzenlenmiş aile anıları ve onun ardından yazdığı acıklı yazılar); Nâkil (Batı edebiyatından örnekler).

 

Yazarın bunların dışında İzmir’de «Hizmet» gazetesinde tefrika edildikten sonra, o zamanki idarenin izin vermemesi üzerine, kitap halinde basılamamış Sefile adlı büyük hikâyesi, İstanbul’da «Sabah» gazetesinde tefrika edilip sonuna doğru yarıda kesilen, hâlâ kitap haline getirilememiş Nesl-i Ahîr adındaki romanı; Fransız, İtalyan, Alman edebiyatları tarihleri ve daha başka eserleri de vardır.

 

Şemsettin Kutlu