Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

TEVFİK FİKRET

İnhina tavk-ı esaretten girândır boynuma; 

Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şairim.

Tevfik Fikret

 

HAYATI: Tevfik Fikret 1867’de İstanbul’da, Aksaray’da doğdu. Babası Hüseyin Efendi, çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş, son olarak —bir çeşit sürgün bulunduğu— Hama şehri mutasarrıfı iken ölmüştür.

Asıl adı Mehmet Tevfik olan ve Fikret adını ileride, şiir yazmaya başladıktan sonra alan şair, çocukluk yıllarında Aksaray’daki Mahmudiye Rüştiyesinde okudu. Bu okulun 1877-1878 Osmalı-Rus Savaşı’nda, Balkanlardan sökülüp gelen göçmenlere barınak yapılıp kapanması üzerine, babası onu Galatasaray Sultanisi (Lisesi) nin ilk kısmına yazdırdı, Fikret, Galatasaray’dan mezun olduktan sonra memurluğa girdi. Kısa bir süre Hariciye İstişare Odası’nda çalıştı. Buradaki görevlilerin hemen hiç bir iş görmeden maaş aldıklarına tanık olunca kısa zamanda işinden istifa etti. Birikmiş maaşlarını da: «Çalışmış değilim ki para alayım» gerekçesiyle geri çevirdi.

Gedikpaşa’daki Ticaret okulunda Fransızca, Galatasaray’ın birinci döneminde Türkçe dersleri okutmaya başladı. İlk şiirlerini de bu sıralarda yayımlamaya girişti. Evlendi ve 1895 yılında —eserlerinin en büyük ilhamcısı olan oğlu Halûk— ilk ve son çocuğu doğdu.

1896 yılında kurulan «Edebiyat-ı Cedide»nin yayın organı olan Serveti-fünun dergisinin yazı işleri müdürü ve edebî yönetmeni oldu. En mutlu ve verimli yıllarını o dönemde yaşadı. Bu sırada Bebek sırtlarındaki Robert Kolej’de Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği de almıştı. Servetifünun topluluğunun ve Fikret’in bu hareketli çağı beş yıl kadar sürdü. Saray, Edebiyat-ı Cedîde’nin, özellikle Fikret’in tutumunu beğenmiyordu. Bu arada şair bir kere tutuklanmış, ancak kısa bir süre sonra serbest bırakılmıştı.

1901 yılında, Hüseyin Cahit’in bir makalesi üzerine Servetifünun topluluğu dağılınca Tevfik Fikret, sadece edebiyat çevresi ile değil, İstanbul’la da ilişkisini kesti. Rumeli sırtlarında, Robert Kolej’in kendisine vermiş olduğu bir arsa üzerinde yaptırmış olduğu evine kapandı. Vaktiyle Aksaray’daki evlerinin bahçesinde küçük bir kulübesi vardı; ilk gençlik yıllarında bu küçük tahta kulübeye çekilir, orada okuyup yazmakla uğraşırdı. Ona, «yuva» anlamına gelen Âşiyân adını vermişti. O günlerin ve o kulübesinin anılarını unutamamış olmalı ki bu yeni evine de aynı adı verdi. Bilindiği gibi içinde yaşayıp öldüğü o küçük köşk bugün hâlâ bu adı taşımaktadır ve günümüzde müze halinde korunmaktadır.

Tevfik Fikret, pek büyük zorunluluk olmadıkça İstanbul’a inmiyor, günlerini gecelerini hep kendi sıcak aile yuvasında ve Robert Kolej’deki öğrencileri arasında geçiriyordu. İstibdat idaresinin baskısını en yoğunlaştırdığı yıllardı. Bundan tarifsiz ezâlar duyuyor, kötümserlik içinde yüzüyordu. «Sis», «Bir Lahza-i Teahhur», «Sabah Olursa» gibi ünlü manzumelerinden çoğunu bu karamsarlık yıllarında yazdı. «Tarih-i Kadîm»in önemli bölümlerini yine o sıralarda tamamladı.

Bit gün, hiç umup beklemediği bir zamanda, 1908 yılı temmuzunda II. Meşrutiyet ilân edilince, Tevfik Fikret büyük bir iyimserliğe kapıldı. Artık ülkede her şeyin düzeleceğine inanıyordu. İstanbul’a inmeye başlayarak, yakın arkadaşı Hüseyin Cahit’le birlikte —adını da kendisinin koyduğu— «Tanin» adlı günlük gazeteyi kurdu. Fakat o pek aşırı bir ülkü ve inanç adamıydı; umduklarının gerçekleşmediğini görünce kısa zamanda tekrâr aşîyan’a "döndü.

Kendisini sevenler, ona inananlar vardı. Bunların ısrarlı aracılığıyla Fikret yeniden günlük hayata karışmaya razı oldu. Teklif edilen Galatasaray Lisesi müdürlüğünü kabul ederek büyük bir şevkle işe başladı. Onun bu okulda değerli hizmetler gördüğü ve görmeye de devam edeceği söylenir. Ancak bürokrasiden ve maarif sorumlularının zamana uymayan eğitim anlayışlarından tedirgin olan şair, kısa bir süre sonra bu görevinden istifa etti. Çevresi ve özellikle öğrencileri kendisini sevmişlerdi. Bunların direnişi üzerine Maarif Nezareti —bir çeşit özür dileme yoluyla— istifasını kabul etmeyerek görevi basma çağırdı. Fakat bu dönüş de uzun sürmedi. Zamanının Maarif Nazırı Emrullah Efendi’yle Tevfik Fikret gerçekten iki zıd zihniyetin insanlarıydı. Emrullah Efendi, Fikret’in ikinci ve kesin istifasını kabul edip onun yerine okul müdürlüğüne ünlü matematikçi Salih Zeki Bey’i tayin ederken: «Mektebin başına bir şair yerine bir âlim getirdik» gibilerden ölçüsüz, düşüncesiz bir söz kullandı. O günlerde bütün aydın çevrelerde büyük ve olumsuz yankılar uyandıran bu söz Fikret’i okuldan tamamıyla uzaklaştırdı.

Tevfik Fikret’i sevip takdir edenler —son olarak— kendisini bir kez de Darülfünun hocalığına çağırdılar. Maddeten, manen yorgun düşmüş bulunan şair, çok kısa bir süre bu bilim ocağına da devam etti. Lâkin küskünlüğü ve kırgınlığı benliğini öylesine sarmıştı ki burayı da beğenmedi ve —bir daha kesinlikle dönmemek üzere— son defa Âşiyân’a çekildi. Bu arada, Emrullah Efendi gibi, o da büyük bir gaf yaptı. Bir gün kendisini öylesine seven ve sayan dostlarının: «Niçin ulusal kurumlarımızda değil de, bir yabancı eğitim kurumunda çalışmayı tercih ediyorsunuz?» yollu serzenişlerine karşı: Benim irfânım artık tebdil-i tâbiiyet etmiştir.» demekten çekinmedi. Onun bu sözü, düşmanları tarafından —biraz da haklı olarak— daima sömürülmüş ve bu tutumunun, ileride yurdunu, ulusunu terk edip bütün bilgi ve hizmetlerini yabancı bir uyruğa sunan oğlu Halûk’a yeşil ışık yaktığı ileri sürülmüştür.

Şairin son yıllarında İmparatorluk çok kötü günler yaşıyor, hızla çöküntüye doğru gidiyor; ülkeyi yönetenlerin de çok belirgin başarısızlıkları göze çarpıyordu. İrfanının uyruk değiştirdiğini söyleyen Fikret, her şeye rağmen, son derece üzgün ve tedirgindi. Memleketi yönetenler başta olmak üzere, çeşitli kimselere ve zihniyetlere karşı zehir dolu manzumeler yazmaktan kendini alamıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın kopması ve devletin bu savaşa katılması onun için son bir yıkım oldu. Hastalanmıştı. Hastalığı giderek arttı. Nihayet savaşın kopmasından bir yıl sonra, 1915 ağustosunda, ümitsizlik, karamsarlık ve yeis içinde öldü.

Bazı manzumelerinden dolayı kendisini dinsizlikle suçlayan kimi çevreler, cenaze namazının kılınmasının caiz olmayacağını bile ileri sürdüler. Ama cenaze namazı kılındı. Tevfik Fikret —hem de İstanbul’un din bakımından en belirgin ve itibarlı bir semtine— Eyüp’e gömüldü. Uzun yıllar Eyüp’te yatan şairin kalıntıları, sonradan, Âşiyân’nı bahçesindeki bir köşeye getirilip burada yeniden toprağa verildi.

Türk edebiyatının uzak ve yakın geçmişteki temsilcileri içinde Tevfik Fikret kadar lehinde ve aleyhinde sözler söylenmiş, yazılar yazılmış, göklere çıkarılıp yerlere batırılmış bir başka sanatçı daha yoktur.

Onun belki de en büyük kusuru olan kötümserliğini, bir yazarımız ölümünden uzun yıllar sonra, şöyle çözümlemişti: «Fikret bir türlü memnun, mutlu olamayan, kendisini kötümserlikten ve yakınmadan kurtaramayan karaktere sahipti. Daima idealindeki bir kurtarıcıyı beklerdi. İsteyip özlemini çektiklerinin hemen hepsini ölümünden beş, on yıl sonra Mustafa Kemal gerçekleştirdi. Fakat düşünüyorum; Atatürk zamanını idrâk etseydi acaba mutlu olur ve sızıldanmalarını keser miydi? Hiç de sanmıyorum. O mutlaka bu sefer de yeni yeni üzüntü ve hayıflanma sebepleri bulurdu...»

EDEBÎ KİŞİLİĞİ: Şiir denemelerine daha okul sıralarında iken başlayan Tevfik Fikret, önce —o günlerin modasına uyarak— divan tarzında bazı manzumeler yazmış, daha sonraları gününün yaygın etkisiyle Muallim Naci’yi taklit eden örneklere yönelmişti. «Mirsad», «Mektep» gibi dergilerde bu iki zevkte şiirler yayınlıyor, asıl yolunu arıyordu. Ona, aradığı yolun gerçek amacını gösteren, Galatasaray’dan edebiyat öğretmeni bulunan Recaizade Mahmut Ekrem oldu. Kendisini kolundan tutup birden Servetifünun’un başyazarlığına getirirken, okulda iken öğrettiği batılı ürünlerin benzerlerini yazmasını da salık verdi. Böylelikle Mehmet Tevfik’ten kısa bir süre içinde bir Tevfik Fikret doğmuş oldu. Bu Tevfik Fikret sadece konuda değil, duyguda ve düşüncede, dilde ve anlatımda, biçimde ve yapıda da yepyeni bir nitelikte ortaya çıkıyordu.

Servetifünun’un yöneticisi Tevfik Fikret’te şiir birden belirli atılımlar göstermişti. Artık şiir —her şeyden önce— sadece gözyaşı, duygusallık, sevgilinin kaşı gözü, ona karşı duyulan özlem ve ıstıraptan ibaret değildi. Şiir, toplumun ve toplumdaki türlü çeşit acılardan muztarip bulunan insanların büyüklü küçüklü dertlerini de dile getirmekle yükümlü idi. Hasta ve yoksul bir çocuk, aç ve yaşlı bir balıkçı, sakat olduğu için dilenmek zorunda bulunan bir ihtiyar, yolda çiğnenmekte olan kuru bir yaprak, kendini bilmeyecek kadar içmiş bir sarhoş, sabah ezanının yankılanışları, hatta bir bisiklet, pencereye vuran yağmur damlaları... hâsılı evrendeki her şey, her şey şiire konu, belki görev olabilirdi. Tevfik Fikret öğrendikleri, okudukları, duydukları ile birlikte gördüklerini de birbirine karıştırdı; ortasında nefes alıp verdiğimiz tüm ortam uzağı ve yakını ile artık şiirin sınırları içine girebilirdi, girmeliydi. O da böyle yaptı. Kendisinden bir süre önce Abdülhak Hâmid şiirin konusunu ve sınırlarını zorlamış ve onu bir hayli yaygınlaştırmıştı. Şimdi o da bu yolu izleyecek ve Hâmid’in çığırını daha da genişletecekti. Fikret sanat çabasını bütünüyle bu yöne yöneltti.

Ne var ki bu içyapılara hakkıyla ulaşabilmek için dış yapıda, nazmın biçim ve kurallarında da bazı zorlamalar ve aşamalar yapmak gerekiyordu. Yüzyıllar vardı ki Türk şiiri çok kesin ve kanun kadar güçlü birtakım gelenekleri içinde hapsedilmişti. Divan edebiyatının en güçlü sanatçıları bile bu geleneklerin dışına çıkabilmek imkânını bulamamışlardı. Gerçi bazı Tanzimatçılar bu alanda çevrelerini zorlamışlardı; ama Muallim Naci ve onun kendisinden çok daha aşırı taraflıları, bir set gibi, bunların karşısına dikilmişlerdi.

Tevfik Fikret olanı biteni iyice sezinledikten sonra harekete geçti. Beyit kuralını, kafiye düzeni ve anlayışım, nazım biçimini cesur atılışlarla bir yana itti. Aruz vezni ki, bin kıla yakındır, Türkçe’nin fonetik ve morfolojik gelişmesini kösteklemişti. Fikret bu konuya da eğildi. Kelime çeşitleriyle fiil kiplerinin değişik ve kendi dil anlayışımıza göre kullanılmasını öngörerek anlamı nazma kul olmaktan kurtarıp nazmı anlama kul etti. Ferdî duyguların his ve aşk dışında bulunanlarını daha çok ele aldı. Bunlara tabiatı, yaşanmış ve yaşanacak hayatı, ülküyü ve eyleme yönelik yurtseverliği, çalışkanlığı ve fazileti kattı. Sonuç olarak lirik şiiri hamasî ve didaktik şiirle karmaştırarak ona yeni bir hava aşıladı.

O bütün bunları Servetifünun döneminde başarmaya çalışmıştı. Serveti-fünun’un dağıtılıp susturulmasından sonra meydana getirdiği eserlere daha evrensel, daha hümanist bir çeşni kattı. Aslında umduğunun ve amaçladığının tam tersi yönünde yol alacak olan Halûk, onun nazarında gelecekteki Türk gençliğinin yiğit, çalışkan ve ülkücü bir temsilcisiydi. Bu temsilcinin kişiliğinde Fikret, bu ikinci dönem şiirlerinde hep Türk gençliğine yöneldi. Onları yurtsever, bilimsever, ülkücü ve ahlâklı olmaya çağıran eserler verdi. İstibdada, gericiliğe ve tutuculuğa lânetler yağdırdı. Çok şeyler umduğu İkinci Meşrutiyetken de ülkesi ve ulusu hesabına ümitsizliğe düşünce bu kez ihtilâlci nitelikte denilebilecek manzumeler meydana getirdi. Onun gerek sanatta, gerek inanışta, hatâlara düşmemiş olduğunu söylemek imkânsızdır. Ancak ciddî ve katıksız iyi niyetinden kuşku duymaya da imkân yoktur.

Tevfik Fikret —kendi kanısınca— bu ülkede hiçbir şeyin düzelip yoluna giremeyeceğine inanarak ölüm döşeğine uzandı. Belki dine ve bazı Kutsal inanışlara karşı çıkışı bile bu kötümserliği yüzünden meydana gelmiştir. Ancak şurasını belirtmek gerekir ki o hiçbir zaman tam bir yeise düşmedi. Bunun en belirgin belgesi ölüm döşeğinde, geleceğin kuşakları ve yapıcıları olan çocuklar için yazdığı şiirlerdir. Eski bir dostu olan bir eğitimci, kendisinden bu yolda bir ricada bulunduğu zaman Tevfik Fikret maddî-manevî bütün ıstıraplarını bir yana iteleyip «Şermin»i hazırladı. O «Şermin» ki şairin bütün sanat hayatı boyunca sürdüregeldiği dil ve vezin anlayışının bütünüyle zıddı bir yapıdaydı. Dil son derece duru, ölçü ise hece idi. Eser, karamsarlığa değil, iyimserliğe yönelikti.

Zaman zaman aşırı duygusallıklarının, aşırı öfkelerinin, aşırı alınganlıklarının esiri olarak sürçelemiş olmakla birlikte Fikret gerçek anlamıyla ahlâklı bir insan ve ahlâkçı bir şairdir. Batı’daki birçok meslektaşları ile oranlandığı zaman onun aşırı davranışlarının daima çok temiz ve çok masum kaldığını kabul etmek de zorunlu bir insaflılık olmalıdır.

Dilde, konuda, biçimde, eserinin iç ve dış yapısında kusursuz denilebilecek kadar mükemmel sayılması gereken Tevfik Fikret’in en büyük kusuru Türkçesindedir. Ö, Osmanlı Türkçesini ne kadar iyi kullanmış, belki geliştirip zenginleştirmişse, asıl ve öz Türkçeyi de aynı oranda zedelemiş, belki geriye götürmüştür. Bunun zararı Fikret’in hem kendi sanatçı kişiliğine, hem de tarihsel Türk edebiyatına olacaktır. Çünkü o, ruhu ve anlamı ile yaşama şansına sahip bulunduğu halde —dilinin gelecek kuşaklarca anlaşılmaması yüzünden— bu şansından çok şeyler yitirmiş durumdadır ve yitirmekte de devam edecektir.

Bütün bunlarla birlikte bu büyük şairi «Belirli bir döneme damgasını vurmuş bir sanatçı» olarak anmamaya elbette imkân yoktur.

BAŞLICA ESERLERİ: Rübâb-ı Şikeste (Fikret’in genellikle Servetifünun dönemindeki eserlerini içine alan bu şiir kitabında şair tüm okuyucu yığınlarına seslenmektedir.) Halûk’un Defteri (Oğlu Halûk’un kişiliğinde Türk gençliğine seslenmeyi hedef alan bu kitabında Fikret okuyucularına ülküyü, ahlâkı, mertliği, çalışkanlığı, yurtseverlik ve özgürlük duygularını aşılamayı öngörür.) Şermin (Çocuk şiirleri.) Heceyle ve çok duru bir dille yazılmış 30 manzumeden meydana gelen bu eser, Türk çocuk edebiyatının ilk ürünlerindendir.) Bunların dışında şairin Rübâb’ın Cevabı, Tarih-i Kadim, Doksan Beş’e Doğru gibi bazı manzumeleri küçük broşürler halinde, ölümünden sonra, değişik zamanlarda basılmıştır.

ŞEMSETTİN KUTLU, TÜRK EDEBİYATI ANTOLOJİSİ

 

                İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR·      

·      TEVFİK FİKRET- ŞİİRLER

·      PROMETE-METİN İNCELEME

·      BALIKÇILAR-METİN İNCELEME

·      SABAH EZANINDA-ŞİİR

·      ÖMR-Ü MUHAYYEL-ŞİİR

·         SEZA-METİN İNCELEMESİ

 

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi